Hadis Kitapları > Müslim > İman Bahsi 6
59 - Kul Bir İyilik Yapmayı Gönülden Geçirdiği Zaman Onun Yazılması, Kötülük Yapmayı Gönülden Geçirdiği Zaman Yazılmaması Babı
203 - (128) Bize Ebu Bekr b. Ebî Şeybe ile Züheyr b. Hatb ve İshâk b. İbrahim rivayet ettiler. Lâfız Ebu Bekr'indir. İshâk: «Bize Süfyân [132] haber verdi» ifadeısini kullandı. Ötekiler: Bize İbni Uyeyne, Ebû'z-Zinad'-dan, o da El-A'rac'dan, o da Ebu Hüreyre'den naklen rivayet etti, dediler. Ebu Hüreyre şöyle demiş: Resulüllâh (Satlallahü Aleyhi ve Sellem) buyurdular ki:
«Allah Azimüşsân (meleklerine); Kulum bir kötülük yapmayı gönlünden geçirirse onu hemen aleyhine yaztvermeyin! Eğer o kötülüğü yaparsa onu bir seyyie olarak yazın! Ama bir iyilik yapmayı gönlünden geçirir de yapamazsa onu bir hasene olarak yazın! Şâyed o iyiliği yaparsa bunu on (kat) yazın! buyurdu.»
204 - (...) Bize Yahya b. Eyyub ile Kuteybe ve tbni Hucr rivayet ettiler. Dediler ki: Bize İsmail ~ki İbni Ca'fer'dir — El-Alâ'datı, o da babasından, o da Ebu Hüreyre'den, « da Resulüllâh (SalktllahU Aleyhi ve Sellem) 'den naklen rivayet eyledi. Şöyle buyurmuşlar:
«Allah Azîmüşşan: kulum bir iyilik yapmaya niyet eder de yapamazsa onu kendisine bir iyilik olarak yazarım. Yaparsa onu on kattan yedi yüz kata kadar hasenat olarak yazarım. Ama bir kötülük yapmayı tasarlar da yapmazsa bunu ona hiç yazmam. Şayet yaparsa onu bir tek kötülük olarak yazarım; buyurdu.»
205 - (129 Bize Muhammed b. Râfî' rivayet etti. (Dedi ki): Bize Abdürrazzâk rivayet etti. (Dedi ki); Bize Ma'mer, Hemmâm b. Münebbîh'-den naklen haber verdi. (Ve) Bize Ebu Hüreyre'nin Resulüllâh Muham-med (Sallallahü Aleyhi ve SeHemj'den rivayeti şudur, diyerek bir çok hadisler rivayet etti, dedi. Ebu Hüreyre ezcümle şunları söylemiş: îtesulüllâlı
(ScMallahü Aleyhi ve Sellem) buyurdular ki:
«Allah (Azze ve Celi) : Kulum bîr iyilik yapmayı gönlünden geçirirse, yapmadığı halde ben onu kuium için bir hasene yazarım. Şayed yaparsa, ben o iyiliği on misli ile yazarım. Ama bir kötülük işlemeyi gönlünden geçirirse bilfiil yapmadıkça onu kendisine bağışlarım. Yaparsa onu da kötülüğün misİile (ceza) yazarım, buyurdu.»
(Diğer bir hadisde) Resulüllâh (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurdular:
Melekler: Yâ Rabb! filan kulun bir kötülük yapmak istiyor; derler. Allah onu pek a'lâ gördüğü halde (meleklere): Onu bir gözetleyin, şâyed yaparsa onu kendisine misliJe (ceza) yazın. Yapmazsa, bunu ona bîr hasene olarak yazı ver in Çünkü kulum o kötülüğü ancak benim hatırım için terk etmiştir, buyurdu.»
(Başka bir hadisde) Resulüllâh (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) :
«Biriniz müslümanlığını tertemiz yaparsa, işlediği her hayır kendisine on mislinden yedi yüz kata kadar katlanmış olarak yazılır. Yaptığı her kötülük de Ta' Aflaha kavuşuncaya kadar hep mislile £cezâ) olmak üzere yazılır.» buyurdular.
206 - (130) Bize Ebu Küreyb rivayet etti. (Dedi ki): Bize Ebu Hâlid el-Ahmar, Hişâmdan, o da İbni Sirîn'den, o da Ebû Hüreyre'den naklen rivayet etti. Ebu Hüreyre şöyîe demiş: Kesulüllâh (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) :
«Her kim hayırlı bir iş yapmak ister de yapamazsa, o iş ona bir hasene on kattan yedi yüze kadar katlanmış olarak yazılır. Ama kim bir kötülük yapmak isterde yapmazsa o kötülük yazılmaz. Şayet yaparsa (o zaman) yazılır.» buyurdular.
207 - (131) Bize Şeybân b. Ferrûh rivayet etti. (Dedi ki): Bize Ab-dülvâris, [133] Ebû Osman Ca'd'dan [134] rivayet etti. (Ebû Osman demiş ki): Bize Ebû Recâ'el-Utâridi, [135] İbni Abbâs'dan, o da Rabbî Teâlâdan rivayet ettiği şeyler meyanmda Resulüllâh (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) den naklen rivayet etti. Kesulüllâh (SallallaJıü Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuşlar :
«Şüphesiz ki Allah iyilikleri ve kötülükleri yazmış; sonra onları beyân eylemiştir. İmdi kim bir iyilik yapmak isterde yapamazsa Allah onu kendi divânına tam bir hasene olarak yazar. O hayırlı işi yapmağa niyet eder de yaparsa Allah Azze ve Celle onu kendi divânına on kattan yedi yüz kata ve daha pek çok katlayarak hasenat yazar şayeî bir kötülük yapmak isterde yapmazsa Allah onu kendi divânına tam bir hasene olarak yazar. O kötülüğü yapmak isterde yaparsa Allah onu bir tek seyyie olarak yazar.»
208 - (...) Bize Yahya b. Yahya rivayet etti. (Dedi ki): Bize Ca'fer b. Süleyman, Ebû Osman el-Ca'd'dan bu is&adla Abdulvaris hadisinin manasında bir hadis rivayet etti. O şunu da ziyade etti:
«Allah, o seyyieyi yok eder. Allaha karşı (isyana) haris olandan başka hiç bir kimse helak olmaz.»
Hadis müttefekun aleyhtir Buhâri onu «kitab-ü'r-Rukak- ile «ki-tâbü't-Tevhid» de Nesâî de «Nuût» bahsinde tahric etmiştir.
«Rabbî Teâlâ'dan rivayet ettiği şeyler meyanmda» cümlesinden mu-rad hadisin kudsî hadislerden olduğunu anlatmaktır.
(Hadis-i kudsi: manası Allah'tan yani meleğin işareti ile Allah tarafından olduğu tebliğ edilen hadislerdir.)
Yahud Resulüllâh (Salkılkthü Aleyhi ve Sellem) Allah'tan olduğunu beyan ettiği için. bu ifade kullanılmıştır. Mezkur cümlenin vâkîî beyan için getirilmiş olmasıda muhtemeldir. Binaenaleyh başka hadislerin Allah tarafından olmadığı manasını ifade etmez. Bilâkis sair hadislerinde Allah tarafından ilham olunduğu manasına gelir. Çünkü Peygamber 'Sallalkthü Aleyhi ve Sellem) Havadan söz söylemez.
Kirmanı diyor ki: Bu hadiste «hüsün ve kubulı aklîdir.» kaidesinin batıl olduğuna ve insan fiillerinin haddizatında güzellik ve çirkinlikle vasıflanamıyacağma güzelik ve çirkinliğin şerî'at tarafından tayin edileceğine hatta Teâlâ hazretleri aksini murad edip namazın çirkin, zinanın güzel olduğuna hüküm buyursa, onlara böylece inanmak lâzım geleceğine delâlet vardır. Bu babta muhalefet eden Mu'tezile tayfasıdır. Bunlar fiil-lerdeki güzellik ve çirkinliğin sırf akılla anlaşılacağını iddia ederler. Ve: «Namaz haddi zâtında güzeldir; zina da çirkindir. Akıl bunu böylece anlar. Şeriat müsbit değil mübeyyindir. Yani şeriat güzelliği çirkinliği is-bat etmez sadece bunları beyan eyler. Allah Teâlâ —haşa— bunun aksini yaratamaz» derler.
Hüsün kubuh meselesi kelâm ilminin mühim bir bahsidir.
Hüsün lüğaten güzellik, kubuhta çirkinlik demektir. Bu iki kelime istilâhta bir kaç manaya kullanılmışlardır.
1) Hüsün: Kemâl sıfatı; kubuh: Noksan sıfatıdır. Bu manaya göre ilim güzel, cehil çirkindir.
2) Hüsün: Maksada muvafık olmak; kubuhta maksada muvafık olmamaktır.. Bu manaya göre adalet güzel zulüm çirkindir.
3) Hüsün : Tabiata uygun olmak; kubuh tabiata uymamaktadır. Bu manaya göre tatlılık güzel acılık çirkindir.
4) Hüsün: Dünyada medh âhirette seveba mustehik olmak; kubuh-da dünyada zemmî âhirettede azabı haketmektir. Ulema arasında hüsün kubuh meselesi işte bu manada ihtilaflıdır. Yukarıda saydığımız üç manaya göre hüsün kubuh bilittifak akılla bilinir.
1 -Eş'ariler; Hüsün; emrin mucebidir. Bu babta hâkim şeriattır. Akıl yalnız anlamaya alettir derler. Yani Allah'ın emrettiği bir şeyin güzel veya çirkin olduğunu önceden akıl bilemez. Bir şey Allah emrettiği için güzel, Allah yasak ettiği için çirkin olur. Emrin mucebidir sözünün manasıda budur,
2- Mu'teziİe fırkası: Hüsün; emrin medlulüdür. Bir şeyin güzel veya çirkin olduğunu anlamakta hâkim akıldır. Şeriat bazı yerlerde emrin güzelliğini beyan eder derler. Anlaşılıyorki; bunlar Eş'arilerin tam aksine kaildirler. Eş'arilere göre bir şey emrolunduğu için güzel neyh olunduğu için çirkin iken bunlara göre haddizatında bir şey güzel olduğu için emrölunur çirkin olduğu için yasak edilir.
3 - Ulemadan bazıları aklın güzelliğini anlayabileceği şeylerde mutezileye, anlamayacağı şeylerde Eş'arilere tabi olmuşlardır. Hanefilerden Ebu Mansur Maturidi ile Irak ulemasından bir çoğu yalnız Allah'ı bilmenin vacip olduğu hususunda mutezileye muvafakat etmişlerdir. Bundan dolayıdır ki Bulüga yaklaşmış bir çocuğa bile aklı ile Allah'a inanmak farzdır demişlerdir. Hatta bir takımları yalnız Allah'ı bilmek hususunda değil iman, adalet ve iyilik, ibâdet gibi aklın güzelliğini anlayabileceği şeylerde mu'tezile ile beraber olmuşlardır. Fakat bu re'y bir parça ifratta görülerek kabul edilmemiştir. Hanefilerce muhtar olan re'ye göre Allah Zülcelâl hâkim olduğu için hüsün mutlak surette emrin medlulü fakat hüsne kubha hâkim yalnız Allah'tır. Bu babta tafsilât kelâm kitapları ndadır.
Allah'ın sevap ve günah yazmasından murad meleklerine yazmayı emir buyurmasıdır. Nitekim rivayetlerin bazısından emrettiği tasrih buyurulmuştur.
«Di'f» bir şeyin misli demektir, Ezherî Arap lisanında Dı'f misil demektir. Fakat ziyadede de kullanılır. İki misline münhasır değildir. Arapçada bu onun Dı'fıdır sözü ile iki mislidir, üç mislidir manası kast-edilebilir. Çünkü esas itibari ile Dı'f mahsur olmayan ziyade demektir.
Teâlâ hazretlerinin [136] » işte bunlar için
yaptıklarına karşılık olarak dı'f vardır. Âyeti kerimesini görmüyor musun? Burada bir veya iki misli murad değildir. Teâlâ hazretleri dı'fla kat kat manasım murad etmiştir. Binaenaleyh dı'fm en azı bir mislidir. Bu mahsurdur, çoğunun ise; haddi hududu yoktur.» diyor. Buhâri Şârihi Ayni de şunları söylüyor:
«İyilikle kötülüğün ikisi de kalple alâkalı ameller olduğu halde kötülük katlanmayıp sadece iyiliğin katlanması A1lah'm bir fadla keremidir. Bu büyük lütuf olmasa idi cennete kimse giremezdi. Çünkü kulların kötü amelleri iyiliklerinden çoktur. İşte bu sebebİe Allah Azze ve Celle kullarına lütuf buyurarak hasenatı katlamış; seyiâtı olduğu gibi bırakmıştır. Kul bir kötülük yapmak isteyip de yapmazsa nihayet o kötülük yazılmaz ama o kimseye bir de hasene yazılması nereden icâbediyor? diyenler olmuş. Kendilerine kötülükden vaz geçmek bir hasenedir,» diye cevap verilmiştir.
Bir hayırlı amele karşı on sevap verilmesi Teâlâ hazretlerinin [137]
«Her kim bir iyilik İle gelirse ona o iyiliğin on misli vardı.» Âyeti kerimesinden yedi yüze kadar katlanması da Teâlâ hazretlerinin [138]
«Mallarını Allah yolunda infâk edenlerin misali yedi başak sürerek her başakta yüz danesi bulunan bir ekin danesi gibidir. Allah dilediğine daha da katlar.» Kavl-i keriminden mülhemdir. Burada şöyle bir sual varid olabilir. Hadis-i şerifte sevabın yedi yüze kadar katlanacağı bildiriliyor. Halbuki Teâlâ hazretleri yedi yüz kadar katlanacağını bildirdikten sonra daha da arttırılacağına işaretle «Allah dilediğine daha da katlar» buyuruyor. Bu gösteriyor ki; sevabın katlanması yedi yüzde sona ermiyor.
Gevap : Bu cihet Al1ah'm meşietine kalmış bir iştir. Dilerse fazlasını da ihsan eder. Burada muhakkak olan miktar beyan edilmiştir ki; o da yedi yüzdür. Mamafih sevabın yedi yüzden daha fazlaya katlanacağım bildiren hadislerde vardır.
«Biriniz müstümanlığını tertemiz yapsa...» cümlesinden murad : İslama zahiri ile batını ile yani bütün varlığı ile girmektir, İbni Battal'a göre mezkûr cümlenin manası Cibril hadisindeki İslâmın tarifidir. O hadisde: «İslâm, Allah'ı görüyormuşsun gibi ibâdet etmendir» buyurulmuştur. Bu gösteriyor ki; sevabın katlanması yedi yüzde sona ermiyor. Binaenaleyh burada da Allah'a taat ve murakabe sûretile ihlâsta mübâlega göstermenin lüzumu ifade buyuruîmuştur.
«Allah'a karşı (isyana) harîs olandan başka hiç bir kimse helak olmaz»
Kaadi lyâz bu cümlenin manası hakkında şunları söyler; «Bunun manası her kimin helaki muhakkak olur ve Allah Teâlâ hazretlerinin bunca geniş rahmet ve keremi olduğu halde o kimseye hidayet kapılan kapanırsa helak olmuş demektir.»
Taberî'ye göre bu hadis, meleklerin kalbden geçen düşünceleri de yazdıklarına delil ve Hafaza meleklerinin yalnız zâhîri amelleri yazdıklarına kaaîl olanlara red cevabıdır. Gaibi bilmeyen melek kulun gönlünden geçeni nasıl bilir? diyenlere Taberî'nin tahric ettiği şu hadisle cevap verilir:
«kul hayırlı bir işe niyet ederse ondan güze! bir koku yayılır. Kötü bir işe niyet ederse fena bir koku yayılır.»
Babımız hadislerinin bazısında zikredildiği vecihle Teâîâ hazretlerinin meleklere : «Kulum bir kötülük yapmak isterse onu hemen aleyhine yazıvermeyin...« buyurması meleklerin insanın gönlünden geçen şeyleri bildiğine delil gösterilmektedir. Melekler bunu ya A11ah'm bildirmesiie bilirler; yahud Allah onlarda bunu idrak edecek bir ilim halk eder.
Hasılı; bu hadisler Allah Zülceîâlin bu ümmete pek büyük lütfü ihsanda bulunarak meşakkatli amelleri ondan kaldırdığına ve ashab-ı kiramın şeriat emirlerine son derece büyük bir ihlâs ve samimiyetle mün-kad olduklarına delildirler.
60 - İmanda Vesvere ve Onu Kendinde Hisseden Kimsenin Ne Diyeceğini Beyan Babı
209 - (132) Bize Zübeyr b. Harb rivayet etti. (Dedi ki): Bize Cerir [139] Süheyl' [140] den, o da Babasından, o da Ebu Hüreyre'den naklen rivayet etti. Ebu Hüreyre şöyle demiş: Resulüllâh (Salîallahü Aleyhi ve Sellem) in ashabından bazı kimseler gelerek ona şunu sordular:
— Gönüllerimizden öyle şeyler geçiyor ki, her hangi birimiz onları söylemeyi bile büyük (bir suç) sayıyor Resulüllâh (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) :
«Hakikaten böyle bir şey hissettiniz mi?» diye sordu. Ashab:
Evet, dediler. Resulüllâh (Sallallahü Aleyhi ve Sellem):
«İşte açık açık imân budur.» buyurdular.
210 - (...) Bizse Muhammed b. Beşşâr da rivayet etti. (Dedi ki): Bize İbni Ebu Adiy, Şu'be'den rivayet etti. H.
Bana Muhammed b. Amr b. Cebelete'bni Ebî Ravvâd [141] île Ebu Bekr b. İshâk dahi rivayet ettiler. Dediler ki: Bize Ebu'l-Cevvâb [142], Am-mâr b. Ruzeyk'dan [143] rivayet etti. Şu'be ile Ammâr'm ikisi birden
A'meş'den, o da Ebu Sâlih'den [144], o da Ebu Hüreyre'den, o da Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) 'den naklen bu hadisi rivayet ettiler.
211 - (133) Bize Yusuf b. Yakub es-Saffâr [145] rivayet etti. (Dedi ki): Bana Aliyyü'bnü Assam [146], SÜayr b. Hıms'dan [147] , o da Mugire'den [148], o da İbrahim'den [149], o da Alkame'den [150] , o da Abdullah'dan [151] naklen rivayet etti. Abdullah şöyle demiş: Peygamber (Sallallahü Aleyhi, ve Sellem)1^ vesvese soruldu.
«O mahz-ı imândır.» buyurdular.
212 - (134) Bize Harun b. Ma'ruf [152] ile Muhammed b. Abbâd rivayet ettiler. Lâfız Harun'undur. Dediler ki: Bize Süfyân, Hişâm'dan [153] o da Babasından, o da Ebu Hüreyre'den naklen rivayet eti. Ebu Hüreyre şöyle demiş:
Resulüllâh (Sallallahü Aleyhi ve Settem):
«İnsanlar bir birlerine suâl sormakta devam edecekler. Hattâ şu da söylenecek: Mahlükaatı Allah yarattı, Ya Allah'ı kîm yarattı? İşte kim bu nevi'den bir şeye rastlarsa hemen: Ben Allah'a imân ettim, desin!»
213 - (.,.) Bize Mahmud b. Gaylân'da rivayet etti. (Dedi ki): Bize Ebû'n-Nadr [154] rivayet etti. (Dedi ki): Bize Ebu Said el-Müeddip [155] Hişâm b. Urve'den, bu isnadla rivayet etti ki, Resulüllâh (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuşlar :
«Şeytan birinize gelir de; Gök yüzünü kim yarattı? yeri kim yarattı? der. O da Allah, dîye cevap verir.»
Sonra hadisin mislinin zikretti, (yalnız (Allah'a imân ettim» cümlesinden sonra) «Peygamberlerine de» ifadesini ziyâd etti.
214 - (...) Bana Züheyr b. Harb ile Abd b. Humeyd toptan Ya'kub'-dan rivayet ettiler. Züheyr dedi ki: Bize Ya'kub b. İbrahim rivayet etti. (Dedi ki): Bize tbni Şihabın kardeşi oğlu [156], amcasından rivayet etti. Dedi ki: Bana Urvetü'bnü'z-Zübeyr haber verdi ki Ebu Hüreyre şunlan söylemiş: Resulüllâh (Sallallahü Aleyhi ve Sellem):
«Şeytan sizden birinize gelerek: filân ve filân şeyi kim yarattı? der. En sonunda ona: Rabbini kim yarattı? der. İş bu dereceye varınca o kimse hemen Allah'a sığınsın ve (düşünceden) vazgeçsin» buyurdular.
(...) Bana Abdülmelik b. Şuayb b. el-Leys rivayet etti. Dedi ki: Bana Babam, Dedemden rivayet etti. Demiş ki: Bana Ukayl b. Hâlid rivayet etti. Dedi ki: İbni Şitıâb [157] : Bana Urvetü'bnü'z-Zübeyr Ebu Hureyre'mn şÖy-le dediğini haber verdi: Resulüllâh (SallaUahii Aleyhi ve Seüem) :
«Kula şeytan gelir de: Filân ve filân şeyi kim yarattı? der...» buyurdu; Ve hadisi İbni Şihâb'ın kardeşi oğlu gibi rivayet etti.
215 - (135) Bana Abdulvârîs b. Abdissamed rivayet etti. Dedi ki: Bana Babam Dedemden, o da Eyyub'dan [158], o da Muhamraed b. Sîrîn'den, o da Ebu Hüreyre'deıı o da Peygamber (SalMlahü Aleyhi ve Seilem) 'den naklen rivayet etti. Buyurmuşlar ki:
«İnsanlar size mutlaka her şeyi soracaklar. Hattâ: Her şeyi Allah yarattı, fakat Allah'ı kim yarattı?» diyecekler.
Ebu Hüreyre bir zâtın elinden tutarak: Allah ve Resulü doğru söylemişlerdir. Filhakika bana (şimdiye kadar) iki
Bana bu hadisi Züheyr b. Harb ile Ya'kûb ed-Devraki de rivayet ettiler. Dediler ki: Bize İsmail —ki İbni TJleyye'dir — Eyyub'dan, o da Muhammed'den naklen rivayet etti. Demiş ki: Ebu Hüreyre: İnsanlar devam edecek... diyerek Abdulvâris'in hadisi gibi rivayette bulundu. Yalnız isnadda Peygamber (SallaUahii Aleyhi ve Seilem) 'i zikretmedi. Lâkin hadisin sonunda: Allah ve Resulü doğru söylediler, dedi.
(...) Bana Abdullah b. er-Rûmî [159] rivayet etti. (Dedi ki): Bize Nadr b. Muhammed rivayet etti, (Dedi ki): Bize Ikrime —ki İbni Ammâr'dır — rivayet etti. (Dedi ki): Bize Yahya [160] rivayet etti. (Dedi ki): Bize Ebu Seleme [161], Ebu Hüreyre'den naklen rivayet etti. Demiş ki: Resulüllâh
(Sallallahii Aleyhi ve Seilem) bana şöyle buyurdular:
«İnsanlar sana suâl sormaktan vaz geçmeyecekler ya Ebü Hüreyre, ta kî işte (her şeyi yaratan) Allah! Fakat Allah'ı kim yaratmış? deyinceye kadar.»
Ebu Hüreyro demiş ki: Bir defa ben mesddde iken yanıma bedevilerden bir takım insanlar çıka geldi. Bunlar; Ya Ebu Hüreyre! İşte (her şeyi yaradan) Allah! Fakat Allah'ı kim yarattı? dediler.
Râvî diyor ki: Ebu Hüreyre avucu ile ufak taşlar aldı; ve onlara attı. Sonra (yanındakilere): kalkın, kalkın! Dostum (Resulüllâh (SallaUahii Aleyhi ve Seilem) doğru söylemiştir; dedi.
216 - (...) Bana Muhammed b. Hatim rivayet etti. (Dedi ki): Bize Kesir b. Hişâm [162] rivayet etti. (Dedi ki): Bize Ca'fer b. Burkaan rivayet etti. (Dedi ki): Bize Yezîd b. el-Esamm [163] rivayet etti. Dedi ki: Ebu Hüreyre'yi şöyle derken dinledim: Re&u\ül\âh(SaUattahü Aleyhi ve Seilem):
«İnsanlar size mutlaka her şeyi soracaklar. Hattâ Her şeyi Allah yaratmış; peki O'nıı kim yaratmış? diyeceklerdir.» buyurdu.
217 - (136) Bize Abdullah b. Amir b. Zürârate'l-Hadramî [164] rivayet etti. Dedi ki: Bize Muhammedb. Fudayl [165], Muhtar b. Fülfül'den [166], o da Enes b. Mâlik'den o da Resul&lâh (Sallallahü Aleyhi ve SeZ/emJ'den naklen rivayet etti. Şöyle buyurmuşlar:
«Allah (Azze ve Celle): Şüphesiz senin ümmetin, şu nedir, şu nedir? demekte devam edecekler. Nihayet: Haydi mahlukaatı Allah yarattı. Yâ Allah'ı kim yarattı diyeceklerdir.» buyurdu.
Bize bunu İshâk b. İbrahim rivayet etti. (Dedi ki): Bize Cerir [167] haber verdi. H,
Bize Ebu Bekr b. Ebî Şeybe dahi rivayet etti. (Dedi ki): Bize Hüseyn b. Aliy, Zâide'den rivayet etti. Cerir'le Zâide'nin ikisi birden Muhtar'dan, o da Enes'den, o da Peygamber (Salkülahü Aleyhi ve Sellem) 'den naklen bu hadisi rivayet ettiler şu kadar var ki, İshâk: «Allah: şüphesiz ki, senin ümmetin... buyurdu, dedi» cümlesini zikretmedi.
Bu hadisi Buharı «Kitabü bed'ü-ha!k», «Kitabü'I-i'tisâm bi'l-Kitâb ve-s-Sünne» de, Ebu Dâvud «sünnet» bahsinde, Nesâide «Amelü-Pyevm ve-I'Leyle» de bazı lâfız farkîarile tahric etmişlerdir.
Birinci rivayette Resulüîlâh (Sallallahü Aleyhi ve Sellem): «İşte açık açık imân budur.» İkincide: «0, mahz-ı imândır.» buyurmuştur. Bunun manası: gönlünüzden geçen vesveseleri, hatta onları anmayı büyük bir cürm saymanız imanın ta kendisidir. Çünkü bunlara inanmak şöyle dursun, onîan büyük suç sayarak korkmak ve söylemekten bile çekinmek, iman-ı kâmilden ileri gelir. Böyle bir imân asla şek şüphe götürmez demektir. Vesvese sorulduğu vakit Resulü Ekrem (Sallallahü Aleyhi ve Seîiem) 'in : «O, mahz-ı imândır.» buyurmuş olması: «Vesvese mahz-ı imândır.» manasına alınmamalıdır. Zira vesvese şeytandan ve onun mekrindendir. Binaenaleyh o asla imân olamaz. İmân, onun çirkin bir şey olduğunu anlayarak ondan nefret etmektir. Zâten Nevevî'nin beyanına göre bu ikinci rivayet birincinin kısaltılmışıdır. Bu sebeble İmam Müslim evvelâ ashabın vesveseyi ağıza alınması bile büyük kabahat saydıklarım sarahaten gösteren rivayeti zikretmiş; arkasından bunu getirmiştir.
Ulemâ-i kiram bu babda şunları söylemişlerdir: «Şeytan ancak aldata-madığı kimselere vesvese verir; ve bu yoldan onların temiz! imânlarını kederlemeye çalışır kâfire ise; istediği gibi gelir; dilediğini yaptırır. Onun hakkında yalnız vesvese yolu ile harekete lüzum yoktur.» Aliyyül Kaarî: Boş eve hırsız giremez., demiştir.
Şu halde vesvesenin sebebi mahz-ı imândır. Yahud vesvese, imânın alâmeti olmuş olur. Kaadi Iyaz bu kavli ihtiyar etmiştir.
Hadisin üçüncü rivayetinde: İnsanların bir birlerine suâl sormakta devam edecekleri, ve bu suâlleri tâ, Allah'ı kim yarattı? diyecek kadar ileri götürecekleri; böyle bir vaziyet karşısında: «Allah'a imân ettim* demek lâzım geleceği bildiriliyor. Ondan sonraki rivayetlerde ise haddi zâtında bu suâlleri sorduranın şeytan olduğu tasrih buyurulduktan sonra iş: «Allah'ı kim yarattı?» suâline geldi mi artık ondan A11ah'a sığınmak ve o vesveseyi derhal terk etmek emrolunuyor.
fstiazeden murad: «eûzü» çekmektir.
Hadisi şerif:
«eğer şeytan tarafından sana bir türtme (ifsâd) vakî olursa hemen Allah'a
sığın!...» [168] âyeti kerimesinden mülhemdir.
Şeytanın vesvesesine râm olarak o vadide düşünmeye devam etmek vesvesenin daha da artmasına sebeb olur. Binaenaleyh onu hemen terk ederek, şerrinden Allah'a sığınmak gerekir. Çünkü aslı astarı olmayan arızî bir şeyi defetmek için delile hacet yoktur. Allah Zülcelâl hakkında vesvese illetine mübteîâ olanlara Fahr-ı kâinat (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) efendimiz ne güzel deva tavsiye buyurmuşlardır: «Allah'a imân ettim deyiversin!...»
Buhâri şerhlerinden «Fethu'I-Bârî» de Hattâbi'den naklen şöyle denilmektedir: «Bu hadisin vechi şudur ki: Şeytan bu vesveseyi verir de o kimse de ondan Allah'a sığınır ve vesvesesinde devamdan vaz geçerse vesvese mündefi olur. Ama vesveseyi veren insan olursa onu susturmak hüccet ve delille mümkün olur. Bunların farkı şudur: İnsanla konuşmak suâl cevap tarzında olur. Onun hali mahsurdur. Usulüne riâyet ederek konuşur; ve delil bulursa muhatabı susar. Fakat şeytanın vesvesesinin bir sonu yoktur. O bir hüccetle ilzam olundu mu. başkasına kayar. Nihayet-neûzu billâh- insanı şaşkına çevirir. Bununla beraber şeytanın: «Rabbini kim yarattı?» sözü de saçmadır. Bu sözün sonu evvelini nakzetmektedir. Zira yaratanın yaratılmış olması muhaldir. Bu suâl yerinde bile olmuş olsa teselsülü icâbedeceği için yine muhaldir. Akıl, hadis olan şeylerin bir muhdise muhtaç olduğunu isbat etmiştir. Allah muhdise muhtaç olsa o da hadis yani sonradan vücuda gelen şeylerden olurdu.»
Lâkin İmam Nevevî hadisin üçüncü rivayetinde : «İnsanlar bir birlerine sormakta devam edecekler » buyurulduğunu ileri sürerek şeytanın vesvesesile insanın verdiği vesvese arasında hiç fark olmadığım söylemiştir.
Hz. Ebu Hüreyre 'nin kendisine suâl soran kimselere cevap vermemesi ya cevaba değmediği için yahud bu babta söz söylemek Allah 'in zatı ve sıfatları hakkında söz etmek gibi olduğundandır.
Mazîri diyor ki: «Hatıra gelen şeyler iki kısımdır. Bunların kalbe yerleşmeyenleri hemen terketmekle mûndeî'i olur. Bu hadis te bu manayadır. Bunlara vesvese denir. Şüpheden doğan ve kalbe yerleşen düşüncelere gelince bunlar ancak nazar ve istidlal yoluyla defedilir.
Tîybî de şunları söylemiştir. Vesveseden A11ah'a sığınarak başka şeyle meşgul olmanın emir buyrulması ve o vesveseyi gidermek için düşünmek, hüccet bulmak emrolunmaması Allah Teâlâ'nm yaradana ihtiyacı olmadığı bizzarure malum olduğundandır. Bu mesele münazara ve münakaşa kabul etmez. Çünkü bu babta düşünceye dalmak insanın ancak şaşkınlığını arttırır. Bu halde bulunan bir kimsenin Allah'a sığınmaktan başka ilâcı yoktur.
Resulüllâh (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) 'İn «Düşünceden vaz geçsin» emri üzerine Kaadi Iyaz şunları söylemiştir : «Düşünmekten vazgeçsin de başına gelen vesveseyi defetmek için Allah Zülcelâl'e iltica eylesin. Allah-ü Teâlâ'dan Önce kimin bulunduğuna, A11ah'a vacip ve müs-tahil olan şeylere burnunu sokmasın. Çünkü bunlar aklın eremiyeceği şeylerdir.
Hasılı insan şeytanın vesvesesini ancak ona kulak asmamak ve ondan yüz çevirmekle defedebilir. Çünkü bu babta münakaşa ve muhakeme vesvesenin yerleşmesine sebeb olur. Hadis-i şerif:
1 - îşine girmeyen lüzumsuz şeyleri sormanın mezmum olduğuna işarettir.
2 - Resulüllâh (SaUallahü Aleyhi ve Sellem) ileride olacak şeyleri haber vermiş ve söyledikleri aynen vaki olmuştur. Binaenaleyh bu hadis onun hak peygamber olduğuna delâlet eden mucizelerinden biridir.
3 - Resulüllâh (Sallallahü Aleyhi ve Selkm)'in bu hadisde işaret buyurduğu istidlal yolu evveli bulunmayan şeyler hakkında mülhidlerin tecviz ettiği münakaşayı red hususunda kelâm ulemasının büyük bir kaidesidir. Çünkü bir şey mutlaka başka bir şeyden meydana gelir iddiası ile girişilen bir münakaşa nihayetsiz olarak teselsül eder gider. Bu ise batıldır.
61 - Bir Müslümanın Hakkını Yalan Yere Yeminle Elinden Alan Kimsenin Cehennemle Tehdidi Babı
218 - (137) Bize Yahya b. Eyyûb ile Kuteybetü'bnü Said ve Ali Hücr toptan İsmail b. Cafer'den rivayet ettiler. İbni Eyyûb dedi ki: Bii İsmâîl b. Ca'fer rivayet etti. Dedi İd: Ala' — ki- Huraka'nın azadlısı İb: Abdirrahman'dır — Ma'bed b. Kâ'bes [169] Selemî'den, o da kardeşi A dullah b. [170] Kâ'b'dan, o da Ebu Ünıame'den [171] naklen haber verdi Resulüllâh (Sallallahü Aleyhi ve Sellem):
«Her khn yemini ile bir müslümamn hakkım elinden alırsa o kimse Allah cehennemi vacip kılmış cenneti de haram etmiş demektir.» buyı muşlar. Bunun üzerine bir zât:
Pek az bir şey olsada mı Ya Resulüllâh, demiş Resulüllâh (Satlalla Aleyhi ve Sellem):
«Misvak ağacından bir çubuk dahi olsa (yine böyledir)» buyurmuş!
219 - (...) Bize bu hadisi Ebu Bekir b. Ebu Şeybe ile İslı âk b. İbrahim ve Harun b. [172] Abdullah toptan Ebu Üsâmeden, o da Velid b. [173] Kesirden, o da Muhammed b. Kâ'b'dan naklen rivayet ettiler. Muhammed kardeşi Abdullah b. Kâ'b'i Ebu Ümamete'I-Hârisi'den o da Resulüllâh (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'den işitmiş olarak bu hadisin mislini rivayet ederken duymuş.
220 - (138) Bize Ebu Bekir b. Şeybe de rivayet etti (dedi ki): Bize Vekf rivayet etti. H.
Bize İbmi Nümeyr'den rivayet etti (dedi ki) Bize Ebu Muâviye ile Vekî' rivayet etti. H.
Bize tshâk b. İbrahim el-Hanzaü dahi rivayet etti. Lâfız onundur. (Dedi ki): Bize Vekî' haber vea-di. (Dedi ki): Bize A'meş, Ebu Vail'den, o da Abdullah'tan [174] o ^a Resulüllâh (Sallallahü Aleyhi ve naklen rivayet etti. Buyurmuşlarki «Her kim yemin-i sabr ederek onunla — yalancı olduğu halde — bir müslümanın malını elinden alırsa Allah'ın gazabına uğrayarak huzur-u Hâhiyye çıkar.»
Derken Eşa's b. Kays [175] geldi. Ve: Ebu Abdurrahman size ne anlatıyor dedi. Oradakiler: Şöyle şöyle söyledi dediler. Eş'as (evet) Ebu Abdir-rahman doğru söylemiş. Benim hakkımda âyet nazil oldu. Bİr adamla aramızda Yemen'de (münakaşalı) bir yer vardı. Onu Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)Je dava ettim.
«Beyyinen var mı?» diye sordu.
«Hayır!» dedim. Resulüllâh (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) : «O halde (hasmının) yemini (lâzım)» buyurdu.
(Yemin istenildiği takdirde) «O yemin eder dedim.» O zaman Resulüllâh (Sallallahü A leyhi ve Sellem) :
«Her kim yemin-i saDr eder; onunla —yalancı olduğu halde— bir müslümanın malını elinden alırsa Allah'ın gazabına uğrayarak huzur-u ilâhiye çıkar.» buyurdular. Bunun üzerine: «Allah'a verdikleri ahd-ü pey-man ile yeminlerini bir kaç paraya satanlar yokmu! İşte onlar için âhirette hiç bir nasib yoktur.» İlâh... Âyet-i kerîmesi nail oldu. (Âl-i İmrân: 77)
221- (...) Bize İshâk b. İbrahim rivayet etti. (Dedi ki): Bize Cerir [176], Mansur'dan [177]» o da Ebu Vail'den, o da Abdullah'dan naklen haber verdi.
«Her kim bir şeye yemin eder de o yeminde yalancı olduğu halde onunla bîr mal kazanırsa, Allah'ın gazabına uğrayarak huzur-u ilâhiye çıkar.» demiş; sonra A'meş'in hadisi gibi rivayet etmiş. Yalnız o şöyle demiş: Bir adamla aramızda bir kuyu yüzünden dava vardı. Resulüllâh (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) e davamızı arzettik;
«Ya senin şahidlerin ya onun yemini!» buyurdular.
222 - (...) Bize İbni Ebî Ömer el-Mekkî de rivayet etti. (Dedi ki):
Bize Süfyân [178]f Cami' b. Ebu Râşid [179] ile Abdülmelik b. A'yen' [180] den rivayet etti. Bunlar Şakîk b. Scleuıe'yi şöyle derken işitmişler. İbnî Mes'ud'u dinledim şöyle diyordu: ResulüUâh (Saîlallahü Aleyhi ve Sellem)1 şöyle buyururken işittim.
«Her kim hakkı olmadığı halde bir müslümanın matına yemin ederse, Allah'ın gazabına uğrayarak huzur-u ilâhiye çıkar.»
Abdullah demiş ki: Sonra Resulüllâh (Saîlallahü Aleyhi ve Sellem) bize Allah'ın Kitabından bunun doğruluğunu tasdik eden şu âyeti okudu: «Allah'a verdikleri ahdüpeymân ile yeminlerini bir kaç paraya satanlar varya: İşte onlar için âhirette hiç bir nasip yoktur » (Âlî İmran: 77)
223 - (139) Bize Kuteybetü'bnü Saİd ile Ebu Bekir b. Ebî Şeybe,
Hammâd b. Seriy [181] ve Ebu Âsim el-Haneü [182] rivayet ettiler. Lâfız Kuteybe'nindîr. Dediler ki: Bize Ebu'l Ahvas [183] Simak'dan [184], o da Alkametü'bnü Vâil'den [185], o da Babasından naklen rivayet etti. Babası şöyle demiş: Biri Hadramevt'den diğeri Kinde'den iki zat Peygamber (Saîlallahü Aleyhi ve Sellem)''!e geldiler. Hadramevt'lı:
— Yâ Resulâllâh, şu adam bana babamdan kalan bir yerimi gasb etti, dedi.
(Kinde'Iide): o benim elimde, ekip biçtiğim bir yerimdir; bunun onda hiç bir hakkı yoktur, dedi.
Bunun üzerine Resulüllâh (Saîlallahü Aleyhi ve Sellem) Hadramevtliye:
«Beyyinen var mı?» diye sordu. Hadramevt'li:
«Hayır» dedi.
«Öyle İse senin için onun yemini vardır.» buyurdular. Hadramevt'lî:
«Yâ Resulâllâh, bu adam bir fâcirdir; verdiği yemine aldırış etmez; hiç bir şeyin günahından da sakınmaz» dedi.
Resulüllâh (Saîlallahü Aleyhi ve Sellem):
«Ondan sana bundan başka bir şey yoktur.» buyurdu. Kindeli yemin etmeye gitti. O gidince Resulüllâh (Saîlallahü Aleyhi ve Sellem):
«Dikkat edin! Eğer bu adam hakikaten şunun malını zulmen yemek için yemin ederse, huzur-i ilâhiye mutlaka Allah'ın hışmına uğrayarak çıkar.» buyurdular.
224 - (...) Bana Züheyr b. Harb ile îshâk b. İbrahim de hep birden
Ebu'l-Veiid'den [186] rivayet ettiler. Züheyr dedi ki: Bize Hişâm b. Ab-dilmelik rivayet etti. (Dedi kî): Bize Ebu Avâne, Abdülmelik b. Umeyr'-den, o da aîkametü'bnü Vâîl'den, o da Vâil b, Hucr'dan [187] naklen rivayet etti. Demiş ki: Resulüîlâh (Sallallahü Aleyhi ve Seltem)fin yanında idim. Derken ona, bir yer hakkında bir birlerinden davacı olan iki adam geldi. Biri:
— Yâ Resulâîlân, bu adam cahiliyet devrinde benim yerimi gasb etti. dedi. (Konuşan İmriül Kays b. Abis el-Kindi; hasımda Rabiâtü'bnü İb-dân'dır.) KesuKülâh (Sallallahü Aleyhi ve Sellem):
«Beyyinen (var mı?)» diye sordu, imriül Kays:
«Beyyinem yoktur.» cevabını verdi. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) :
«Ötekinin yemini vardır.» buyurdu. İmriülkays:
«Öyle ise o yemin eder.» dedi. Resulüllâh (Sallallahü Aleyhi ve Sellem):
«Senin için bundan başka çare yoktur.» buyurdular.
(O zât yemin etmek için ayağa kalkınca) Resulüllâh (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) :
«Her kim zalimlik ederek bir yer alırsa, huzuru ilâhiye, Allah'ın gazabına uğrayarak çıkar.» buyurdular.
İshâk, rivayetinde (Rabia'yı): «Rabîatü'bnü Aydan» diye zikretmiştir.
Bu hadisi Buhâri «Kitâbü'l-Müzârea», «Kitâbü'l-Husûmât, «Ki-tâbü'r-Rehn», «Kitâbü'ş-Şehâdât», «Kitâbü't-Tefsir», «Kitâbü'l-İsti'zân» ve «Kitâbü'I-Eymân ve'n-Nüzûr» da tahriç ettiği gibi Ebû Davut «El-Eyman ve'n-Nüzûr» da; Tirmizi «Büyü» da, Nesaî «Kaza» da, İbni Mâce dahi «Ahkâm» da biraz lâfız farkı ile tahriç etmişlerdir.
Hadisin birinci rivayetinde ismi geçen Ebu Ümâme {Radiyallahu anh) Beni'1-Hars kabilesine mensub, Ensardandır. Onu meşhur Ebu. Ümâmete'1-Bahi1i ile karıştı rmamalıdır. Bu cihet ulema arasında ittifakı ise de ismi ve kabilesi hakkında ihtilâf vardır. Ebu Hatim er-Râzî, isminin Abdullah b. Sa'lebe olduğunu söylemiş; bazıları da Sa'lebetü'bnü Abdullah olduğunu ileri sürmüştür. Meşhur olan ismi imam Nevevî 'nin de kaydettiği vecihle İyâs b. Sa'lebe 'dir.
Şâyan-ı dikkat ikinci bir nokta da bu" zâtın vefat tarihidir. Ashabı kiramın hayatları hakkında yazılan eserlerin bir çûkunda bu zâtın Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Seltem)'in. Uhud gazasından dönüşünde vefat ettiği: ve cenazesini bizzat Resulüllâh (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in kıldığı zikrediliyor. Bu tarihe bakılırsa imam Müslim'in burada Abdullah b:
Kâ'b dan rivayet ettiği bu hadisin münkatî olması icabeder. Çünkü Abdullah b. Kâ'btâbi 'indendir. Hicretin üçüncü yılında vefat eden bir zâtı görmesine imkân yoktur. Lâkin Hz. Ebu Ümâmenin vefat tarihi yanlıştır. Nitekim hadisimizin ikinci rivayetinde Abdullah b. Kâ'b'in: «Bana Ebû Ümâme rivayet etti» demesi, onu bizzat dinlediğinin açık ifadesidir. Vefatı hakkında gösterilen tarih doğru olsa onu İmam Müslim, kitabına almazdı. Filvaki' İbnü'1-Esir Üsdü-1'Gâbe fi Ma'rifeti's-Sahâbe adlı eserinde Hz. Ebu Ümâme 'nin vefatı hakkında söylenenleri reddetmiştir.
Hadisin bütün rivayetlerinde sözü geçen yeminden murâd: Yalan yere edilen yemindir. Nitekim bazılarında «fâcir» bazılarında da «sabr» kaydile takyîd bu vurulmuştur.
Sabır: Hapsetmek demektir. Yemin eden kimse kendini yemin için hapsettiği, yahud icâbında kendisini hâkim yemin için hapsettiği için ona bu isim verilmiştir. Bu babta Kaadi lyaz şunları söylemiştir: «Yemin-i sabrın manası: yemin vermeye icbar etmek yahud yemin etmek cüretkârlığında bulunmaktır. Bu yeminin hadisde bu derece büyük gösterilmesi yemin-i gamûs [188] olmasındandır. Zira yemin-i gamûs en büyük günahlardandır. Hem onda zahiren haramı helâl ve batılı hak göstermek sûretile şeriatın hükmünü değiştirmek vardır.-»
El-Übbî Kaadî 'nin bu sözleri üzerine şu müteieâyı naklediyor: «Şeyhimiz bu yeminle gâmus arasında fark görür; ve bunun ehass, gâ-musun eamm olduğunu söylerdi. Çünkü yemini gamûs bir hakkın elder alınmadığı yerlerde de yapılır. Binaenaleyh buradaki tehdidin ona şümulü olmadığı gibi gâsıb ve emsalile bir hakkı almaya da şümulü yoktur.:
Hadisde yemine «fâcir» denilmesi, kinaye tarikiledir. Zira fücur yalar söylemenin lâzımdır. Fücur denilmiş; onun lâzımı olan yalan kasdedilmiş tir. Böyle bir yeminin cezası: cehennemin vâcib, cennetin haram olmasıdır
«O kimseye Allah cehennemi vacip kılmış; cenneti haram etmi demektir.» cümlesinden murad —emsalinde de gördüğümüz vecihle— yi bu yemini helâl i'tikad edenlerdir; ve kâfir oldukları için ebediyyen ce hennemde kalırlar. Yahud helâl i'tikad etmeyenlerdir. Bunlar bile bile ya lan yere yemin ettikleri için Cehennem'e girmeyi hak etmişlerdir. Bi naenaleyh Cennet'e doğrudan doğruya giren bahtiyarlarla beraber girma onlara haramdır.
Resulüllâh (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in hakkı elinden alman kimse yi müsîüman olmakla takyid ederek: «Bir müslütnanın hakkını elinde alırsa-..» buyurması, gayrî müslimin hakkını helâl saydığı için değildi'
Onun hakkını elinden almak da haramdır. Mefhûmu - muhalife kaail olanlarca bu cümlenin manası: «Müsîümanın malım yalan yere yeminle eîiden almak, A11ah'in gazabına uğratacak derecede büyük bir günahtır: gayrî müsimin hakkını almak da haram ise de bu derece azabı icabettirecek derecede değildir.» demektir.
Meöıum-u muhalifi delil kabul etmeyenlere göre; bu tevile hacet yokutur. Sonra elden alınan hakkın mutlaka maddî mal olması şart değildir. Hadd-i Kazif gibi şeyler de hakda dahildir.
Kaadi Iyaz : Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in müslümanı ve tahsis zikretmesi, şeriatla muhatab olup onunla muamele gördüğü içindir. Yoksa gayrî müslimin hükmü başka olduğundan değildir. Bu babta onun hükmü de müslümanm hükmü gibidir.» diyor.
Müslümanm malını haksız yere elinden almak için yalan yere yemin edenler hakkında hadisin bazı rivayetlerinde: «Allah'ın gazabına uğrayarak haşrolunacaklar» denilmiş diğer rivayetlerde A11ah'm kendilerinden yüz çevireceği beyan olunmuş; bu babta daha başka tabirlerde kullanılmıştır. Allah Teâiâ hakkında bunların hepsi «azap etmek» manasına mecazdır. Çünkü gadabm lügat manası: bir kimseden intikam almak için ona karşı kanın kaynamasıdır. Sehât ve i'razda öyledir. Binaenaleyh Allah hakkında hakiki manalarını murâd etmek muhaldir.
Burada Kaadi Iyaz şöyle diyor: « İraz, gadab ve sehât kelimeleri, hadis olan şeyler hakkında kullanılırsa: başkasına fenalık etmek maksadile halin değişmesi manasına gelirler. Bu ise; Allah Azimüşşan hakkında muhaldir. Binaenaleyh bu kelimelerin üçü de Allah'ın kullarına azâb etmek istemesinden yahud fi'len azâb etmesinden yahud da onları zemmetmesinden kinayedir; ve üçü de ya zatın sıfatlarına yahut fi'lin sıfatlarına râcidir. Zatın sıfatlarından da irâde veya kelâm sıfatına râci' olurlar.»
Übbî Kaadinin bu sözlerini izah sadedinde şunları söyler :
«Zâtın sıfatları: Zâtla kaaim olan manalardır. Yahud kaaim olan manadan alman manalardır. Âlimin Umden alınması gibi.
«Fi'lin sıfatları: Zâttan başka bir manadan alman manalardır. Hâhk ve Râzik gibi. Bunlar: halketmek ve rızk vermek manalarından alınmışlardır. Mezkûr kelimeler zâtın sıfatına verilirse kelâm ulemasının kitaplarındaki malumata göre oradan da irâde sıfatına râci olurlar. Kaadî burada kelâm. sıfatına da râci olduğunu söylemiştir. Çünkü bu sözler zem-metmekden kinaye de olabilirler demişti. Bittabi zemm kelâmdır.»
Hadisin bazı rivayetlerinde Eş'as'm : «Yemen'de bir yerim vardı» dediği; bazılarında ise: «Bir kuyum vardı» ifadesini kullandığı; ve keza bir rivayette davanın amcası oğlu ile, diğer rivayette bir yahudi ile geçtiği görülmektedir. Zahiren bu rivayetler bir birine münâfi görünse de hakikatte aralarında münâfat yoktur. Çünkü yerden maksad: kuyunun
bulunduğu yerdir. Şu halde rivayetlerin birinde kuyuyu, diğerinde kuyunun bulunduğu yeri zikretmiş demektir. Amcam oğlu dediği şahsın bir yahudi olması caizdir. Zira Yemen ahâlisinin bir kısmı yahudi idiler. Hatta Taberânî nin tahriç ettiği bir hadise göre bu hadisenin müteaddid olması ihtimali de vardır. Hz. Eş'as (Radıyallahu anh) amcası oğlu Ma'dâm b. el-Esved b. Ma'dikerib 'dir. İsminin Cerir olduğunu söyleyenler de vardır.
Hadisde zikri geçen âyet-i kerîmenin sebebi nüzulü Eşas b. Kays kıssasidır. Fakat Buharı onun nûzulu için başka bir.sebeb nakleder. Ona göre bu âyet, bir adam pazarda malını satarken müşteriye: «Bu mala senin verdiğinden daha fazla verdiler.» diye yemin ettiği zaman nazil olmuştur. Ke1bi'ye göre sebebi nüzul: fakir ve muhtaç bir takım yahudi âlimlerinin Kâ'b b. Eşrefe başvurması hadisesidir. Kâ'b b. Eşref onlara Peygamber (Sallallahü A leyhi ve Seilem) ;in Tevrat'taki vasıflarını sormuş; onlar da onun Resulüllâh olduğuna şehâdet etmişler; bunun üzerine Kâ'b kızarak: «Allah sizi bir çok hayırlardan mahrum etmiştir.» demiş. Yahudiler: «Dur acele etme, biz şaşırdık; o bizim dediğimiz sıfatta değildi» diyerek özür beyân etmişler. Kâ'b bundan memnun olarak onlara inf akda' bulunmuş. Bunun üzerine bu âyet nâziî olmuş. Daha başka sebeb gösterenlerde vardır.
Âyet-i Kerîmedeki «ahd»dan murâd: yemindir. Ahdin hüküm itibarile beş vechi vardır: Bunların ikisinde keffâret lâzım gelir; ikisinde lâzım değildir. Birisi de ihtilaflıdır. Bir kimse :
«Allah'a ahd boynuma borç olsun» dese, bu yemini bozduğu takdirde keffâret verir. Bunun yerine : «Allah'a va'd boynuma borç olsun» derse İmam A'zam Ebu Hanife ile Mâlik'e göre keffâret yine lâzımdır. İmam Şafiî 'ye göre bu sözle yemin kasdetti ise keffâret lâzımdır; yemin kasdetmedi ise bir şey lâzım gelmez. «Allah'a ahdu misak boynuma borç olsun» diyen kimseye İmam Mâ1ik'e göre iki dane keffâret lâzımdır: ancak bu sözle te'kid kasdeder-se o zaman bir keffâret vermek vacib olur.
cümlesi ya mahzuf bir mübtedanın haberidir; ve: «Da1vânı isbât eden senin iki şahidin yahud onun yeminidir» demek olur; yahud mahzuf bir haberin mübtelâsıdır. Bu takdirde mana: «Senin iki şahidin veya onun yemini, davan için matluptur.» şekline girer.
Kavinin: «Kindeli yemin etmeye gitti» demesinden yeminin başka yerde yapıldığı anlaşılıyor. Filvaki Kaadi Iyaz m beyanına göre yemin için hususi yer vardır. Medîne'liler için bu yer Resulüllâh (Sallallahü Aleyhi ve SeHemyin minberidir. Yani yemin minberin yanında yapılır.
Sait yerlerde yaşayanlar camilerde yemin ederler. Delili Hâvinin buradaki beyanatıdır.
Ha ttâbî yeminin cami'de minber yanında verilmesinin vücubu-na kaaildir. Çünkü hâdise mescid-i Nebevide cereyan etmiştir. Kinde'li zâtın kalkması minberin yanına gitmek içindir: Maarnafih bu istidlal cây-i te'emmül görülmüştür.
Hanefilere göre yemin, hâkimin huzurunda verilir.
Hadisden Çıkarılan Hükümler:
1- Müslümanların hukukunu ihlâl etmek şiddetle haramdır. Bu hu-dusta hakkın azı çoku müsavidir. Zira Resulüllâh (Sallaüahü Aleyhi ve Sellem): «Misvak ağacından bir çubuk dahi olsa...» buyurmuştur.
2 - Hâkimin hükmü başkasının malını mübâh kılamaz. Mâlik, Şafiî ve Ahmed b. Hanbel hazerâtlarile diğer bir çok ulemanın mezhebi budur. Ebu Hanife hazretlerine göre hâkimin hükmü o malı mubah kılar.
3 - Davada evvelâ müddeî dinlenir.
4 - Müddeînin, dava ettiği şeyi selemde olduğu gibi bütün teferruatile tahdid ve tavsif etmesi şart değildir. Çünkü Peygamber (Sallaiiahü Aleyhi ve Seîİem) Hadramevt'li zâttan bunu istemiştir. Şaiiî'ye göre ayni şekilde tahdid ve tavsif lâzımdır.
5- Müddeyi dinledikten sonra müddeâ aleyhe o hakkı ikrar edip etmeyeceği sorulur. İnkâr ettiği takdirde müddeîden beyyine istenir. Getiremezse müddeâ aleyhe yemin tevcih olunur.
6 - Müdeâ aleyhin: «mal benîm elimdedir.» şeklindeki itirafına karşı müddeî: «isbât etsin» dîye bir teklifde bulunamaz. Çünkü huzuru Re-sulillâhdaki davada böyle bir şey olmamıştır,
7 - Beyyine müdeîye, yemin de müddeâ aleyhe aiddir.
8 - Beyyine zilyede takdim edilir. Yani bir davada beyyine bulunursa onunla hüküm verilir; müddeâ aleyhden yemin istenmez.
9 - Zilyed yani malı elinde bulunduran kimse, o malda hâricden hak i($dia edenden evlâdır.
10 - Davaya aid olmak ve doğru söylemek şartile hakkını kurtarmak için müddeinin müddeâ aleyhe dokunacak sözler söylemesi cezayı müstelzin değildir. Çünkü Hadramevtli davacı Resulüllâh (Sallaiiahü Aleyhi ve Selîem) 'in huzurunda hasmına «Hiç bir günahdan sakınmayan bir facirdir.» dedi. O halde Peygamber (Sallaiiahü Aleyhi ve Sellem) kendisini ce-zalandırmamıştır.
Bazıları bu hadisle istidlal ederek: «dava esnasında hasımların bir birlerine hâin, fâcir gibi sözlerle söğmelerinin hükmü yoktur.» demişlerse de cumhura göre söğmek umumî olarak haram kılındığı için'böyleleri tedib olunur. Hatta gasb olmadığı halde biri diğerine gasb dese tedib olunur; ve davası sükut eder.
11 - Yalan yere yemin etmemesi için müddeâ aleyhe nasihat olunur.
12 - Hanefilere göre bir şâhid ve yeminle davaya bakılmaz.
13 - Yalancıların yemini de âdil kimsenin yemini gibi kabul edilir.
14 - Borcu hususunda yalan yere yemin eden kimse hacr edilmez. İkrarı da batıl olmaz. Aksi takdirde ondan yemin istemenin bir faydası kalmaz.
15 - Vâris malın babasından kaldığını iddia eder; hâkim de murisinin öldüğünü ve bundan başka mirasçısı kalmadığını bilirse beyyine istemeden lehine hüküm verebilir. Çünkü Peygamber (Sallaiiahü Aleyhi ve Sellem) Hadramevt'liden böyle bir şey istememiştir.
-----------------------------------------------------------------------------------------------------------
SAHİH-İ MÜSLİM TERCEMESİ ve ŞERHİ
İKİNCİ BASKI Ahmed DAVUDOĞLU
62 - Haksız Yere Başkasının Malını Almak İsteyen Kasıtcının Kendi Hakkında Kanı Heder; Öldürülürse Cehenlemlik, Malı Uğrunda Öldürülen Kimsenin de Şehid Olduğunu Beyan Babı
225 - (140) Bana Ebû Küreyb Muhammcd b. el-Alâ' rivayet etti. (Dedi ki): Bize Hâlid yânı İbnî Mahled [189] rivayet etti. (Dedi ki): Bize Mu-hammed b. Ca'fer,"el-Alâ' b. Abdirrâhman'dan, o da babasından, o da Ebû Hüreyre'den naklen rivayet etti. Şöyle demiş:
Resûlullâh (Sallallahü Aleyhi ve Selleın) 'e bir adam geldi; ve:
— Yâ Resulâllâh! Bir kimse gelip benim malımı almak istese ne buyurursun? dedi. KesüHiİlâh (ScülaUahü Aleyhi ve Sellem)
— «Ona malını verme!» buyurdu.
— «Şayed benimle mukaatele ederse?»
— «Sen de onunla mukaatele et!»
— «Ya beni Öldürürse?»
— «O halde şehid gidersin.»
— «Ya ben onu öldürürsem?»
— «O cehennemde olur.» buyurdular.
226 - (141) Bana Hasen b. Aliy el-Hulvâni ile tshâk b, Mansur ve Mu-hammed b. Râfi' rivayet ettiler. Lâfızları bir birine yakındır, fshâk (Bize haber verdi) ta'birini kullandı. Ötekiler: Bize Abdurrazzâk rivayet etti, dediler. (Demiş ki): Bize İbni Cüreyc haber verdi. Dedi ki: Bana Süleyman el-Ahval [190] haber verdi. Önada Ömer b. Abdirrahmân'ın âzadhsı Sabit [191] haber vermiş ki, Abdullah b. Amr'Ia Anbesetü'bnü Ebî Süfyân [192] arasında olan olduğu vakit harbe hazırlanmışlar. Müteakiben Hâli-dü'bnü'I-Âs (atma) binerek Abdullah b. Amr'a gitmiş; ve ona nasihatta bulunmuş. Abdullah b. Amr «Sen Resulüllâh (Saîlallahü Aleyhi ve SeÜem)*nı;
— «Her kim malı uğrunda öldürülürse şehiddir.» buyurduğunu pil-mez misin? demiş.
Bu hadîsi bana Muhammed b. Hatim de rivayet etti. (Dedi ki): Bize Muhammed b. Bekr [193] rivayet etti. H.,
Bize Ahmed b. Osman en-Nevfeli [194] dahi rivayet etti. (Dedi ki): Bize Ebû Âsim [195] rivayet etti. Muhammed'le Ebû Âsim'ın ikiside tbni Cü-reyc'den bu isnadla bu hadisin mislini rivayet etmiştir.
Bu hadisi Buhârî «Kitabii'l-mezâlim» de tahriç ettiği gibi, Ebû Dâvud, Tirmizi, Nesaî ve İbni Mâce muhtelif tariklerden rivayet etmişlerdir. İmâm Ahmed b. Hanbel onu «Müsned» inde,
Taberanî «El-Evsât» da, Ebû Ya'lâ El-Mavsili «el-Mu'cem» i ile «el-Müsned» inde Bezzâr «Müsned» inde ve Ebû Nuaym «Müstahrec» inde muhtelif lâfızlarla muhtelif yollardan tahriç etmişlerdir. Bunların bazısında:
«Malı uğrunda mazlum olarak öldürülen kimseye cennet vardır.» buyurulmuş, bazısında:
«Her kim malı Uğrunda Öldürülürse o kimse şehiddir; kim canı uğrunda öldürülürse o kimse şehiddir, her kim dini uğrunda Öldürülürse o kimse şehiddir; her kim ırzu namusu uğrunda öldürülürse o kimse şehiddir.» şeklinde tafsilât verilmiştir.
Hadisi Fahr-i Kâinat (Satkülahü Aleyhi ve Sellem) Efendimizden: Ebû Hüreyre, Ali b. Ebî Tâlib, İbni Abbas, İbni Ömer, İbni Mes'ud, Enes b. Mâlik, Câbir, Sa'd b. Ebî Vakkaas, Said b. Zeyd, Büreyde, Abdullah b. Zübeyr, Abdullah b. Amir ve diğer ashab-ı Kiram (Radiyallahû Anhûm) hârezatı rivayet etmişlerdir.
Şehid şehâdetten alınmıştır. Şehâdet, bir şeyi beyan etmek başında bulunup görmektir.
Şehid hakkında Nadr b. Şümeyl şunları söylemiştir: «Şehid diri olduğu için kendisine bu isim verilmiştir. Çünkü şehidlerin ruhları «Darü's-Selâm» ı görürler. Başkalarının ruhları ise onu ancak kıyamette göreceklerdir.»
Ibnü'l-Enbârî de: «Şehid ismi verilmesi, kendisine melekler cennetle şehadedde bulunacakları içindir.» diyor. Bu takdirde şehidin nıa'-nası: kendisine şehâdet edilen zât demek olur. Bazıları: «Bu ismin verilmesi, ruhu bedenden çıkarken kendisine ihsan buyurulan sevap ve kerameti gördüğündendir» demiş; bir takımları rahmet melekleri gelerek ruhunu onlar kabzettiği için şehid denildiğine, daha -başkaları imanına şehâdet olunduğu için ona bu ismin verildiğine kaail olmuşlardır. Onun şehid olduğuna şahidi vardır da onun için şehid denilmiştir. Bu şahid onun kanıdır; çünkü şehid, yarasından kan fışkırarak haşrolunacaktır.» diyenler de vardır.
Hasılı şehid «faîl» babında bir kelime olup hem fail hemde mef'ul mânasına alınarak izah edilmiştir.
Şehid üç kısımdır:
Birincisi: Kâfirlerle harb ederken harp âletlerinden biri sebebile öldürülenlerdir. Bunlara hem dünyada hem âhirette şehid hükmü verilir. Cenazeleri yıkanmaz: Yalnız ta'zîm ve ikram için namazları kılınır. Şafii-lere göre namazları da kılınmaz.
İkincisi: Âhirette sevap hususunda şehîd sayılıp dünya ahkâmı huşusunda sayılmayanlardır. Bunlar verem ve tâûn gibi hastalıklar sebebile ölenlerle üzerine bina yıkılanlar ve malı, dînî, ırzu namusu uğrunda öldürülenler ve benzerleridir, ki şehid hükmünde oldukları sahih hadislerle sabittir. Bu nevi şehidlerin cenazeleri yıkanır; namazları kılınır. Âhi-rette kendilerine şehid sevabı verilir; yalnız sevaplarının hakikî şehîdler derecesinde olması lâzım gelmez.
Üçüncüsü: Ganimete hiyânet edenlerdir. Bunlar harpte öldürüldükleri takdirde kendilerine dünyada şehid hükmü verilerek cenazeleri yıkanmazsa da âhirette kendilerine tam şehid sevabı verilmez.
Resulüllâh (Sallalkthü Aleyhi ve Sellem) 'in: «Malını ona verme!» buyurması vermenin haram olduğunu beyân için değil, vermek lâzım gelmediğini bildirmek içindir.
Saldırgan için : «O cehennemdedir.» cümlesinin nıa'nası: o bunu hak etmiştir, demektir. Allah Zülcelâl dilerse, cezasını verir; dilerse afve-der. Ancak yaptığı bu işi helâl i'tikad ederse kâfir olur.
Abdullah b. Amr ile Anbese arasında geçen hadise şudur: Hz. Muaviye 'nin valisi Anbese arazisini sulamak fçin Amr b. Âs oğullarının bağçesinden yol açmak istemiş. Bunun üzerine Abdullah bin Amr azadlılariyle birlikte silahlanarak karşısına gelmiş ve: «Vallahi bizden bir tek kişi kalmadıkça bizim bağçe-mize dokunamazsınız» demiş. Ve iki taraf harbe hazırlanmışlar. Hadise Taif de olmuştur.
Hadisi Şerif Aşağıdaki Hükümlere Delalet Eder:
1 - Haksız yere malını elinden almak isteyen bir su-i kasıdçıyı öldürmek caizdir bunda diyet ve kısas da yoktur. Hadis umumî olduğu için müdafa'a hususunda malın azı çoğu müsavidir. Abdullah b. el -Mübarek «İki dirhem İçin dahi mukaatele edebilir.» demiştir. Cumhur-u ulemanın kavli de budur.
Malikilerden bazılarına göre; elbise ve yiyecek gibi az bir şey isterse öldürmek caiz değildir. Fakat bu kavil tasvib olunmamıştır. Doğru olan kavil cumhurun kavlidir. Ailesinin namusunu korumak bilittifak vaciptir.
Nevevî: «Öldürmek sûretile nefsini müdafa'a etmek bizim mezhebe göre de başka mezheplere göre de ihtilaflıdır. Mal müdafaası vacip değil, caizdir.» diyor.
2 - Malı, canı namusu ve dini uğrunda Öldürülen kimse şehiddir.
3 - Bu bâbta ruhsatla amel ederek malını, ailesini veya kendini düşmana teslim eden kimsenin işi Allah'a kalmıştır. (Dilerse özürünü kabul eder). Fakat selâbet gösterirde öldürülürse şehid olur.
4 - Geceleyin birinin evine girerek hırsızlık eden bir şahsı hâne sahibi arkasından ta'kib ederek öldürse, İmam A'zam (Rahimehullah)'a göre bir şey lâzım gelmez.
63 - Tebeasını Aldatan Valinin Cehennemi Hak Edeceği' Babı
227 - (142) Bize Şeybân b. Ferrûh rivayet etti. (Dedi ki): Bize Ebu'l-Eş'heb, [196] Hasen'den [197] rivayet etti. Demiş ki: Ubeydullah b. Ziyâd Ma'kıl b. Yesâr el-Müzeni [198] yi ölüni döşeğinde iken ziyaret etmiş. Ma'kıl: «Sana Resulüllâh (SaîlaUahü Aleyhi ve Setletn)'den dinlediğim bir hadisi rivayet edeceğim. Şayet daha yaşayacağımı bilseydim onu sana söylemezdim. Gerçekten ben Resulüllâh (Saîlallahü Aleyhi ve Sellem)'i şöyle buyururken işittim demiş.
«Allah bir halk kitlesinin başına getirip de, öldüğü gün halkını aldatmış olarak ölen hiç bir kul yoktur kİ, Allah ona cenneti haram etmesin.»
228 - (...) Bize Yahya b. Yahya rivayet etti. (Dedi ki): Bize Yezid b.
Zürey' Yûnus'dan [199], o da Hasan'dan naklen rivayet etti. Demiş ki: Ma'-kıl b. Yesâr hasta iken Ubeydullah b. Ziyâd onun yanına girerek ona (bazı şeyler) sormuş Ma'kil: Ben sana (şimdiye kadar) söylemediğim bir hadis rivayet edeceğim: Resulullah (SaHaîlahü Aleyhi ve Sellem)
«Eğer Allah bir kulu bir halk kitlesinin başına geçirir de, o kul ölürken halka hıyanet etmiş olarak ölürse Allah ona cenneti haram kılar.»
buyurdular demiş.
Ubeydullah: Bunu bana daha evvel niçin söylemedin? demiş Ma'kıl: «Sana söylemedim; yahud: Sana söyleyecek değilim.» cevabını vermiş.
229 - (...) Bana Kaasim b. Zekeriyyâ rivayet etti. (Dedi ki) ; Bize Hüseyn yânı el-Cu'fî, Zâide'den, o da Hişam'dan naklen rivayet etti. Dedi ki: Hasen şunları söyledi: Ma'kıl b. Yesâr'm yanında idik; ona hastalık ziyareti yapıyorduk. Derken Ubeydullah b. Ziyâd geldi. Ma'kıl ona hitaben: Sana ResuIüllâh (Sallallahü Aleyhi ve Seîîem)'den işittiğim bir hadis rivayet edeceğim, dedi. Ve öteki râvilerin hadisi ma'nasmda rivayette bulundu.
(...) Bize Ebû Gassân el-Mismaî ile Muhammed b. el-Müsennâ ve İs-hâk b. İbrahim de rivayet ettiler. İshâk (Bize haber verdi) ta'birini kullandı. Ötekiler: Bize Muâz b. Hişâm rivayet etti, dediler. Muâz demiş ki: Bana babam Katâdeden, o da Ebu'l-Melih' [200] den naklen rivayet etti ki, Ubeydullah b. Ziyâd Ma'kıl b. Yesar'ı hastalığında ziyaret etmiş. Ma'kıl ona şunları söylemiş: «Sana bir hadis söylüyeceğim; ama Ölüm hâlinde olmasaydım onu sana söylemezdim.» Ben ResuIüllâh (Sallallahü, Aleyhi ve Sellem) 'i:
«Müslümanların umurunu üzerine alıp âa onlar için çalışmayan ve hayırhah olmayan hiç bir âmir yoktur ki, onlarla birlikde cennete girebilsin.» buyururken işittim.
Bu hadîsi Buhârî «Kitâbü'l-Ahkâm» da tahriç etmiştir.
Hz. Ma'kıl'i ziyarete gelen Ubeydullah b. Ziyâd Muâviye (Radiyallahu anh) zamanında Basra valisi idi. Bu vazifeyi Muâviye'nin oğlu Yezid zamanında da yapmıştır.
Ma'kı] (Radiyallahu anh)\n bu hadisi ölüm döşeğine düşmeden söylememesi ya mumaileyh Ubeydullah'ın nasihat kabul etmeyeceğini bildiği içindir; ve âhir ömründe hadisi gizlemiş olmanın vebalinden korkarak onu rivayet etmiştir. Yahud daha önce söylemiş olsa Ubeydullah üzerinde bir te'siri olmaz da onun bu kötü hâlini halkın kalplerine yerleştirmeye sebep olur endişesile o ana kadar gizlemiştir. Nevevî bu ikinci ihtimâli daha kuvvetli bulmaktadır. Birinci ihtimâl ona göre zaiftir; çünkü emr-i bil ma'ruf, kabul olunmamak ihtimâlile sakıt olmaz.
Hadisin bazı rivayetlerinde: «Allah bir kulu bir halk kitlesinin başına geçirirse...» denilmiş; bazılarında bunun yerine: «Bir âmiri geçirirse...» diğer bâzılarında: «Bİr valiyi geçirirse...»ta'birleri kullanılmıştır. Bunlardan maksad; millet idarecileridir. Bu zevat millete dînî ve dünyevî bütün hususâtta yardımcı ve Öğretici mevkiindedirler. Milletin hukukunu korumaz; hudûdû şer'iyyeyi tatbik etmez; yahud adil olmazlarsa vazifelerini sü-i isti'mal etmiş olurlar. İşte hadisdeki «gâşş» tâbiîrinden murâd bunlardır.
Ibni Battal diyor ki: «Bu hadis zâlim hükümdarlar için pek büyük bir tehdiddir. Çünkü kullara yaptıkları zulümlerin hesabı kıyamet gününde kendilerine sorulacaktır. Acaba koskoca bir millete zulmeden bir adam, o millete hakkım nasıl helâl ettirir?...»
Böylelere cennetin haram olmasından murâd — bir çok emsalinde de gördüğümüz vecihle— ya zulmü mubah i'tikad ederek dinden çıktıkları için ebediyyen cennet yüzü görememeleridir; yahud zulüm haram olduğuna i'tikad ettikleri halde onu yine mazlumlara reva gördükleri için cennete doğrudan doğruya giren bahtiyarlarla birlikde girmek kendilerine haramdır. Buradaki tahrim, menetmek ma'nasmadır.
Bâzı rivayetlerde «Allah ona cenneti haram kılar...»ifadesinin yerine: «Cennetin kokusunu bile alamaz.»buyurulmuştur. Halbuki cennetin nefis kokularının yetmiş yıllık mesafeden duyulacağı sahih hadislerde vârid olmuştur. Taberanî 'nin tahriç ettiği Abdullah b. Mugaf fe1 (Radiyallahu anh) hadisinde :
«Cennetin nefis kokusu k.yâmet gününde yetmiş yıllık mesafeden du-yulur.» buyurulmaktadır.
64 - Bazı Kalplerden Emanet ve İmanın Kaldırılması ve Kalplere Fitne Arız Olması Babı
230 - (143) Biie Ebû Bekr b. Ebî Şeybe rivayet etti. (Dedi ki): Bize Ebû Muâviye ile Veki' riyâvet ettiler. II.
Bize Ebû Küreyb dahî rivayet etti. (Dedi ki): Bize Ebû Muâviye,
A'meş'den, o da Zeyd b. Vehb'den, [201] o da Huzeyfe' [202] den naklen rivayet etti. Huzeyfe şöyle demiş: Bize Resulüllâh (Salîallahü Aleyhi ve Sellem) iki hadis söyledi. Ben bunların birini gördüm; ötekinide bekliyorum:
Resulüllâh (Saîlallahü Aleyhi ve Sellem) bize, (evvelâ) emânet insanların kalplerinin derinliğine indiğini, sonra Kur'ân inerek ondan ve sünnetten bir şeyler öğrendiklerini anlattı. Sonra da bu emânetin kaldırılmasından bahsetti. Buyurdu ki:
«İnsan uykusunu uyur. (Bu esnada) emânet kalbinden alınıverir de ufacık bir siyah leke halinde eseri kalır. Sonra (yine) uykuya dalar. (Bu sefer) kalbinden emânet (in kalan kısmı da) alınır. Bunun eseri de kabarcık gibi kalır. Ayağının üzerine bir kor yuvarlanıp da nasıl kabarcık hâsıl olur ve içinde bir şey olmadığı halde onu kabarmış görürsün! onun gibi bir şey. Sonra ufak taşlar alarak onları ayağının üzerinde yuvarladı. (Ve şöyle devam etti) :
İnsanlar (o hâle gelecek ki) alış veriş yapacaklar; birinin doğru dürüst hareket ettiği görülür görülmez : Filân oğullarında emin bir adam var! denecek. Hatta herifin kalbinde hardal danesi kadar iman olmadığı halde onun hakkında : «O ne metin!.. O ne zarif!.. O ne akıllı adamdır!..» denecek.» (Huzeyfe sözüne devamla) :
— Vallahi öyle günler gördüm ki, sizin hanginizden alışveriş yapacağım diye hiç gam yemezdim. (Çünkü alış verişte bulunduğum zat) müs-lümansa bana hıyanetten onu dînî menederdi. Hıristiyan yaftud yahudi ise ona da âmiri aman vermezdi.
Bu gün ise sizlerden filân ve filândan başka kimseden alış veriş yapamaz oldum.
(...) Bize İfani Nümeyr de rivayet etti. (Dedi ki): Bize babamla Vekî rivayet ettiler. H.
Bize İshâk b. İbrahim dahî rivayet etti .(Dedi ki): Bize İsâ b. Yunus rivayet etti. Vekî ile İsâ hep birden A'meş'den bu isnadla bu hadisin mislini rivayet etmişler.
Bu hadisi Buhârî «Kitâbü'r-Rukaak» ile «Kitâbü'l-fiten» de Tirmizi ile İbni Mâce de ^Kitâbü'l-fiten» de tahriç etmişlerdir. Hadisin senedinde A'meş de vardır. Bu zât müdelîislerden olduğu için «anfulân...» diyerek rivayet ettiği hadislerinin kabul edilmemesi icap eder-
(S.A.V.) in münafıklar hakkında sır dostudur. 36 tarihinde Hz. Osman'dan kırk gün sonra vefat etmiştir. sede bu hadisi şeyhinden dinlediği sabit olmuştur. Mudellislerin şeyhlerinden dinledikleri hadisler makbuldür. Onun için burada «an» edâtiyle rivayeti zararsızdır.
Hz. Huzeyfenin iki hadisden muradı: emânete dair olan hadislerdir. Yoksa kendisinin Buhâri, Müslim ve diğer sahih hadis kitaplarında bir çok rivayetleri vardır. «Et-Tahrir» namındaki Müslim şerhinde: «Bu iki hadisden biri, emanetin kalplerin derinliğine yerleştiğini bildiren, ikincisi de sonra kaldırıldığını beyan eden hadislerdir.» denilmiş; ve ikisi-ninde ayni rivayette zikredilmiş bulunduklarına işaret olunmuştur. Fakat Ubbî şeyhinden naklen, buradaki rivayetin bir hadis olduğunu ikincisinin muhtemelen bundan sonra gelen fitneler hadisi olduğunu söylüyor.
Hadisde mevzu'u bahis olan emanetten murad: Zahire göre Allah'ın teklifi ve kullarından aldığı ahdu peymandır. Vahidi
«Biz emaneti göklere, yere ve dağlara arzettik...» âyeti kerîmesinin tefsirinde Hz. İbni Abbas'm: «Emanetten murâd: Allah'ın kullarına farz kıldığı ibâdetlerdir» dediğini nakleder. Ve ekseri müfessirinin kavli bu olduğunu söyler.
Hasan-ı Basrî: «Emanetten murâd: dindir; zira dinin her şeyi emanettir.» demiştir. Ebu'l-Âliye: «Emânet, kulların emir ve nehi olunduğu şeylerdir» diyor. «Et-Thrir» sahibi Ebû Ab-dillâh Muhammed et-Teymî de şunları söylemiştir; «Ha-disdeki emânet: «Âyetteki emânetin aynıdır. Ayetteki emânet ise aynen imandır. Eğer emânet kulun kalbinde yer tutarsa o zaman kul Allah'ın teklif ettiği şeyleri edâ etmeye çalışır ve bu teklifleri bir ganimet bilerek ifâsına canla başla gayret eder.»
Kurtubî ; emâneti: «Muhafazası başkasına tevdi edilen her şeydir.» diye tarif ediyor. Bu takdirde kulların muhafaza için birbirlerine verdikleri vedia, ariyet ve saire gibi şeyler de buradaki emânete dahil olur.
Şerefüddîn Tîybî: Galiba ulemanın buradaki emâneti imanla tefsirlerine sebep hadisin sonundaki: «Kalbinde hardal danesi kadar iman olmadığı halde...»cümlesidir. Halbuki emâneti hakiki mânasına hamlet-melilerdi. Çünkü hadisde: «insanlar (o hale gelecekler ki) alış-verİş edecekler; fakat hemen hiçbiri emâneti edâ etmeyecek...» buyuruluyor. Böyle olursa hadisin sonundaki iman emânet mânasında kullanılmış olur ki, emânetin şanı pek büyük olduğunu gösterir; ve onu edaya teşvik olur. Nitekim Resulüllâh (Sailallahü Aleyhi ve Sellem) ;
«Emâneti olmayanın dini de yoktur.» buyurmuştur, diyor.
Emânetin evvelâ insanların kalplerine inmesi; sonradan onu Kur'ân ve sünnetten Öğrenmeleri şöyle izah olunuyor: Emânet insanların fıtratında vardır. Kur'ân-ı Kerîm inince ondan ve Resulüllâh (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) 'in sünnetinden kesp ve istifade sûretile bu emâneti arttırdılar.
Hadîsin mânası şudur: Kalplerden emânetin kalkması âhir zamana mahsustur. Emânet yavaş yavaş kalkacak; ilk cüz'ü kalktımı, onun nuru da kalplerden uçacak yerine siyah bir nokta gibi zulmet çökecek; daha sonra ikinci cüz'ü kalkacak; ve yerine yine zulmet, çökecek. Bu suretle kalplerdeki siyah noktalar da büyüyerek âdeta siyah bir leke haline gelecekler. Kalplerdeki emânetin nuru giderek yerine zulmet çökmesi insanın ayağı üzerine kor yuvarlanmasına benzetiliyor. Kor geçtiği yeri yakarak nasıl tesir bırakır; yerine kabarcık kalırsa emânetin nuru da Öyledir. Nur gider yerinde eseri kalır.
O zaman insanlar hâinleşecekler. Alış verişde hiyanet etmeyen parmakla gösterilecek ve: «Filân kimse doğru adammış.» diye dillere destan olacak. Halbuki onun da kalbinde zerre kadar emânet bulunmayacak.
Hadisin bu cümlesinde emânet yerine iman tâbiri kullanılarak:
«Herifin kalbinde hardal dânesi kadar iman olmadığı halde...»buyu-rulmuştur. Buradaki imandan murâd, emânettir. Emânet imanın lâzımı olduğu cihetle mecazen ona imarı denilmiştir. Yoksa o adam hakikaten kâfir oldu demek değildir.
Müslim sarihi Übbî diyor ki: Bu hadisden maksat, emâneti muhafaza edecek; ona hiyânette bulunmayacak fıtratta yaratılan kalplerden onun kaldırılması hâlinin tefsir ve izahını haber vermektir.
Hz. Huzeyfe (RadiyaÜahu anh) 'm: «Öyle günler gördüm ki, sizin hanginizden alış veriş yapacağım diye hiç gam yemezdim...» cümlesile bahsettiği alış verişi bazıları hilâfet için beyat, din babında ittifak ve sözleşme gibi mânalara almışsa da Kaadî Iyâz ve başkaları bu sözün hatâ olduğunu söylemişlerdir. Hatta nefs-i hadisde bu sözü nakzeden yerler bulunduğunu Nevevî beyân etmiş; ve hadisde hıristiyanla yahu-dı zikredildiğini, halbuki bunların bir birlerile din babında hiç bir zaman ittifak etmediklerini bildirmiştir. Hasılı buradaki alış verişden murâd hakiki alış veriştir.
Bu hadisi şerif, âhir zamanda insanların dînen bozulacaklarını, emânetin ortadan kalkacağını haber vermektedir. Zamanımız insanlarının bu hususdaki halleri ise her türlü izah ve beyândan müstağnidir. Demek isterim ki, vuku' bulacağı on dört asır önce haber verilen muazzam bir hâdise bu gün kimsede en ufak bir şüphe bırakmayacak derecede meydandadır. Şu halde hadisi şerif Resulüllâh (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) 'in hak Peygamber olduğuna delâlet eden bir mucizedir.
65 - İslamın Garip Başlayıp Garip Biteceğini ve İki Mescid Arasına Çekileceğini Beyan Babı
231 - (144) Bize Muhammed b. Abdillâh b. Nüraeyr rivayet etti. (Dedi ki): Bize Ebû Hâlid yânı Süleyman b. Hayyân, Sa'd b. Târik'dan, o da Rib'i'den [203] , o da Huzeyfe'den naklen rivayet etti. Demiş ki:
Ömer'in yanında idik. Bize: «Resulüllâh (Saîlallahü Aleyhi ve Seliem) fitneleri anlaürken hanginiz işitti?» diye sordu. Bazıları: («Biz işittik») dediler. Ömer:
İhtimâl siz, kişinin ailesi ve komşusu hususundaki fitnesini kastediyorsunuz?» dedi. Oradakiler:
— «Evet!» cevabını verdiler. Ömer:
— «(Hayır!) o fitneye namaz, oruç ve sadaka keffâret olur. Lâkin Peygamber (Saîlallahü Aleyhi ve Selletn)'i deniz dalgası gibi dalgalanacak olan fitneleri anlatırken hanginiz işitti?» dedi. (Huzeyfe diyor ki): Bunun üzerine cemaat sustu. Ben (davranarak):
— Ben (işittim) dedim. Ömer:
— «Sen mi? Aferin sana!» dedi. (Huzeyfe şunları söylemiş):
— Resulüllâh (Saîlallahü Aleyhi ve Sellemyi:
«Fitneler kalplere (tıpkı) hasır çubukları gibi dal dal arz olunur. Artık onlar hangi kalbe işlerse o kalbde siyah bir leke hâsıl olur. Hangi kalb onları kabul etmezse o kalpde de beyaz bir leke meydana gelir. Böylece iki kalbe yerleşirler. (Bu kalplerden) biri cilâlı taş gibi bembeyazdır; ve göklerle yer durdukça ona hiç bir fitne zarar vermez. Ötekine gelince : o alaca siyahtır; tepesi aşağı duran desti gibidir. Ne bir ma'ruf tanır; ne de bir münkeri inkâr eder. Yalnız içine işleyen heva ve hevesini bilir.» derken işittim.
Ömer'e: «Seninle bu fitneler arasında, kırılmak üzere bulunan kapalı bir kapı vardır.» dedim. Ömer:
— «Hay Allah hayırim versin, o kapı kırılacak mı? Açılmış bile olsa belki tekrar kapanır.» dedi. Ben:
— «Hayır! bilâkis kırılacak.» dedim. Ve kendisine: bu kapının, öldürülecek yahut ölecek bir zât (dan kinaye) olduğunu, mugalata değil dos doğru bir söz olarak* anlattım.
Ebû Hâlid demiş ki: Ben Sa'de: «Yâ Ebâ Mâlik [204]! Bu siyah mürbaad
nedir?» dedim.
— «Siyahın içindeki şiddetli beyazdır.» dedi.
— «Yâ mücahhi desti nedir?» diye sordum.
— «Tepsi aşağı demektir.» cevabım verdi.
(...) Bana İbnî Ebû Ömer de rivayet etti. (Dedi ki): Bize Mervân-ı Fezârî rivayet etti. (Dedi ki): Bize.Ebû Mâlik el-Eşcaî, Rib'iden naklen rivayet etti. Rib'i şöyle demiş: «Huzeyfe, Ömer'in yanından gelince oturarak bize anlattı.
Dedi ki: Dün Emîriümü'minînin, yanına oturduğum sırada ashabına: Resulüllâh (SaUallahü Aleyhi ve Settem) 'in fitneler hakkındaki hadisini hanginiz hatırlıyor? diye sordu...» diyerek hadisi Ebû Hâlid hadisi gibi rivayet etti: Yalnız Ebû Mâlik'in «mürbaadd» ve «mücahhî» kelimelerini tefsir ettiğini söylemedi.
(...) Bana Muhammed b. el-Müsennâ ile Amr b. Aliy ve Ukbetü'bnü Mükrem el-Ammî de rivayet ettiler. Dediler kî: Bize Muhammed b. Ebî Adîy, Süleyman et-Teymî'den, o da Nuaym b. Ebî Hind'den [205] , o da Rib'i b. Hirâş'dan, o da Huzeyfe'den naklen rivayet etti ki, Ömer: «Bize kim rivayet edecek yahut —aralarında Huzeyfe de bulunduğu halde— Bize Resulüllâh (Sallallahü Aleyhi ve SeUem)'m fitne hakkında söylediklerini hanginiz rivayet edecek?» demiş.
«Ben!» cevabını vermiş.
Huzeyfe, hadisi Ebû Mâlik'in Ribi'den rivayet ettiği şekilde nakletmiş. Yalnız bu hadisde Huzeyfe'nin: «Ona masal değil dos doğru bir söz olarak anlattım» dediğini söylemiş. Ve: «Huzeyfe bu sözü ile hadisi Resulüllâh (SalMUthü Aleyhi ve Selîem) 'den rivayet ettiğini anlatmak istemiştir.» demiş.
Bu hadisi Buhâri «Kitâbü'l-Fiten», «KitâbüVSalât» ve «Kitâ-bü'z-Zekât» da, Titmizi ile îbni Mâcede «Kitâbül-Fiten» de tahriç etmişlerdir.
Hz. Huzeyfe (Raâiyallahu anh) 'm bu hadisi de mucizedir. Çünkü Hz. Ömer (Radiyallahu anh)'in şehid edileceğini ve onun vefatından sonra bir takım fitneler zuhur edeceğini haber vermektedir. Ubbî'nin beyanına göre burada haber verilen fitnelerden murâdi. Hz. Osman (Raâiyallahu anh) 'in şehid edilmesi ve dalâlet fırkalarından hâricilerin Hz. A1î (Radiyallahu anh)'a karşı isyanı gibi şeydir. Ceme1 ve Sıffîn vakalarına bu haberin şümulü yoktur. Çünkü o vakalara iştirak eden zevat hakkında «Ne bir ma'ruf tanır; ne de bir münkeri inkâr eder.» denilemez.
Fitne: Lügatta imtihan, ibtilâ ve deneme mânalarına gelir. Küfür, rezalet azâb, harb, musibet, dalâl ve günah mânalarında da kullanılır. Fakat bütün bu mânaların aslı yine deneme mânasına gelen ihtibârdır. KaadiIyâz bu kelimenin Örfen: deneme ile meydana çıkarılan her şeyde kullanıldığım; hayıra da şerre de itlâk edildiğini söylüyor.
Bir kimsenin ehli yâni ailesi hakkında fitneye düşmesi: onlar tarafından başına gelen elem, keder, üzüntü, kötülük ve şüphelerdir. Komşusu hakkındaki fitneden murâd da, komşusu zenginse onun gibi zengin olmak için üzülmesidir. Bu gibi fitnelerin Keffâreti: beş vakit namazı vakitlerinde kılmak orucunu tutmak ve zekâtını vermektir
«Şüphesiz ki hayır ve hasenat günahları giderir.» âyet-i kerîmesi, büyük günahlardan sakınmak şartile beş vakit namaz küçük günahları giderir diye tefsir edilmiştir. Ekseri müfessirlerin kavli budur.
İbni Abdilberr: «Zamanımızda bazı ilim müntesibleri: Bütün büyük ve küçük günahlara namaz vp-taharet kefââret olur; demiş; ve bu hadisle abdestin günahları ıskat ettiğini bildiren hadisi delil göstermiştir» diyorsa da bu kavil reddedilmiştir. Ebû Ömer: «Bu bir cehalet ve ayni zamanda ehl-i dalâletten mürcie fırkasına muvafakattir...» demiştir.
Zuhur edecek fitnelerin büyüklüğü ve husule gelecek hşrcü-merc deniz dalgasına benzetilmiştir. Yanî kükremiş denizin dalgaları nasıl çalkalanır ve bir birine çarparsa fitneler de öylece bir birini takip edecek demektir. Hz. Ömer (Radiyallahu anh) m suali karşısında cemaatin susması, fitnenin bu nevini bilmedikleri içindir. Onlar yalnız birinci nevi fitneyi bilirlerdi.
tabirinin asıl mânası «baban Allah 'indir.» demektir. Fakat araplar bu cümleyi aferin makamında kullanırlar. Nitekim : cümlesinin mânasıda «Babasız kalasın» demektir. Ama araplar ondan böyle bir mâna kasdetmezler. Ebû Abdi11âh Temîmi'nin beyanına göre bu tabir bir şeye teşvik makamında kullanılır. Zira bir kimsenin babası sağ olursa, başı çiara geldiği zaman hemen ondan yardım ister; bu suretle fazla yorulmadan emeline nail olur; şu halde buradk baba yardımcı demektir, «babasız kalasın» demek:
«Yardımcısız kalda kendi işini kendin görmeye hazır ol!» mânasına taşır. Lisanımızda böyle bir tabir bulunmadığından tercenıede onun yerine: «Allah hayrını versin» tabirini kullandık.
Fitnelerin kalplere yerleşmesi de hasıra benzetilmiştir. Buradaki «arz olunur» tabirinden murâd: fitnenin kalbe hasır gibi döşenmesi yânî yeri e sinesidir. Hasır üzerinde yatan bir kimseye hasır nasıl yapışırda vücudunda iz bırakırsa fitne de ayni şekilde kalbe yerleşir ve orada iz bırakır.
«Dal dal arzolunmak»dan maksad: bazılarına göre fitnelerin tekerrürüdür. «Hasır gibi» tâbiri de: hasır dokur gibi demektir. Yanı hasır dokuyan kimse hasır çubuklarını nasıl birer birer örerse fitneler de peyder pey zuhur edecektir.
Hadisde fitnenin tesirine kapılmayan kalpler mücellâ taşa, fitneyi kabul edenle- de tepesi aşağı çevirilmiş destiye benzetilmiştir. Yanı hayırı kabul etmeyen bir kalp, içinde su kalmayan ters çevrilmiş destiye benzer.
Sa'd b. Tarık'ın «mürbaadd», «siyaha karışan şiddetli beyazdır.» diye tefsirde bulunmasını bazı hadis imamları tashif kabul etmişlerdir. Onlar kelimenin şiddet değil «şebeh» yanı benzerlik olacağı kanaatindedirler. Çünkü siyaha karışan beyaz, çok olursa o renge araplar «belak» o rengi taşıyan şeye de «eblak» derler, «mürbaadd» siyaha az miktarda beyaz karışandır. Lisanımızda buna boz renk tabir olunur. Maamafih bu kelimeyi Sa'dın *efsir ettiği mânaya alanlar da vardır.
Hz. Huzeyfe Ömer (Radiyalîahu anh) 'a : «Seninle bu fitneler arasında, kırılmak üzere bulunan kapalı bir kapı vardır.» demekle, onun hayatında bu fitnelerin zuhur etmeyeceğini anlatmak istemiştir. Kırılmak ta-birile dahi onların önlenemeyeceğine işaret etmiştir. Çünkü kırılan bir şeyin yerine iadesi mümkün değildir. Birde kırılmak ekseriya zorlamakla olur; âdetin hilâfınadır. Onun için Buhârî 'nin rivayetinde Hz. Ömer (Radiyalîahu anh) 'in bunu işittiği zaman: «Öyle ise ebediyyen kapanmaz» dediğini görüyoruz.
Yine o rivayetin sonunda şu cümleler de vardır: «Huzeyfeye: Ömer bu kapıyı biliyormu idi?» diye sorduk: Evet, yarından önce bu akşamın geldiğini bildiği gibi. (Biliyordu) Ben ona masal değil hadis söyledim; dedi. Biz Huzeyfenin heybetinden çekinerek (Kapının ne olduğunu) nıesrûk'a sordurduk. Mesruk sorunca Huzeyfe: bu kapı Ömer (Radiyalîahu anh) 'dır, dedi,
Görülüyorki kapı tabirinden murâd kendisi olduğunu Hz. Ömer (Radiyalîahu anh) biliyormuş.
«Öldürülecek veya ölecek» tabiri hakkında Nevevî şu mütâlea-yı beyân etmektedir: «Huzeyfe : (Radiyalîahu anh) 'in bu ibareyi Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) 'den böyle şekk ile işitmiş olması muhtemeldir. Bundan maksad ölümü Huzeyfe'ye ve başkalarına müb-hem bırakmaktır. Bir ihtimâle göre de Huzeyfe (Radiyalîahu anh) Hz. Ömer'in öldürüleceğini bilmiş, fakat yüzüne karşı söylemekten çekinerek nıübhem bırakmıştır. Çünkü Ömer (Radiyalîahu anh) kapıdan mu-rad kendisi olduğunu biliyordu. Bununla beraber Huzeyfe (Radiyalîahu anh) 'm maksadı Hz. Ömer (Radiyalîahu anh) 'in öldürüleceğini haber vermek de değildi.
«Egâlit» kelimesi *üğlûta»nın cem'idir. Üğlûta: mugaleteya yarayan söz demektir. Bununla Hz. Huzeyfe (Radiyalîahu anh) söylediği sözün masal yahut kendi, re'yi olmadığım, dosdoğru rivayet edilmiş bir hadis-i Nebevi olduğunu anlatmak istemiştir.
Hâsılı fitnelerle îslâmın arasındaki kapalı kapı Hazreti Ömer (Radiyalîahu anh) dır. O hayatta kaldıkça İslama fitne girmeyecek, fitneler onun vefatından sonra zuhur edecektir Nitekim öyle de olmuştur.
Hadisi Şerif'den Alınan Faideler
1 -Bazan büyük âlimin bilmediğini ondan daha aşağı derecedeki bilir.
2 -Âlim bazan maksadını yalnız bir kişiye anlatmak için rumuzla ifadei meram edebilir. Çünkü anlar anlamaz herkese her bildiğini söylemeye mezun değildir.
3 - Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Seltem) 'in hadisini mütezamnıin olmak şartile ileride vukuu bulacak şeyler hakkında söz etmek mubahtır. Hakkında âyet, hadis bulunmayan müstakbel hadisâttan bahsetmek ise memnudur.
232 - (145) Bize Muhammed b. Abbâd ile İbni EM Ömer hep birden Mervân el-Ferâzîden rivayet ettiler. İbni Abbâd dedi ki: Bize Mervan, Yezid yanî İbni Keysân'dan, o da Ebû Hazım [206]'den, o da Ebû Hüreyre-den naklen rivayet etti. Ebû Hüreyre şöyle demiş: Resulüllâh (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) :
«İslâm garİb başladı. Ve (günün birinde) tekrar başladığı gibi garib olacaktır. Ne mutlu o gariblere!» buyurdular.
(146) (Bana Muhamraed b. Râfi' ile Fadl b. Sehl el-A'rac rivayet ettiler, (Dediler ki) : Bize Şebâbetü'bnü Sev var [207] rivayet etti. (Dedi ki) : Bize Âsim — ki İbni Muhammed -el-Ömerîdir — babasından, [208] o da îbni Ömer'den, o da Peygamber (Saltalkthü Aleyhi ve Sellem) 'den naklen rivayet etti. Resulüllâh (Salîatlahü Aleyhi ve Sellem)
«İslâm garib başladı. Ve (günün birinde) tekrar başladığı gibi garib olacak, yılanın deliğine çekildiği gibi iki mescidin arasına çekilecektir.» buyurmuşlar.
233 - (147) Bize Ebû Bekr b. Ebî Şeybe rivayet etti. (Dedi ki): Bize Abdullah b. Ntimeyr ile Ebû Üsâme, [209]Ubeydullah b. Ömer'den [210] rivayet ettiler. H.
Bize İbni Nümeyr de rivayet etti. (Dedi ki): Bize Babam rivayet etti. (Dedi ki): Bize Ubeydullah, Hubeyb b. Abdirrahman'dan, o da Hafs b. Âsım'dan, o da Ebû Hüreyre'den naklen rivayet etti, ki Resulüllâh
(SaUdUahü Aleyhi ye Sellem)
«Muhakkak iman yılanın deliğine çekildiği gibi Medine'ye Çekilecektir.» buyurmuşlar.
Hadis müttefekun aleyhtir. Buhâri onu «Bâbu Fedâili'l-Medine» de tahriç etmiştir.
Müslim sarihlerinden. Kurtubî 'nin beyânına göre bazı hadis âlimleri bu hadisin başındaki «bede'e» fi'lini hemzesiz olarak «bedâ» şeklinde okumuşlardır. Çünkü «başladı» mânasına gelen «bede'e» fi'li mütead-dîdir; mef'ul ister, halbuki hadisde mef'ul zikredümemiştir. Rivayet «bede'e» şeklinde hemze ile gelmişse de müşkildir. Hatta ulemadan bazıları bu rivayeti kabul etmiyerek kelimenin «zuhur etti» mânasına gelen «bedâ» şeklinde okunacağım iddia etmişlerdir. «Bedâ» kelimesi lâzım fi'l olduğu için mef ule zaten hacet yoktur. Bu suretle hadis hem manen hem de lâf-zan sahih olmuş olur. Ancak Kurtubî bu sözleri naklettikten sonra, hadisin «bede'e» lâfzile rivayet edildiğini söyleyerek bunu kabul etmemenin yersiz olacağını, «bede'e» lâfzile dahi mânanın sahih olduğunu bildirmiş; ve «çünkü hadisden maksat: İslâmın az kimseler arasında intişare başladığını; sonra yine az kimselerde kalacağım haber vermektir. «Zuhur etti» mânasına gelen «bedâ» ise onu bu maksattan uzaklaştırır.» demiştir.
«Tûbâ»; masdanndan alınmıştır. «Tîb» güzellik, temizlik, lezzet ve gönül hoşluğu mânalarına gelir. İşte «fuİâ> veznindeki «tubâ» bu asıldan alınmış; «ta» nın harekesi zamme olduğu için kelimenin «ya» si «vav» a çevrilmiştir.
Araplar «tubâ» yi iki şekilde kullanırlar ve: «tûbâke» yahut «tûbâ leke» derler.
Bu kelimenin mânası hususunda müfessirler ihtilâf etmişlerdir. Sul-tanülmüfessirin îbni Abbâ 'ya göre ferah ve göz aydınlığı manasınadır. îkrime 'ye göre «sana verilen ne güzel şeydir» Dahhâk'a göre: «sana gıbta ederim», Katâdeye göre: «hayı-ra isabet ettin.» demektir. Bazıları: «Tûbâdan murâd; cennettir.» demiş; bir takımları da cennette bir ağaç olduğunu söylemişlerdir. Nevevî ha-disdeki Tûbânın bu mânaların her birine ihtimâli olduğunu söylüyor. Türkçemizde bu makamda: «müjdeler olsun» «ne mutlu» gibi ta'biler kullanılır.
Gurabâ: garibin cem'idir. Esas itibarile gurbet: uzaklık demektir. Onun için de vatanından uzak düşenlere garib denilir. Yine bu mânadan alınarak sürgüne tağrib denilmiştir.
Hadisin ikinci rivayetinde; îslâmın, deliğine çekilen yılan gibi. îki mescidin araşma çekilip toplanacağı bildiriliyor. Bu mescitlerden murad Mekke ile Medine mescitleridir.
Hadisin mânası hakkında Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır merhum «Hak dini Kur'ân dili» nam eserinde NemH sûresinin son âyetlerini Tefsir ederken şunları söylemiştir: «Bu âyetin işaretine nazaran İslâmın istikbali gece değil gündüzdür. Sönük değil parlaktır. Ara-sira basan gece zulmetleri onu dinlendirip tekrar uyandırmak içindir. Bu mâna mâruf bir Hadis-i şerif ile şöyle beyan buyurulmııştur:
Bu hadisdeki «Seyeûdû» fiilini ekseri kimseler «seyesîru» mânasına fi'li nakıs telâkki ederek: «İslâm garip olarak başladı (yahut zuhuretti) yine başladığı gibi garip olacak» diye yalnız inzar suretinde anlamış, bundan ise hep yeis, teammünı etmiştir. Halbuki Kanıus'ta gösterildiği üzere «Âde» de olduğu gibi; dönüp yeniden başlamak mânasına da gelir.
Bu hadis de böyledir. Yani «islâm garip olarak başladı (veya zuhur etti) ileride yine başladığı gibi garip olarak tekrar başlayacak (yahut yeniden zuhur edecek) ne mutlu o gariplere» demektir. Hadisin âhirin-deki Fetûba onun inzar için değil, tebşir için sevk buyrulduğunu gösterir, gerçi, bunda da dönüp garip olmak inzarı yok değil, lâkin dönmeyip yeniden başlaması tebşiri vardır, İşte «Fetûbâ lilgurebâ» müjdeside bunun içindir. Çünkü onlar sâbikun-i evvelûn gibidirler. Binaen aleyh hadis de ye'si değil müjdeyi nâtıktır.
Elmahlı merhumun izahatı burada bitti şimdi diğer İslâm ulemasının izahlarım görelim: Kaadi Iyâz diyor ki: «İbni Ebî Üveys'in imam Malik (Rahimehullah)'dan rivayetine göre bu hadisin mânası Medine 'de İslâmiyet garip olarak başlamış ve (günün birinde) yine oraya dönecektir. Hadisin zahiri umum bildirmektedir. İslâmiyet bir kaç kişi arasında başlamış sonra yayılarak meydana çıkmıştır. Daha sonra ona noksanlık ve bozuntu arız olacak ve yine başladığı gibi bir kaç kişiden ibaret kimselerde kalacaktır.
Gurebânın tefsiri bir hadiste varid olmuştur. Resulüllah (Saîtallahü Aleyhi ve Sellem)'e:
— «Gurebâ kimlerdir ya ResulüUâh?» diye sorulmuş. «Her kabilenin nezİ'leridir.» cevabını vermiştir.
Nezi' yahut nâzî: Ailesinden uzak düşen manasınadır. Bununla Peygamber (SaîUdlahü Aleyhi ve Seîlem) Allah ve Resulüllah aşkına ailelerinden uzak düşen muhacirleri kastetmiştir. Restriüllâh (Sallalîahü Aleyhi ve Sellem) in. «islâmiyet Medine'ye çekilir» buyurmasının mânası imanın evvel ve âhır bu sıfatta kalmasıdır. Çünkü İslâmiyetin başında imanı halis ve İslâmı sağlam olan herkes ya yerleşmek üzere muhacir olarak yahut Resulüllah (Sallalîahü Aleyhi ve Sellem) 'i görmek, ondan bir şeyler öğrenmek ve ona yakın olmak aşkı ile Medine 'ye gelirdi. Ondan sonra Hulâfâ-i Raşidin^ zamanında dahi onlardan adalet numunesi almak, cumhuru sahabe (Ridvanullahi aleyhim) hazaratiyle onlardan sonra gelen ulemaya uymak, intişar eden sünneti onlardan almak için bu minval üzere devam ettiler. İman kalbine yer eden her müslüman Medineye gelirdi. Bu iş tâ zamanımıza kadar devam ede gelmiştir. Maksat Peygamber (Sallalîahü Aleyhi ve Sellem)'m kabrini ziyaret etmek onun gezdiği yerlerle, eserleriyle ve ashab-ı kiramın eserleriyle teberruk etmektir. Binaenaleyh Medineye ancak mümin olanlar gelir. «Kaadi îyâz'm izahı da burada bitti.
Davudi şöyle diyor: «Bu mesele Peygamber (Sallalîahü Aleyhi ve Sellem) devriyle ondan sonra gelen sahabe ve daha sonra gelen tabiîn devirlerine mahsustur. Çünkü o devirlerde vaziyet dürüst idi.»
Kurtubi; «Bu hadisde o devirler müslümanlannm doğru yolda ve bid'atlardan uzak olduklarına, onların fi'llerinin bizim, için hüccet teşkil ettiğine tenbih vardır. Nitekim İmam Malik'in mezhebi de budur.» diyor.
Buharı sarihi Aynî de şunları söylüyor: «Bu hâl Peygamber (Sallalîahü Aleyhi ve Sellem) ile sahabe, tabiîn ve tebe-i tabiîn devirlerine mahsustur, ki bu müddet doksan seneden ibarettir. Ondan sonra haller değişmiş, bâ husus zamanımızda bid'atlar çoğalmıştır.»
Ulema-i Kiramın kavillerinden bu kadarcığını gördükten sonra, şunu da arz etmek isterim ki; bence hadisi şerif kıyamete yakın müslümanlığm başladığı devre döneciğini yani müslümanlarm azalacağını ve meşakkatlere mâruz kalacaklarını takrir etmektedir. Nitekim bundan sonra göreceğimiz hadiste de kıyamete yakın, «Allah Allah» diyen kimse kalmıyacağı bildirilmektedir. Dünya müslümanlannın bu günkü hali nazarı dikkate alınırsa bu hadislerin geleceği haber veren birer mucize olduğundan şüphe etmemek gerekir. Kanaati acizânemce bu hadisde inzâr veya tebşir diye bir şey yok sadece vukua gelecek hakikati ihbar vardır. Ulemânın: «İslâimn dalgah devirleri tebe-i tabiîn ile sona erer demelerine bakılarsa îslâmm tekrar eski satvet ve şevketine dönmesi hayli şüphe götürür. Allah'ın lütfü inayetinden hiç bir zaman ümidimizi kesmemekle beraber bu hadisi zahirî mânası üzerine bırakmak bence eslimi tariktir. Allah'ü âlem.»
66 - Ahir Zamanda İmamın Elden Gitmesi Babı
234 - (184) Bana Züheyr b. Harb rivayet etti. (Dedi ki): Bize Affân [211] rivayet etti. (Dedi ki): Bize Hammâd [212] rivayet etti. (Dedi ki): Bize Sabit [213] , Enes'den naklen haber verdi ki, BesulüHâh (Sallallahü Aleyhi ve Selletn):
«Yeryüzünde : Allah, Allah diyen kalmadıkça kıyamet kopmayocaktır.» buyurmuşlar.
(...) Bize Abd b. Humeyd rivayet etti. (Dedi ki): Bize Abdürrezâk haber verdi. (Dedi ki): Bize Ma'mer, Sabitten, o da Enes'den naklen haber verdi. Şöyle demiş: Resulüllâh (Sallallahü Aleyhi ve Sellem):
«Allah Allah diyen hiç bir kimsenin üzerine kıyamet kopmaz.» buyurdular.
Bu hadis, kıyametin kötüler üzerine kopacağım' bildiriyor. Mâna iti-barile:
«Kıyamet ancak insanların berbâd ve rezilleri üzerine kopar.» hadisi gibidir.
Übbînin beyanına göre kıyamet müminlerin ruhları kabzolunduk-tan sonra kâfirlerin üzerine kopacaktır. Müminler Deccalla cenk ettikten sonra İsâ (Aleyhisselâm) ile buluşacaklardır; nihayet Yemen'den gelen bir rüzgârla müminlerin ruhları kabzedilecektir.
Bu hadîs:
«Ümmetimden bir taife kıyamet kopuncaya kadar hakka müzahir olmakta devam edeceklerdir.» hadisine muarız gibi görünüyorsa da hakikatta aralarında münâfat yoktur. Çünkü o hadisdeki «kıyamet kopuncaya kadar»'tabirinden murâd: kıyametin yaklaşması yani Yemenden gelecek rüzgârın eseceği zamandır. Zira bu rüzgâr, kıyametin alâmetlerinden biridir. Bir şeyin vaktinin yaklaşması o şeyin gelmesi mesabesindedir.
«Allah Allah» kelimeleri bazı rivayetlerde mansubtur. Bu takdirde nasba âmil olan fi'l muzmerdir; ismin tekrarı, fiil yerini tutmuştur. Buna nahiv ilminde «tahzir» derler, ki mef'ulûn bihin bir nev'idir. Tahzir, bir şeyden sakındırmak demektir. O halde <*Allâhe Allâhe» cümlesindeki rauz-mer fiilde «ihzer» yânî «sakın» fi'lidir. Ve cümlenin mânası: «Allah'dan sakın diyeti hiç bir kimsenin üzerine kıyamet kopmaz.* şekline girer.
Mezkûr kelimeleri merfû' okuyanlar da vardır ki bunlardan biri de imam Müslim'dir. Merfû' okunduğu takdirde cümle mübteda ve haber olur.
İbni Ca'fer bu hadisi «Allah Allah» yerine «lâ ilâha illallah» kelime-i tevhidile rivayet etmiştir ki, «Allah Allah», rivayetinin tefsiri demektir. Burada şöyle bir sual hatıra gelebilir: Madem ki yer yüzünde bir gün «Allah Allah» diyen kalmayacak; o halde bütün ümmet-i Mu-hammediyye—Ma'âzallâh—- irtidad edecek demektir? Bunun cevabı: Hayır hadisde koca bir ümmetin irtidâdı mevzu-i bahis değil, müslüman kalmayacağından bahsedilmektedir. Müslüman kalmaması ise irtidâdı icâbet-mez.
67 - Korkan Kimsenin Îmanını Gizlemesinin Cevazı Babı
235 - (149) Bize Ebu Bekr b. Ebû Şeybe ile Muhammed b. Abdillâh b. Nümeyr ve Ebû Küreyb rivayet ettiler. Lâfız Ebû Kureyb'indir. Dediler ki: Bize Ebû Muaviye [214] , A'meş'den, o da Şakîk [215] 'den, o da Hu-zeyfe'den naklen rivayet etti. Şöyle demiş:
BesulüHâh (SaîlaUahü Aleyhi ve Sellem)fle beraber bulunuyorduk. (Bize hitaben) :
«İslâm kelimesini söyleyenlerin adedi kaçtır. Sayın bana!» dedi. Bizde: «Ya Besulâllâh, adedimiz altı yüzle yedi yüz arasında olduğu halde bize bir kötülük ederler diye mi korkuyorsun?» dedik.
«Siz bilmezsiniz; belki ibtilâ olunursunuz.» buyurdular. Huzeyfe
«Hakikaten az sonra ibtilâ olunduk. O derecede ki bizden birimiz namazını bile ancak gizli kılmağa başladı.» demiş.
Bu hadisi Buhâri ile Nesâî «Kitâbü's-Siyer» de, îbni Mâce-de «Kitâbü'l-Fiten» de tahriç etmişlerdir. Buhâri'de hadisin metni şöyledir:
Resulüllâh (Sallallahü Aleyhi ve Seîlem) :
«Müsîümamm diyenleri bana yazın!» buyurdular.
Bunun üzerine biz de kendilerine 1500 kişi yazdık. Ve: Biz 1500 kişi olduğumuz halde daha korkuyor muyuz? dedik.
Râvî diyor ki:
Vallahi (zaman oldu) öyle bir ibtilâ olunduğumuzu gördüm ki, insan (evinde) yalnız başına namaz kılarken bile korkuyordu.»
Hadis-i şerifin mevzuu harbe iştirak için asker yazmaktır. Bu konuşmanın nerede geçtiği ihtilaflıdır. îbni Tîn Hendek vakasında hendeğin kazıldığı sırada yapıldığına cezmen kail olmuştur. Bazıları Uhud gazasına çıkarken, bir takımları da Hudeybiye'de cereyan ettiğini söylerler. Ashab-ı kiram bu kadar kalabalık olduğumuz halde neden korkuyoruz, diye şaşmışlar; fakat Resulüllâh (SallaUahü Aleyhi ve Selîem^in irtihâlin-den sonra şaştıkları korku başlarına gelmiş. O derecede ki, korkudan cemaata devam edemez olmuşlar. Namazlarını evlerinde kılarken bile kor-kuyorlarmış.
Kaadî Iyaz diyor ki: «İhtimâl Huzeyfe'nin bu sözü Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in vefatından sonra müslümanlarm Mekke'de bulundukları devirde müşriklerin namaza mânı oldukları hengâma âiddir. Ama hadisin siyak ve lâfzına nisbetle bu ihtimâl uzaktır. Çünkü «ibtilâ» cümlesi, üst tarafına «fa» ile atfolunmuştur. «Fa» tertip ve takibe delâlet eder. Binaenaleyh ibtilânııı mezkûr konuşmadan az sonra vâki olması ica-beder. İbtilânın Hz. Osman fitnesinde olması da muhtemeldir. Ancak bu sözden kelimenin eam mânası, yanî din düşmanlarile ibtilâ kasdedilirse o başka.»
Muhyiddin Nevevî de şunları söylemiştir: «İhtimâl Huzeyfe (Radiyallahu anh) bu sözü ile Resulüllâh (Sallallahü Aleyhi ve Sellem/den sonra cereyan eden bazı fitneleri kasdetmiş olacaktır, o fitnelerde ashabın bazıları gizleniyor; namazım gizlice kılıyor, meydana çıkarak fitne ve harbe iştirak etmekten korkuyordu.
Rivayetlerin birinde : «Altı yüzle yedi yüz arasmdayız» diğerinde: «1500 kişi yazdık» denilmesine bakarak Davudi: «Olabilir bu asker yazma işi muhtelif yerlerde bir kaç defa vukuu bulmuştur.» demiştir. Bazıları iki rivayetin arasını bulmak için: «1500 den murâd: erkek, kadın, köle ve çocuk, bütün müslümanlardır. Altı yüzle yedi yüz arasından ise hassaten erkekler kasdedilmiştir.» diyorlar. Hatta hadisin bir rivayetinde 1500 yerine sadece «500 kişi» denilmiştir. Bu da harbe iştirak edenler diye te'vil olunuyor.
Nevevî bu te'villeri sıraladıktan sonra şöyle diyor: «Bu te'vîller bâtıldır. Çünkü hadisin diğer rivayetinde, 1500 adam yazdık diyerek bunların hepsinin erkek olduğu tasrih edilmiştir. Sahih te'vil şudur: Sayıları altı yüzle yedi yüz arasında olanlar, hasseten Medine'dendir.. 1500 adedi bunlarla birlikte etraftan gelen müslümanlarm mecmu'udur.»
Mühe11eb : «Müslümanları müdafaa icabettiği zaman hükümdarın asker yazması sünnettir. Vatan tehlikeye düşünce eli silâh tutan herkese cihâd farzolur.» diyor.
«Hadîs-i Şerif bir şeyi vukuundan önce haber veren mucizelerdendir. Çoklukla övünmenin ilâhî cezayı nıüstelzim olduğu bu hadîs-i şeriften çıkarılan hükümlerdendir.»
68 - İmanı Zaif Olduğu İçin İmanından Korkulan Kimsenin Kalbini Yatıştırma ve Kati Delil Olmadıkça Kati Surette Îman Hükmü Vermekten Nehi Babı
236 - (150) Bize İbni Ebû Ömer rivayet etti. (Dedi ki): Bize Süfyan Ztihri'den, o da Âmir b. Sa'd'dan, o da Babasından (m) naklen rivayet
(6?4) Ebu İshâk Sa'd b. Ebû Vakkaas (R.A.): Ensar-ı Kiramdan ve hayatlarında cennetle müjdelenen bahtiyarlardandır. Bedir gazasiyle diğer bütün gazalara iştirak etmiştir. Peygamber (S.A.V.) den 270 hadîs rivayet etmiştir. Vefat tarihi 55 veya 57 dir.
etti. Babası şöyle demiş: Resulüllâh (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) (askere) bazı şeyler taksim etti. Ben:
— Yâ Resulâllâh, filâna da ver; çünkü o mü'mincür, dedim. Peygamber (Salîallahü Aleyhi ve Sellem) :
«Yahud müslimdir.» buyurdu. Ben sözümü üç defa tekrarladım. O da bana üç defa: «Yahud müslimdir.» diye red cevabı verdi. Sonra:
«Ben —kendimce başkası daha lâyık olduğu halde— (bazen) bir adama (sırf) Allah onu yüzü üstü cehenneme atmasın endişesi ile (bir şeyler) veriyorum.» buyurdular.
237 - (...) Bana Zübeyr b. Harb rivayet etti. (Dedi ki): Bize Yâkûb b. İbrahim rivayet etti. (Dedi ki): Bize İbni Şihâbın kardeşi oğlu, Amcasın-rivâyet etti. Demiş ki: Bana Amir b. Sa'd b. Ebû Vakkaas, Babası Sa'd'dan naklen haber verdi ki, Resulüllâh (Sallallahü Aleyhi ve Sellem), (Sa'd'da aralarında oturmakta iken bir kaç kişiye dünyalık vermiş. Sa'd hâdiseyi anlatırken) şöyle demiş: Resulüllâh (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) (onlardan birini bıraktı; ona bir şey vermedi. Halbuki en çok beğendiğim o idi. Bunun
üzerine ben:
— Yâ Resulâllâh, filânı neye bıraktın? Vallahi ben onu pek mü'mîn görüyorum, dedim. Resulüllâh (Sallallahü Aleyhi ve Sellem):
«Yahud müslim.» dedi.
Biraz sustum. Sonra yine o zat hakkındaki bilgim galebe çalarak: — «Yâ Resulâllâh! Filânı neye bıraktın? Vallahi ben onu pek mü'min görüyorum, dedim. Resulüllâh (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) yine: «Yahud müslim» buyurdu.
Biraz daha sustum. Sonra yine o zat hakkındaki bilgim galebe çaldı. Ve: Yâ Resulâllâh! Filânı neye bıraktın? Vallahi ben onu pek mü'min görüyorum, dedim. Resulüllâh (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) tekrar:
«Yahud müslim. Ben —başkası benim için daha makbul olduğu halde— (bazan sırf) bîr adam yüzü üstü cehenneme atılır endişesiyle ona bir şeyler veriyorum.» buyurdular.
(...) Bize Hasen b. Aliy el-Hulvani ile Abd. b. Humeyd rivayet ettiler. Dediler ki: Bize Ya'kûb —ki tbni İbrahim b. Sa'd'dır — rivayet etti. (Dedi ki): Bize Babam, Salîh' [216] den, o da İbni Şihâb'dan naklen rivayet etti. Demiş ki: Bana Âmir b. Sa'd, Babası Sa'd'dan naklen onun şöyle dediğini rivayet etti: Resulüllâh'(Satîaîlahü Aleyhi ve Sellem), bir kaç kişiye atiyye verdi. Ben de aralarında oturuyordum... İlâh, İbni Şihâb'ın kardeşi, oğlunun Amcasından rivayet ettiği hadis gibi tahdisde bulundu. Şunu da ziyade eyledi: Ben Resulüllâh (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) 'e giderek: fi lanı neye bıraktın? diye fısıldadım.
(...) Bize Nasen el-Hulvani dahi rivayet etti. (Dedi ki): Bize Ya'kub rivayet etti. (Dedi ki): Bize, Babam, Sâlih'den, o da İsmail b. Muhammed' [217] den naklen rivayet etti. Demiş ki: Ben Muhammed b. Sa'd'ı bu hadisi rivayet ederken dinledim. Rivayeti esnasında şöyle dedi: Bunun üzerine Resulüllâh (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) omuzumla ensem arasına eliyle dokunarak:
«Müdafa'amı ediyorsun? Ey Sad! Ben adama veriyorum işte!» buyurdular.
Bu hadisi Buhâri ile Ebû Davud da tahriç etmişlerdir. Sahih-i Buhâri'deki yeri: «Kitabü'1-İman» ve «Kitabu'z-ZekâUtır.
Hadisin bir tariki hususunda imam Müs1im'e itiraz edilmiştir. Çünkü bu tarikde Müslim hadisi Süfyân b. Uyeyne vasıtasiyle Zühri'den rivayet etmektedir. Halbuki Humeydi, Said b; Abdir-rahman ve Muhammed b. S abbâh, Süfyan'la Zyhri'nin arasında Mamer'i de zikrederler. Mahfuz olan da budur. Müslim onu senedden düşürmüştür.
Btı itiraza Nevevî şu cevabı vermiştir; « Süfyân 'm bu hadisi bir defa Zühri'den, bir defa da Ma'mer'den dinlemiş; ve her iki veçhe göre rivayet etmiş olması muhtemeldir. Binaenaleyh rivayetlerin biri diğerine dokunmaz,»
Sarihlerden bazıları Nevevî nin sözünü de cây-i te'emmül bulmuş; fakat vechini beyân etmemiştir. Bu te'emmülün vechini Buhâri sarihi Aynî şöyle izah ediyor: Cami' denilen kitaplarda olsun, müsned-lerde olsun Süfyân b. Uyeyne 'nin rivayetleri hep Ma'mer vasıtasile Zuhrî 'dendir. Rivayetler Mamer'i zikretmekte bir birini tutarlar. Senedden Ma'mer 'i düşüren, yalnız Müslim 'dir. Halbuki Müs1im'in şeyhi Muhammed b. Yahya 'nin «Müs-ned» inde Ma'mer zikredildiği gibi Ebû Nuaym'in «Müstahrec »inde de mevcutdur. Ebû Mes'ud «EI-Etraf» nam eserinde buradaki vehmin râvi İbni Ebî Ömer 'den geldiğini söylemektedir. Müs1im'e rivayet ederken onun vehmetmiş olması muhtemeldir; fakat bu ihtimal teayyün etmiş değildir. Vehim Müslim 'den de olabilir; Nevevi 'nin dediği gibi de. İhtimâl kapısı açıktır.»
Raht'ın mânası hususunda çok ihtilâf edilmiştir. Raht : sayıları ondan aşağı olan erkeklerdir; diyen olduğu gibi: üçten ona kadar olan cemaattır; yediden ona kadar olan cemaattır; sayılan yediden üçe kadar inen cemaattır; diyenlerde olmuştur. Kelime ism-i cemi' olup kendi lâfzından müfredi yoktur.
Bazan bu kelime on kişi hakkında kullanılır. «Rahtu'r-racül» yani kişinin rahatı tâbiri: babasının oğulları, kabilesinin adamları mâna-larınadır. Cem'i erhut ve erhât; cem'inin cem'i de: erâhit ve erâhît gelir. Bu kelime adetle birlikde kullanılırsa şahıs, kişi mânası ifâde eder. «se-lâsetü raht in» üç kişi demektir.
Hadis-i şerif Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in bir atıyye ve ihsan tevzini anlatıyor. Hz. Sad b. Ebî Vakkas (Radiyaîlahu anh) 'm görüp hikâye ettiği bu taksimde Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Seîlem) imanı zaif olan bazı kimselere ihsanda bulunmuş; dinî bütün fakir müslümanlar-dan bazılarına bir şey vermemiştir. Bunu gören Sa'd (Radiyaîlahu anh) «Yâ Resulâllâh, filâna da ver; çünkü mü'mindir.» demiş; Peygamber (Satlallahü Aleyhi ve Sellem) buna sadece «yahud m üs I imdir.» cevabını vermekle iktifa etmiştir. Bu sözden muradı: «Filân mü'min'dir, diye kestirip atma; çünkü kalben inanıp inanmadığını bilmezsin. Mü'min diyeceğine müslim, de zira müslim: teslim olan mânasına gelir.» demektir.
Hz. Sa'd 'in gösterdiği zatın ismi Cail b. Sürâka 'dır. Fukara 'dan bir zât olup Uhud ve diğer gazalara iştirak etmişti. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in onu bırakıp da imanı zaif olanlara vermesi ona bir şey vermese de dininden dönmeyeceğini bildiği içindir. İmanı zaif olanlara atiyye ve ihsanda bulunması ise kalplerini îslâmiyete yatıştırmak içindir. Bunlara «müellefe-i kulûb» denilir. Nitekim Resulüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) de :
«Allah onu yüzü üstü cehenneme atmasın diye veriyorum.» buyurarak bu ciheti izah etmiştir. Böyle tepe taklak cehenneme atılmasına sebep:
Kendisine bir şey verilmediği takdirde irtidâd etmesi yahud Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'i cimrilikle ithamda bulunarak dinden çıkmasıdır.
Tepe taklak cehenneme atmak, küfürden kinayedir. Çünkü bu mâna küfrün lâzımıdır. İbarede lâzım zikredilmiş; melzunı murâd olunmuştur.
Hadisin zahiri:
«De ki : Siz iman etmediniz; bari müslüman olduk deyin!» âyet-i kerimesine uymaktadır.
İkinci rivayette Hz. Sa'd kendinden bahsettiği halde: «Ben de aralarında oturmakta iken» demeyip: «Sa'd 'da oturmakta iken...»
ifâdesini kullanması ve keza beğenen Resulüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) olduğu halde «en çok beğendiği» demeyip «en çok beğendiğim» demesi bedî' ilmine göre birer iltifattır.
«Sa'd'da aralarında oturmakta iken...» ibaresi tecrid de olabilir. Yani kendinden bir şahıs tecrid ederek sanki oturan başka biri imiş gibi göstermiştir.
Hasılı Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Seîlem) sevdiği ve takdir ettiği fakir bir muhacir olan Cail (Radiyaîlahu anh) 'a bir şey vermeyerek müellefe-i Kulûba vermesinin iki sebep ve hikmete istinâd ettiğini Hz. Sa'da tenbih eylemiştir.
1- Müellefe-i kulûba bir şey vermese belki irtidâd ederler ve ebedî kalmak üzere yüzleri aşağı cehenneme atılırlardı.
2 - Bir kimseyi medhu sena ederken onun bâtîni umurunu söylenıek-;en sakınmak gerekir; çünkü bâtını ancak Allah bilir.
Burada şöyle bir sual hatıra gelebilir. Cail (Radiyaîlahu anh) 'in hâ-is bir mü'min olduğunu Besulüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) de bildiği e takdir ettiği hâlde acaba Sa'd (Radiyaîlahu anh) gibi bir zâtın onun manı hakkındaki şehâdetini neden kabul etmemiştir?
Cevap: Çünkü Hz. Sa'd 'm; «Vallahi ben onu pek mü'min görüyorum.» sözü, şehadet için değil, onu medhu sena etmek ve kendisine bir şeyler verilmesi hususunda tevessülde bulunmak gayesile söylenmiştir. Onun içindir ki, Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Seîlem) bu söz üzerinde onunla münâkaşa etmiştir. İmanı hakkındaki kanaatini kabul etmiştir:
«Ey Sa'd! Ben adama veriyorum işte.» buyurması bunu gösterir.
Bu Hadisden Çıkarılan Hükümler:
1 - Ülülemir ve diğer büyükler nezdinde bir kimse için şefâ'atte bulunmak caizdir.
2 - Fesada nıüeddî olmamak şartile bir mesele hakkındaki müracaat tekrar edilebilir.
3 - Bir meseleyi iyice anlamak, yüzde yüz bilinmeyen bir şey hakkında kafi hüküm vermemek icâbeder.
4 - Müslümanların hükümdarı ehemmiyet derecelerine göre müslü-manlara âtiyye verebilir.
5 - Nezdinde şefaatte bulunulan zât şefaati maslahata muvafık bulmayarak reddederse mes'ül olmaz.
6 - Bu takdirde şefaatini neden kabul etmediğini şefaatçıya bildirerek Özür dilemek gerekir.
7 - Bir kimse maslahata muvafık gördüğü bir hususu kendinden yüksek mertebedeki zâta arzederek o bâbta tefekkür ve te'emmülde bulunmasını isteyebilir.
8 - Aşere-i mübeşşere denilen on zâttan mâada hiç bir kimse hakkında aletta'yîn cennetliktir diye kafi hüküm verilemez.
9 - İmân hususunda kalben i'tikad bulunmadıkça dille ikrar fayda vermez. İcma'da budur. Bundan dolayıdır ki, münafıkların küfrüne hükmolunmuştur. Ulemâdan bir cemaat müslümanın inşâallâh ile takyid etmeksizin «ben mü'minim» demesinin caiz olduğuna istidlal etmişlerdir. Bu meselede Sahabe (Radtyalîaku Anhüm) devrinden bu güne kadar ihtilâf oluna gelmiştir. Tahkik edilirse; her kavlin bir vechi olduğu görülür. în-şâllah ile takyid ederek söyleyenler kendisi için levh'i mahfuzda yazılı bulunan mukadderatın gâib olduğuna işaret ederler. Mutlak söyleyenler, kelimenin şimdiki hükmünü haber verirler. Evzâî ile diğer bazı ulemâya göre her iki vecih caizdir. Ehl-i tahkik ulemaînın mezhebi de budur.
10 - İmâm Mâlik ile cumhuru ulemâya göre bu hadis, zann üzerine yemin etmenin caiz olduğuna delildir. Buna «yemîn-i lâğv» derler.
Yemin-i lâğv hakkında ulemâdan altı kavil rivayet olunur, ki bazıları şunlardır;
a) İmâm Mâ1ik'in kavli,
b) İmâm Şâfiî'ye göre yemin-i lâğv kasıd olmaksızın dile geliveren yemindir. «Bilmem vallahi» gibi. Hz. Şafiî Âiş Q(Radıyallahu Anhâ) dan merfu' olarak rivayet edilen bir hadisle istidlal eder. İmâm Muhammed'in rivayetine göre imâm A'zam'm kavli de budur,
c) Hanefilerce meşhur olan kevle göre yemin-i lâğv: doğru zannile edilen fakat aksi zuhur eden yemindir. «Vallahi ben falan işi yapmadım» diye yemin ettikden sonra o işi yaptığı anlaşılmak; bir şahsı Zeyd zannederek «Vallahi bu adam Zeyddir»; dedikten sonra o şahsın Amir olduğu meydana çıkmak gibi.
11 - Kaadî Iyâfc imanla İslâm arasında ıfark bulunduğuna btu hadisin en sahih bir delil olduğunu söylüyor. Ve: «îman bâtındır; kalbin amelidir. İslâm zahirdir; azanın amelleridir.» diyor. «Lâkin buna her mü'-min müslümandır; fakat her müslim mÜ'min olmayabilir.» diye cevap verilmiştir. Nitekim bu hadisin lâfzı da ayni mânaya delâlet ediyor. Maama-fih bazan bu iki kelime bir birinin müteradifi olarak ayni mânaya da kullanılırlar. Bu bâbta iman bahsinde tafsilât verilmişti.
12 - Müs1im şârihlerin.den Ebû Abdillâh et-Teymî: «Bu hadisde kendisine atiyye verilen şahsın mü'min olmadığına işaret vardır.» demişse de bu söz kabul edilmemiştir. Çünkü Pepgamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'m:
«Başkası benim için daha makbul olduğu halde...» buyurmuş olması onun mü'min olduğuna delildir. Şu kadar var ki imanı zaiftir.
69 - Delillerin Bir Birini Takviyesiyle İtmi'nan-ı Kalbin Artması Babı
238 - (151) Bana Harmeletü'bünü Yahya rivayet etti. (Dedi ki): Bize İbni Vehb haber verdi. (Dedi ki): Bana Yunus. İbni Şihâb'dan, o da Ebû Selemete'bnî Abdirrahmân'la Said b. el-Miiseyyeb'den, onlar da Ebû Hureyre'den naklen haber verdi ki, Kesulüllâh (Saiîaîîahü Aleyhi ve Sellem) : «Biz şüphe etmeye İbrahim (Saiîaîîahü Aleyhi ve Sellemyden daha lâ-yıkız : Hânı, Yâ Râbbî ölüleri nasıl dirilteceğini bana göster, demişti. Rab-bî: İnanmadın mı yoksa? demiş. O da: Yok inandım ama kalbim mut-mein olsun diye (sordum) demişti [218]
Allah Lûf'a da rahmet eylesin! Filhakika o pek muhkem bir istinâdgâha (Allah'a) sığınıyordu. Eğer ben zindanda Yusuf'un kaldığı kadar uzun müddet kalsaydı m (zindandan çıkarmaya gelen) da'vetçi-ye mutlaka icabet ederdim.» buyurmuşlar.
(...) Bu hadisi bana inşallah Abdullah b. Muhanımed b. Esmâ'ed-Du-baî [219] de rivayet etmiştir. (Dedi ki): Bize Cüveyriye [220], Mâlik'-den, [221] o da Zühri'den naklen rivayet eyledi. Zühriye de Saidü'bnü'I-Müseyyeb ile Ebû Ubeyd [222], Ebû Hüreyre'den, o da Resulüllâh (Saîlalkthü Aleyhi ve Sellem) 'den naklen Yunus'un Zühri'den rivayet ettiği gibi haber vermişler.
Mâlik hadisinde: «Lâkin kalbim mutmein olsun, (dedi), Sonra Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) bu âyeti bitinceye kadar okudu» ifadesi vardır.
(...) Bize bu hadisi Abd b. Hümeyd rivayet etti. Dedi ki: Bana Ya'kûb yani İbni İbrahim b. Sa'd rivayet etti. Dedi ki: Bize Ebû Üveys [223] , Zühri'den naklen Mâlik'in isnâdile onun rivayeti gibi tahdis etti; ve: sonra hu âyeti bitirinceye kadar okudu, dedi.
Bu hadisi Buhâri «Kitâbu bed'ü-halk» ve «Kitâbü't-Tefsir» de, Müslim «Kitâbü'l-Fedâil» de, îbni Mâcede «Kitâbül-Fiten» de tahriç etmişlerdir.
Bazı ulemâ onun bir sebebi olduğunu söylerler.
«Hani İbrahim : Ya Rabbî, ölüleri nasıl dirilteceğini bana göster, demişti.» [224] âyet-i kerîmesi nazil olunca bazı kimseler. «İbrahim (Aleyhisselâm) şüphe etmiş ama bizim Peygamberimiz şüphe etmedi» demişler. Resulüllâh (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) bunu duyunca :
«Şüphe etmeye biz İbrahim'den daha lâyıkız...» buyurmuşlar.
Gerek Hz. İbrahim (Aleyhisselâmym Teâlâ hazretlerine ölüleri nasıl dirilteceğini sormasının sebebi gerekse Peygamber (Saîlalkthü Aleyhi ve Setlem)'in:
«Şüphe etmeye biz ibrahim'den daha lâyıkız...» sözünün mânası hususunda pek çok ihtilâf edilmiştir. Bunların bazıları şunlardır:
1- Hz. İbrahim (Aleyhisselâm) bu suali Peygamber olmazdan evvel sormuştu. Taberî âyeti zahiri mânasına hamletmiş; ve suale şeytanın vesvesesi sebep olduğunu, ancak çabuk gelip geçtiği için imânına dokunmadığını söylemiştir. Tâberî, İbnî Abbâs (Radiyallahu on/ij'dan rivayet edilen bir eserle istidlal etmiştir. Abd b. Humeyd, İbni Ebî Hatim ve Hâkim'in tahriç ettikleri bu eserde İbni Abbâs (Radiyallahu anh) : «Kur'ân-ı Kerîm'de en ümidbahs, âyet Hz. İbrahim'in:
Yâ Râbbî, Ölüleri nasıl dirilteceğin! bana göster... âyetidir. Bu suâl şeytanın kalplere verdiği vesveseden neşet etmiştir. Allah da İbrahim 'in suâline evet diyerek râzî olmuştur.» demiştir.
2 - «Hz. İbrahim'in suâline sebep şudur. Nemrud kendisine: senin Rabbin kimdir?» diye sorduğu ve onun da: «Benim Rabbim öldüren ve dirilten zât-i Ecellü A'Iâdır, diye cevap verdiği vakit İbrahim (Aleyhisselâm) kudreti ilâhiyye hakkında asla şüphe etmediği halde ölüleri nasıl dirilteceğine merak etmiş ve kalbi mutmein olsun diye sormuştur.» Bunu Taberi, İbnî İshâk 'dan rivayet etmiştir.
3 - Şöyle diyenler de vardır; Hz. İbrâhim (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) :
(Nemrud'a:) Benim Rabbim öldüren ve diriltendir, dediği vakit Nem-rud mel'unu:
Öldüren ve dirilten benim, diye mukabele etmiş. Ve bir mahbusu serbest bırakmış; bir adamı da öldürmüş. Serbest bırakmaya diriltme adını vererek: işte öldürdüm ve dirilttim; demiş, İbrahim Aleyhisselâm:
«Amâ Allah'ın diriltmesi ruhu bedene iade sûretile oluyor» deyince
Nemrud :
Gözünle gördün mü? demiş. Hz. İbrahim bu suâle:
Evet demeyerek başka takrire geçmiş. Bunun üzerine Nemrud
mel'unu şunu söylemiş :
Rabbine söyle! Ölüyü diriltsin; yoksa seni öldürürüm. İbrahim Aleyhisselâm da sormuş.
4 - Bu suâlin »mânası: Ya Râbbî bana ölüleri diriltme iktidarı ver, demektir. Te'eddüben böyle söylemiştir.
5 - Suâlin mânası: Yâ Rabbî! Ölüleri nasıl dirilteceğini bana göster ki senin Halil'in olduğumu bileyim demektir;
6 - Bu suâl: senin Halil'in olduğuma kalbim mut'meinolsun manasınadır.
7 - Bir takımları; Ölüleri nasıl dirilteceğini bana göster, ki duamı kabul ettiğini bileyim, demektir. Mutâleasında bulunmuşlardır.
9 - Bu suâlin mânası:
«ölüleri nasıl dirilttiğini bana göster ki, sana duâ ettiğim zaman duamı kabul buyuracağını arılayayım...» demek olduğunu ileri sürenler ve daha başka türlü söyleyenler de vardır. Kaadî Ebû Bekir el-Bâkıllânî bu son kavlî ihtiyar etmiştir.
Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in:
«Şüphe elmeye biz İbrahim'den daha lâyıkız...» hadisi üzerindeki ihtilâfa gelince: Bu hususda ezcümle şöyle denilmiştir.
1 - Bu sözün mânası: Biz Ölüleri nasıl dirilteceğini görmeye İbrahim (Aleyhisselâm)'dan daha meraklıyız, demektir.
2 - Bu sözden murâd: Allah'ın ölüleri dirilteceğine biz şüphe etmeyince İbrahim (Aleyhisselâm) evleviyetle şüphe ermemiştir. Yani Peygamberlere şüphe gelebilse şüphe etmeye ben İbrahim (Aleyhisselâm) 'dan da lâyık olurdum. Benim şüpheye düşmediğimi pekâla bilirsiniz. O halde onun da şüphe etmediği malumunuz olsun! demektir. Resuliillâh (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) bunu ya tevâzuundan söylemiştir. Yahut o sırada kendisinin İbrahim (Aleyhisselâm) 'den efdal olduğunu henüz bilmiyormuş.
3 - Resuliillâh (Sallallahü Aleyhi ve Setîem) bu sözü ile âdeti kasdet-
miştir. Zira birini müdâfaa eden bir kimse: «Ona söyleyeceklerini bana söyle!» der. Bundan maksad: «Ona bunları söyleme» demektir.
4 - Resulüllâh (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) bu sözü ile kendini değil, ümmetini kasdetmiştir. Kendisinin şüphe etmeyeceği ismet delili ile malumdur. Çünkü Peygamberler şek ve şüpheden masumdurlar.
5 - Bu sözün mânası: «Sizin şüphe saydığınız şeye ben daha lâyıkım, çünkü o şüphe değil, daha ziyâde izah buyurülmasını istemekdir.
6 - Bâzı arabiyyât âlimlerinden rivayet olduğuna göre ism-i tafdil denilen «ef'al» sigâsı bazen, bir mânanın iki şeyden nefy-i mânasına gelir. «Şeytan filancadan daha hayırlıdır.» derler ki, ikisinden de hayır yoktur, manasınadır. Bu takdire göre hadisin mânası: ne ben şüphe ettim, ne de İbrahim (Aleyhisselâm) demek olur.
Bu sen kavil gayet vazıh olduğu için en ziyâde şâyan-ı kabul görülmüş; ve: Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in bu sözü ile İbra-h i m (Aleyhisselâm) 'den şüpheyi nefî hususunda mübalağa kasdettiğine inanmak vaciptir, denilmiştir.
İbni Atıyye diyor ki: «İbni Abbas'ın: Bence en ümid-bahş âyet budur, demesi, âyet, Allah'ın rahmet ve mahabbetine son derece güvenmeyi ve dünyada qndan ölüleri diriltmesi bile istendiğini bildirdiği ve yahud îman hususunda derine dalmayıp icmâlen inanmanın kâfi geleceğine işaret ettiği içindir.»
Â1ûsî «Ruhu'l-Ma'anî» adlı tefsirinde şunları söylemiştir; «Bu makamda bazı muhakkıkların Halilullah (İbrahim) (Aleyhisselâm)\ müdâfaa sadedinde yazdığı sözler hoşuma gider, şöyle ki:
İbrahim (Aleyhisselâm)'in suâli-ma'âzallah-dinî bir emirde şüpheye düştüğü için değildi. Bu suâl diriltmenin mahiyetini anlamak için onun nasıl yapılacağına dâirdi. İman için ise; diriltmenin ne suretle yapılacağını bilmek şart değildir. Binaenaleyh Halîlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) imân etmek için bilinmesi şart olmayan birşey sormuştur. Suâlin «Keyfe» yani «nasıl» sigasile yapılmış olmasıda bunu gösterir. Keyfe» hâli sormak için vaz' edilmiş bir kelimedir. Bunun misâli: «Zeyd halk arasında nasıl hükmediyor?» suâlidir. Bu suâli soranın Zeyd'in hâkim olduğunda şüphesi yoktur. O ancak hükmün nasıl olduğunu sorar. Eğer Zeyd'in hâkim olup olmadığını sormak isteseydi: «Zeyd hâkim mi oldu?» derdi. İşte bazı kimseler, vehimlerine kurt düşerek bu âyetten dolayı İbrahim (Aleyhisselâm)''a —hâşa—şüphe nisbet edince, Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) tevazu' yolu ile :
«Biz şüphe etmeye İbrahim'den daha lâyıkız.» yani; biz bile şüpheye düşmedik; İbrahim (Sallallahü Aleyhi ve Seîiem) in şüpheye düşmediği ise levveliyetle sabittir; diyerek bu vehmin önünü almıştır.»
İmam Şafiî (Rahimehuîlah) 'in da hadisi bu tarzde tefsir ettiği rivayet olunur. Kaadî Iyâz: «İbrahim (Salîaîlahü Aleyhi ve Sellem) Allah'ın ölüleri dirilteceğinde şüphe etmemiştir. Lâkin diriltmenin ne şekilde olduğunu görerek kalbinin mütmein olmasını ve münâ-1 zeadan vaz geçmesini istemiştir. Diriltmenin vakî olacağını biliyordu. Keyfiyetini de görmek sûretile öğrenmeyi arzu etti. îlm-i yaldninin ziyadeleşmesi için sormuş olması da muhtemeldir. Çünkü ilimler kuvvet itibârile bir birinden farklıdırlar. İlmi yakından, ayne'l-yakme geçmek istemiş olabilir.» diyor.
Buraya kadar serd edilen kavillerden anlaşılıyor ki, Hz. İbrahim (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) 'in suâli şüpheden neş'et etmiş değildir. O aynen müşahede sûretile ilmini arttırmak istemiştir. Elbet bir şeyi gözle görmek, nazarî olarak bilmekten daha müfiddir.
Teâlâ Hazretleri İbrahim (Aleyhîsselâm) 'in kemâl-i imanını bildiği halde imanını bir daha ikrar ettirmek için:
«Benim ölüleri dirilteceğime inanmadın mı yoksa?» buyurmuş; İbrahim (SallcdUûıü Aleyhi ve Sellem) de: «Yok inandım, ama kal-fcim mutmeinn olsun diye sordum.» cevabını vermiştir. Bu cevaptan sonra Teâlâ hazretleri Halîl-i Ekreminin arzusunu is'âf eylemişç ve ona dört tane kuş almasını emir buyurmuştur. Bu kuşların ne cinsden oldukları ihtilaflıdır, îbni Abbas (Radiyallahu anh) 'a göre turna veya koğu kuşu, tavus, horoz ve güvercindir. Mücâhid ile Ikrime'ye göre: güvercin, horoz, tavus ve kargadır. Mücâhid'in İbni Abbas (Radiyallahu anh) 'dan rivayetine göre ise: Tavus, kartal, karga ve güvercindir. Daha başka kuş ismi söyleyenler de vardır.
ibrahim (Aleyhîsselâm) kuşları tutunca Teâlâ Hazretleri bunları kesip dörder parça yapmasını, sonra her parçayı bir dağa bırakmasını emir buyurmuş. İbrahim (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) bunu da yaptıktan sonra onları çağırması emrolunmuş, O da çağırmış. Bir de ne görsün! Her kuşun tüyü tüyüne, kanı kanma, eti etine doğru uçuyor,; kuşların bütün uzuvları yerlerine dönüyor... Böylece bir anda hepsi eski hallerine dönerek süratle Hz. İbrahim'in yanma gelmişler. Allah her şeye kaadirdir. Nitekim Bakara sûresinde bu hadiseyi hikâye eden âyet-i kerîmenin sonunda:
«Allah aziz ve hakimdir.» buyurarak her şeye kaadir her fi'linde ce hikmetler bulunduğuna işaret etmiştir.
Hadisin Lût (Aleyhisselâm) 'dan bahseden cümlesine gelince: Hz. Lût (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) İbrahim (Aleyhisselâm) 'm kardeşi oğludur. Ona iman etmiş; ve onunla beraber Mısır'a gitmiş; sonra yine beraberinde Şam'a dönmüş, oradan İbrahim (Aleyhisselâm) Filistin'e giderek yerleşmiy; Hz . Lût (Aleyhisselâm)'de şarkîl' Ürdün'e gitmiştir. Bilâhere Teâlâ Hazretleri kendisine de peygamberlik vererek onu Şam'la Hicaz arasında bulunan Sedum şehrine yakın Zügâr nahiyesine tabî' on iki karyeye peygamber göndermiştir ki, bunlara «Mü'te-fikât» derler. Mezkûr karyeler ahâlisi puta tapar, erkekleri şimdiki ingilizler gibi bir birlerile cinsî münasebette bulunur ve diğer rezaletlerin envâını irtikâb ederlerdi.
Lût Aleyhisselâm Kur'ân-ı Kerîm'in on yedi yerinde zikredilmiştir. Peşinen arzedeyim ki, Resulüllâh (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) 'in Hz. Lût (Aleyhisselâm) hakkında «Allah Lût'a da rahmet eylesin!»buyurması onu tenkid değil takdirdir.
İltica ettiği ruknû şedîd yani muhkem istinadgâhdan murâd da Allah'dır. Mücâhid'e göre bundan murâd aşirettir. Ona göre her halde cümlenin mânası: Hz. Lût (Aleyhisselâm) isteseydi aşiretine sığınırdı; ama o öyle yapmadı da Allah'a sığındı, demek olacaktır. Ebû Hüreyre (Radiyallahu anh) : «Allah hiç bir peygamber göndermemiştir ki, onu kendi aşiretinden müteşekkil bir kuvvet içinde bulundurmasın» demiştir. Fakat Lût (Aleyhisselâm) 'm bulunduğu yerde akraba ve kabilesinden kimse yoktu. Bu cihetle: «Ah...! benim akraba ve aşiretimden müteşekkil bir kuvvetim olsa size galebe çalmak için onlardan yardım alır; müsafirlerimi korurdum.» demiştir.
«Filhakika o pek muhkem bir istinâdgâha sığınıyordu.» cümlesi:
«Ah benim size karşı bir kuvvetim olsa yahud muhkem bir kafaya sığınsam! dedi.» [225] âyet-i eelîlesine muvafıktır.
Gerek hadis gerekse âyet-i kerîme meşhur Lût (Aleyhisselâm) kıssasına işaret etmektedirler. Kur'ân-ı Kerîm'de hikâye buyurulan bu kıssanın hülâsası şudur: Lût (Aleyhisselâm) Peygamber olunca kavmini imana ve kötülüklerden vaz geçmeye davet etmiş; fakat onlar vaz geçmek şöyle dursun işi daha da azıtmışlar. Nihayet Hz Lût 'a meydan okuyarak: «Doğru söylüyorsan bize Allah'ın azabım getir de görelim!» demişler. Bunun üzerine Lût (Aleyhisselâm) Allah'a niyaz ederek onlara karşı galebe için yardım istemiş. Teâlâ Hazretleri bu duayı kabul etmiş; o kavmi ihlâk ve bir de İbrahim (Aleyhisselâm) 'a yeni doğacak bir çocuk müjdelemek için dört melek göndermiş, Melekler gayet yakışıklı delikanlılar kıyafetinde evvelâ Hz. İbrahim'e, sonra Hz. Lût'a gitmişler. Lüt (Aleyhisselâm) onları görünce sıkılmış. Rivayete göre karısı kavmine haber göndermiş; ve kavmi de koşup gelmişler. Öteden beri kötü ameller peşinde koşan bu heriflerin niyeti Hz. Lût'un misafirlerine de kötülük etmekmiş. Lût (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) kendilerine çeşitli nasihatlarda bulunmuş; fakat mütecavizler aldırış etmemişler. Nihayet Cenabı Hak üzerlerine taş yağdırmış; ve o beldenin üstünü altına getirmiş, Hz. Lût ile bir kaç sadık mü'minden başka kurtulan olmamış. Hıyanet eden'karısı da mücrimlerle birlikte helak olup gitmiş.
İşte Resulüllâh (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in beyan buyurduğu sözü Hz. Lût, misafirlerine sarkıntılık etmek isteyen bu azgın kavme söylemiştir.
Bu hadis hakkınca Tîbî şunları söylüyor: «Resulüllâh (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in bu sözü söylemesi Hz . Lût 'un yardımcı hususunda küllî bir ümidsizlik ve şiddetli bir ye's içinde bulunmasmdandır. Her halde Resulüllâh (Sallallahü A leyhi ve Sellem) bu sö'ze şaşmış ve böyle bir sözün H z . Lût 'tan nâdir sudur edeceğine kanî olmuştur. Çünkü Hz . Lût 'un sığındığı rüknü şedîdden (Allah'dan) daha şedidi olamazdı.»
Nevevî de şöyle demiştir: « Hz . Lût misafirlerini kavminden korumak için Allah'a iltica etmeyi unutmuş olabilir. Yahut gönülden Allah'a iltica etmiş; misafirlere de Özür beyan etmiş ve sıkıldığını göstermiştir.»
Fakat Müslim sarihlerinden Übbi Nevevi 'nin bu müta^ leasına itiraz ediyor. Diyor ki; «Bu sözün mânası doğru olmamakla beraber garabeti' de meydandadır. Çünkü bu meselede ne Resulüllâh (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) Tenkidde bulunmuştur; ne de H z . Lût Allah'a ilticayı unutmuştur. Böyle bir şey yoktur.
Hz . Lût 'un bu sözü, misafirlerinin gönüllerini almak ve onlara âdete göre özür beyân etmekten ibarettir. Çünkü âdete göre müdafaa ancak kuvvet veya aşiretle olur. Hakikatte Hz . Lût'un yaptığı bir lütfü kerem ve sahibini medhu senaya lâyık kılan güzel bir terbiyedir. Binaenaleyh Resulüllâh (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) 'in :
«Allah Lût'a rahmet eylesin.» demesi tenkid değil medihtir. Bu söz arapların kanuşmalarmdakî âdetine göre söylenmiştir. Araplar konuşurken : «Allah Melik hazretlerini te'yid buyursun» «Allah emir hazretlerini islâh eylesin» gibi sözler kullanırlar...
Resulüllâh (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) bu hadisde Yusuf (Aleyhisselâm) kıssasına da temas ederek :
«Eğer ben zindanda Yusuf'un kaldığı kadar uzun müddet kal saydım çağırana mutlaka icabet ederdim.» buyuruyor.
Bunun mânası: Yusuf (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in yaptığı gibi be-râetimi filân istemeye bakmaz; hemen hapisten çıkardım; demektir ki, bu söz Hz . Yusuf (Aleyhisselâmym son derece sabırlı bir zât olduğunu takdirdir. Fahr-i Kâinat (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) Efendimiz bunu da tevâzu'undan söylemiştir. Büyük bir zâtın tevazu' göstermesi onun şân ve mertebesini küçültmez; bilâkis daha yükseltir.
Bunu Hafız İbni Hacer-i Askalânî «Fethu'I-Bârî» nam eserinde zikreder.
Resulüllâh (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) 'in ins, cin ve melek dâhil, bütün nıahlukaatm efdali olduğu icmâ-i ümmetle sabittir. Binaenaleyh zahiren onun bazı peygamberlerden veya hepsinden efdal olmadığını gösteren hadisler Ehl-i Sünnete göre tevâzuâ hamledilir.
Hz . Yusuf (Sallallahü A leyhi ve Sellem) 'in berâetini istemesi şöyle olmuştur. Mısır melikinin adamı gelerek kendisini serbest bırakmak istediği zaman Yusuf (Aleyhisselâm) yedi sene yedi ay ve yedi gün mah-bus kalmasına rağmen sair mahkûmlar gibi sevinçle dışarıya fırlamamış: bilâkis gelen adama:
«Git efendine sor bakalım. Şu ellerini doğrayan kadınların hâli ne olmuş?..» diyerek, kendisini nahak yere zulmen hapsettiklerine hüccet getirmek istemiştir. İşte Resulüllâh (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) bu noktaya temasla; «Çağırana icabet ederdim» buyurmuş:
«Ve Yusuf'un yerine ben olsam bu derece sabır ve metanet gösteremez; bîr an evvel hürriyetime kavuşmak için hemen dışarıya çıkar; berâ-etimi beklemezdim.» demek istemiştir. Bittabi bu söz tevâzuan ve nezâke-ten böyle söylenmiştir. Yoksa Hz . Yusuf (Aleyhisselâm)^ıri yerinde Resulüllâk (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) olsa o da fazlasile sabru teham-mül gösterirdi.
Hâsılı bu hadisde zikri geçen üç peygamberin üçü de tenzih, takdir ve tebcil Duyurulmuşlardır.
Bu hadisin ikinci tarikinde Müslim (Rahimehullah) 'm: «Bana inşaallahu Teâlâ Abdullah b. Esma' rivayet etmiştir...» demesine itiraz olunmuş; ve: Müslîmin şüphe ettiği bir hadis nasıl hüccet olur? denilmiş-se de Nevevî bu itiraza şöyle cevap vermiştir: «Bunu ilimden bi haber olan kabul etmeyebilir. Bu itiraz bâtıl bir hayaldir. Çünkü Müslim (Rahimehullah) bu hadisle ihticâc etmemiş; onu yalni2 mütâba'at ve şâ-
hid olarak zikretmiştir. Evvelce de arzettiğimiz gibi hadis ulemâsı esas hadislerde göstermedikleri müsamahayı böyle hadislerde gösterirler.»
70 – Peygamberimiz Muhammed (Sallalîahü Aleyhi ve Seîiem) 'in Bütün İnsanlara Gönderildiğine ve Bütün Dinlerin Onun Dinile Neshedildiğine İmanın Vücubu Babı
239 - (152) Bize Kuteybetü'bnü Sa'd rivayet etti. (Dedi ki): Bize Leys [226] Said b. Ebû Said'den [227], o da Babasından, o da Ebû Hureyre'den naklen rivayet etti ki, Resulüllâh (Sallalîahü Aleyhi ve Sellem) :
«Peygamberlerden hiç biri yoktur ki, ona beşerin emsaline iman ettiği mu'cizelerin misli verilmiş olmasın. Bana verilen (mu'cize) ise ancak Allah'ın bana vahyeftiği (Kur'an-ı Kerîm) dir. Binaenaleyh kıyamet gününde ben peygamberlerin en çok tabiî bulunanı olmayı ümid ederim.» buyurmuşlar.
Bu hadisi Müslim buradan başka «Kitâbu Fedâili'l-Kur'an» ile «Kitâbu't-Tefsir» de; Buharı «Kitâbu Fedâil'il-Kur'an» ile «Kitâbu'l-İ'tisâm» da tahrie etmişlerdir.
Resulüllâh (Sallalîahü Aleyhi ve Sellem)'in:
«Peygamberlerden hîç biri yoktur ki, ona beşerin emsaline iman ettiği mu'cizelerin misli verilmiş olmasın...»buyurmuş olması gösteriyor ki, her peygamberin mutlaka bir mucizesi olur. Bu mucize doğru olduğu için görenlerin onun doğruluğuna inanmasını iktizâ eder.
İnadlarında İsrar edenlerin inanmaması ona zarar etmez. Cümlenin metninde «âmene» fi'li «alâ» harfi cerri ile müteaddi yapılmıştır. Aslında bu kelime «bâ» yahut «lâm» ile müteaddî olur. Binaenaleyh «aleyhi» yerine «bihî» demek lâzım gelirse de burada «amene» fi'line tazmin yolu ile
«galebe çalmak» mânası ifâde ettirildiğinden «âla» üe müteaddi olması caizdir. Mâna şudur: «Beşerin, mislini çürütmeye kaadir olamayıp mağlûp bir halde inandığı mucize, her peygambere verilmiştir.»
Buharı ve Müslim sarihlerinden Şihabuddin Kasta 1ânî bu cümleyi şöyle izah ediyor: «Her peygambere, dâvasını isbat için zamanına göre bir takım hârikalar verilmiştir. Asâ'nın yılan olması bu kabildendir. Çünkü Mûsâ Aleyhisselâm zamanında sihirbazlık ileri gitmişti. Hz. Musa'da sihre muvafık olan bu mucizeyi göstererek kavmini imâna muztarr bıraktı İsâ (Aleyhisselâm) zamanında tababet ileride idi; ona da tababet nev'inden olan fakat ondan daha yüksek mertebede bulunan bir mucize yani ölüleri diriltme mucizesi verildi. Peygamberimiz (Sallalîahü Aleyhi ve Sellem) zamanında ise; belagat ileride idi. Araplar kendi aralarında onunla öğünürlerdi. Hatta belagatta başkalarına meydan okuyarak meşhur yedi kasideyi Kâ'be duvarına asmışlardı. İşte Peygamberimiz (Sallalîahü Aleyhi ve SeÜem) de arapların, o devirde, en kâmil hatipleri bile âciz bırakan ve belâgatleri cinsinden olan Kur'ân~ı Kerim'i getirdi. Ve :
«Bana verilen mu'cize ise ancak Allah'ın bana vahyettiği (Kur'an-ı Kerim) dir.» buyurdu.
Peygamber (Sallalîahü Aleyhi ve Sellem) 'in yegâne mucizesi Kur'ân-ı Kerîm, olmamakla beraber cümlede hasır edatı kullanarak: «Ancak Kur'an'dır.» buyurması, onun en büyük mucizesi olduğuna işaret içindir. Yoksa Resulüllâh (Sallalîahü Aleyhi ve Sellem)'in Kur'ân'dan başka: «Ayın yarılması, güneşin iadesi, mübarek parmaklarının arasından su kaynaya-rak binlerce insan ve devenin içmesi, kelerin konuşması, kütüğün iniltisi, azı- çoğaltması, gaibden haber vererek dediği gibi çıkması ve saire gibi avam ve havâss arasında tevatür derecesini bulmuş pek çok bahir mucizeleri, ve zahir acibeleri vardır. Kur'ân'i Kerim bunların en büyüğü ve en faydahsıdır. Çünkü o dine daveti, hücceti ve gelmiş geçmiş bütün insanların ilimlerini ihtiva etmektedir. Ondan tâ kıyamete kadar istifâde edilecektir. Onun içindir ki, Peygamber (Sallalîahü A?£yhi ve Sellem) bu cümleden sonra: kıyamet gününde peygamberlerin içinde en ziyâde tabî* ve ümmetin kendisine nasib olmasını temenni etmiştir. Çünkü Kur'ân mucizesi devam edeceği için imânlar dâima tazelenecek ve İslâmı kabul edenler daima bulunacaktır. Diğer peygamberlerin mucizeleri Öyle değildir. Onlar o peygamberlerin hayatlarile sona ermişlerdir.»
Maalesef bu gün bazı dinsizler her fırsatta Kur'ân'i Âzîmüşşana dil uzatmakta, onun — haşa — bir arap düzmesi olduğunu iddia edecek kadar ileri gitmektedirler.
Bunların içinde: «Kur'ân'dan ne olacak onu ben de yazarım» diyen yiğitler bulunduğunu da işitiyoruz. Omuzlarının üzerinde kafa değil mankafa dolu birer susak taşıdıklarının bile farkına .varamayan bu gafillerle ilmi münakaşaya girişmek abesle iştigâl olur. Böylelere verilecek eri: kestirme cevabı biz yine Aziz Kitabımız Kur'ân-ı Kerîm'de buluyoruz:
«Haydi (yiğitler) siz de şu Kur'an gibi bir Kur'an getiriverin!..»
Kur'ân'a nazire yazacaklar çoktur; fakat, on dört asırdır yazan yoktur. Neredesiniz be koç yiğitler!.,. Tam 14 asırdır meydan sizin! O kadar kolay bir şeyi hâlâ hazırlayamadınız mı?... Bütün Kur'ân'a nazire yazmak sizi terletecekse, ondan vaz geçtik; hiç olmazsa:
«Kur'an sûreleri gibi on sûre getirin!..» bu da kâfi... Neye susuyorsunuz; onu da mı yapamayacaksınız? Üzülmeyin canım! hiç olmazsa Kevser sûresi kadar, yanî üç âyetten ibaret
«Kur'an sûresi gibi bir sûre getirin!..» On dört asırdır va'dlerinlzi bekliyoruz. Artık bu kadarciğını da yapamazsanız yazıklar olsun size! Yiğitliği de hatırdınız insanlığı da... Bizim bildiğimiz: yiğit verdiği sözün üzerine can veren adamdır. Yâ dediğini yapar; yâ ölür. Siz hâlâ utanmadan yaşıyor. Sıkılmadan insan arasına çıkıyorsunuz. Eyvanlar olsun size!... Şimdi adam akıllı rezil oldunuz ya biraz beni dinleyin! Sız bu kara sevdadan vaz geçin! Zira imkânı yok yapamazsınız. Güneşe tükürmeye kalkışan yakalarını kirletmekle kalır derler. Değil sizin gibi ismini bile kekelemeden soyleyemeyenler, fasâhat ve belâgatile dünyaya, ün salmış nice koç yiğitler ortaya çıkmış; fakat Kur'ân-ı Kerîm'in icazı karşısında hiç bir şey yapamamış; yabancı köpekler gibi kuyruklarını kısarak ke-mâl-î rezaletle ortadan çekilmişlerdir. Peygamberlik iddiasında bulunan yalancı Müsey1e'me bu bâbda misâl göstermeye kâfidir. Marifetlerini tarihten öğrenebilirsiniz!...
Ey Muannidler! Bilmiş olun ki Kûr'ân-ı Kerîm'i değiştirmek veya ortadan kaldırmak şöyle dursun. Onun bir harekesine bile dokunamayacaksınız. Neden biliyor musunuz? Çünkü onu muhafaza eden bizzat Allah'tır. Teâlâ Hazretleri sair semavi kitapların muhafazasını o kitaplarla amel edenlere tevdi etmişti. Bugün kitapların hali meydandadır. Kur'ân-ı Azi-müşşanı ise bizzat kendisinin muhafaza edeceğini bundan ondört asır önce:
indirdik biz!.. Hem hiç şü
«Hiç şüphe yok ki o Kur'an'ı biz indirdik biz!.. Hem hiç şüphe yok ki bîz onu mutlaka muhafaza edeceğiz.» [228] Buyurarak cihana ilân etmiştir. Şurası calib-i dikkattir ki âyeti kerîmede sekiz on tane te'kid bir araya gelmiştir. Şöyle ki:
1) Bu âyet ismi üstünde te'kid edatı olan «inne» ile başlamıştır.
2) «Inne» nin ismi cem'i mütekellim zamiri olup Allah'a raci'dir. Bu zamirin cemi' olması ta'zim ve te'kid ifâde eder.
3) «Nahnu» zamiri «inne» deki zamirin te'kididir. Yahut müpteda-dır. Her iki haldede te'kid bildirir.
4) «Nezzelnâ» fiilinin failîde tazim için cemi' sığası ile gelmiştir.
5) Cümle isim cümlesidir, «vav» ile yukarıya atfedilen ikinci cümlede hal yine böyledir yani.
6) «Inne» tahkik ve te'kid edatıdır.
7) «Nâ» cemi' mütekellim zamiridir.
8) «Lehu» car ve mecrur olup kasır ve hasır için müteallakından önce zikredilmiştir.
9) «Lehâfizûn» nın başındaki lâm te'kid ifade eden lânvı haliyyedir.
10) Cümle isim cümlesidir.
Görülüyor ki; bu âyet-i kerîmede tam on tane te'kid vardır. Acaba bunun hikmeti nedir? Hikmetini anlamak için bir nebzecik Maâni ilmine müracaat edelim. O ilim diyor ki: Kendisine söz anlatılan kimse ya hâli zihindir, yani söylenilen şeyi yeni işitir. Yahut biraz bilirde tereddüt halindedir. Fakat hakikati Öğrenmek ister, yahut da bilir de inkâr eder. İşte hâ-lizihin bulunan kimseye o söz hiç te'kidsiz anlatılır. Mütereddit bulunana te'kidli söylemek iyi olur; İnkâr edene ise inkârının derecesine göre bir iki veya daha fazla te'kid vasıtaları kullanarak ifade etmek vaciptir. İlm-i Maâni'nin bize lâzım olan izahatı burada bitti.
Şimdi düşünelim: Kur'ân-ı Kerîm'e dil uzatmak cüretkârlığında bulunan küstahlar şüphesiz ki onu inkâr edenlerdir. Âyet zaten onlara cevap olarak nazil olmuştur. Arapçada te'kid vasıtaları çoktur. Bunlardan biri de sözü tekrarlamaktır. Âyetteki bu on te'kidi bir an için sözün tekrarı farzedersek mütecavizlere Teâlâ Hazretleri bir şeyi tam on defa tekrarlayarak yani on defa onu ben indirdim ben muhafaza edeceğim buyurarak te'kid etmiş olurki bu iş söz anlayan bir insan için kafasına odunla vurmaktan daha müessirdir. Üstelik te'kid'münkire karşı yapıldığı cihetle on te'kid ona on defa kâfir demeyide tazammun eder. Demek oluyor ki; Kur'ân-ı Kerîm'e dil uzatan hainler en azından on kat katmerli kâfirdirler. Bu mâna âyetten kinaye yolu ile çıkarılır.
Âyet-i kerîme iki tarafıda keskin bir kılıç gibi iki şey'e delildir. Yani hem Kur'ân'a dokunmak isteyenlerin dillerini kesmekte hem de belagata Örnek olmaktadır.
Bu bâbta son sözüm şudur: Kuş beyni kadarcık bir beyne sahip olanlar bile düşünürlerse anlarlar ki, on dört asırdan beri bunca düşmandan bir tanesinin Kuf'ân-ı Kerîm'in bir âyetine dahi nazire getirememesi onun mucize olduğuna en büyük delildir.
Nevevî bu hadisin mânası hususunda ulemâdan üç kavil naklediyor :
1 - Her peygambere, kendinden önceki peygambere verilen mucizenin misli verilmiş; ve insanlar ona imân etmişlerdir. Benim en büyük ve zahir mucizem ise, misli kimseye verilmeyen Kur'ân'dır. Onun içindir ki, peygamberler içinde tabiî en çok olan benim.
2 - Benim getirdiğim bu kitap hakkında acep sihir midir yoksa sihre benzer mi diye düşünmeye hayâl-i beşer imkân bulamaz. Çünkü insan sözü kabilinden değidir ki, ona muaraza etmek düşünülebilsin. Ama diğer peygamberlerin mucizelerinde hayale imkân vardır. Meselâ: Mûsâ (Aleyhisselâm) 'in asası hakkında sihirbazlar hayâle kapılmışlardır. Mucize ile hayali bir birinden ayırmak düşünmekle mümkün olur. Bazan düşünen hatâ eder de ikisini bir zannedebilir.
3 - Diğer peygamberlerin mucizeleri kendi hayatlarile birlikte sona ermiş; bu sebeple onları yalnız o devrin insanları görmüştür. Bizim peygamberimiz (SalMlahü A îeyhi ve Sellem) 'in Kur'ân mucizesi ise kıyamete kadar devam edip gidecektir.
Müslim sarihlerinden Übbî şöyle diyor: «Herkes bu hadiseden murâdi: Peygamber (Sallalkthü Aleyhi ve Sellem)'in tâbi'lerinin çok olması, mucizesinin gayet açık olmasındandır, demişse de, hadisden anlaşılan mâna bu ta'lîlin aksinedir. Peygamber (Sdîlaİiahü Aleyhi ve Sellem)'in tâbi'lerinin çok olması ancak Allah'ın bir lütfü keremidir. Yoksa başka peygamberlerin, asâ, denizin yarılması, dağın parçalanması, ölüleri diriltme, taştan devecin çıkması gibi mucizeleri umumiyetle halkı inandıracak ve peygamberin etbaîni çoğaltacak mâhiyettedirler. Peygamber (SattaUahü Aleyhi ve Sellem) 'in mucizesi ise okunan kelâmdır. Onun mucize olduğu teemmülle anlaşılır.»
Fakat Übbî 'nin bu sözüne itiraz edilmiş; ve: «Kur'ân mucizesi herkese zahirdir. Belagat ulemâsı için söz yoktur. Başkalarına gelince: Onlar da bunca din düşmanları bulunmasına rağmen bu kadar uzun bir müddet zarfında ona kimsenin muâraza edemediğini görerek onun mucize olduğunu anlamışlardır. Kur'ân-ı Kerîm muhtelif ulumu, garip kıssaları ve zarif va'zlariyle dünya ve âhiret hayırlarını sinesinde cem' etmiştir. Sonra o kendinin sadık olduğuna bizzat kendisi şahittir...» denilmiştir.
Hadisin sonunda Fahr-i kâinat (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) Efendimiz: «Kıyamet gününde ben peygamberlerin en çok tabiî bulunanı olmayı ümid ederim.» buyurmuşlar, ki bu da onun bir mucizesidir. Çünkü bu sözü müslümanlarm henüz az oldukları bir zamanda söylemiştir. Sonraları Allah'u Zülcelâl'in inayet ve nusratile müslümanlar nice beldeler fethetmiş; müslümanlarm adedi görülmedik bir şekilde artmıştır.
240 - (153) Bana Yunus b. AbdiI'a'Iâ [229] rivayet etti. (Dedi ki): Bize İbni Vehb haber verdi. Dedi ki: Bana bunu dahi Amr [230] haber verdi. Ona Ebû Yunus [231], Ebû Hüreyreden, o da Resulüllâh (Salkdkthü Aleyhi ve Sellem) 'den naklen onun şöyle buyurduğunu rivayet eylemiş:
«Muhammed'in nefsi kabza-i kudretinde olan Allah'a yemin ederim ki eğer bu ümmetten bir yahudi veya hıristiyan beni işitir de sonra benimle gönderilene iman etmeden ölürse mutlaka cehennemliklerden olur.»
Bu hadisin senedinde İbni Vehb 'in: «Bana bunu dahi Amr verdi.» demesi. Amr 'dan bir çok hadisler rivayet ettiğine işaret içindir. İmam Müslim ufak bir tasarrufla: «Bana Amr rivayet etti» diye bilirdi. Fakat işittiğini olduğu gibi rivayete son derece dikkât ettiği için bunu yapmamıştır.
Hadis-i şerif, Peygamberimiz Muhammed Mustafâ (Süllcdlahii Aleyhi ve Sellem) 'in gönderilmesile bütün dinlerin neshe#dildiği-ne delildir. Mefhumu muhalifinden anlaşılan mâna: kendisini İslama davet eden bulunmayan kimsenin mazur sayılrnasıdır. Çünkü mucizeyi görenler için peygambere imanın yolu müşahede, görmeyenler için de sahîh nakildir. Allah'a iman ise tefekkür ve te'emmül ile olur. Bazıları bu hadisi : «Benim mucizem kendisine tebeyyün eden» diye tefsir etmişlerdir.
Fakat buna: «İmanın şartı mucizeyi duymak değil imana davet olunmaktır.» diye itirazda bulunmuşlardır.
Übbî diyorki: «Şehirlerden uzak yahut yol uğramayan adalarda yaşayıpta kendilerine İslâmiyet tebliğ edilemeyenler mazur olsalar gerektir. Bu, ittifaki bir kaidedir. Çünkü Teâlâ Hazretleri:
«Biz resul göndermedikçe kimseyi azap etmeyiz...»[232] buyurmuştur.
Bu hsdis de aynı hükme delildir...» dedikten sonra sözüne şöyle devam ediyor: «Arap olmayanlardan arapçayı bilmeyen kimseler de kendilerine İslâmiyet için davet ulaşmayanlar hükmündedirler. Fetret devrinde yaşayanlar için inşaallah ileride söz gelecektir».
Ümmetden murâd cemaattır. Hatta Kur'ân-ı Kerîm'de hayvanlara bile ümmet .denilmiştir. Bir kişiye de mecazen ümmet denilebilir. Nitekim ktiabullahta Hz. İbrahim için ümmet denilmiştir;'Bu kelime Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Seîlem) 'e izafe edilirse ona tabî' olanlar kasd-edilir. Burada ondan murâd bilûmum İslama davet edilenlerdir. Hadisde yahudi ile Nesranî zikredilmesi bedel tarikiyledir. Binaenaleyh ism-i işaretin mefhum-u muhalifine itibar olunmadığı için mâna yalnız Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Seîlem) zamanında yaşıyanlara münhasır olmayıp her devir insanlarına âmm ve şâmildir. Yahut yahudi ile hıristiyanın zikredilmesi Nevevi'nin de. deği gibi, bunların kitapları varken hüküm bu ise, Ehl-i Kitap olmayanların hükmü evleviyetle böyle olacağına tenbih içindir.
241 - (154) Bize Yahya b. Yahya rivayet etti. (Dedi ki): Bize Hü-şeym [233] Salih b. Salih ei-Hemdânî[234] den, o da Şâ'bî'den naklen haber verdi. Salih demiş ki: Horasan'lı bir adam gördüm; Şa'bî'ye bir mes'ele sorarak dedi ki:
Yâ Ebâ Amir, bizim taraflarda bulunan bazı Horasan'lılar cariyesini azad edip de sonra onunla evlenen bir kimse hakkında: Bu adam kurbanlık devesine binen gibidir, diyorlar. (Ne dersin?) Şa'bi şu cevabı verdi:
__ Bana Ebû Bürdete'bnü Ebî Mûsâ, babasından naklen Besulüllâh
(Sallattahü Aleyhi ve Settem)'w. şöyle buyurduğunu rivayet etti.
«Uç kişi vardır ki, bunlara ecirleri ikişer defa verilir:
1 - Ehl-i kitaptan olup peygamberine iman eden bir kimse Nebiy (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'e erişir; ona da iman eder;ona da tabî' olur ve tastık eylerse işte bu kimseye iki ecir vardır.
2 - Başkasının mülkü olan bir köle hem Allah Teâlâ'nın hakkını, hem de efendisinin hakkını öderse, ona da iki ecir vardır.
3 - Cariyesi olan bir kimse o cariyeyi besler, gıdasına iyi bakar; sonra onu terbiye eder ve terbiyesini iyi becerir de sonra azad ederek kendisi ile evlenirse ona da iki ecir vardır.»
Bundan sonra Şâ'bi Horasanlıya:
— Bu hadisi bir şeysiz al! Vaktiyle bir adam bundan daha basit bir mesele için tâ Medine'ye kadar giderdi, dedi.
(...) Bize Ebû Bekr b. Ebû Şeybe'de rivayet etti. (Dedi ki): Bize Ab-detü'bnü Süleyman rivayet etti. H.
Bize îbni Ebî Ömer dahî rivayet etti. (Dedi ki): Bize Süfyân [235] rivayet etti. H.
Bize Uheydullah b. Muâz da rivayet etti. (Dedi ki): Bize Babam rivayet etti. (Dedi ki): Bize Şu'be rivayet etti.
Bunların hepsi Salih b. Sâlih'den bu isnâdla bu hadisin mislini rivayet eylemişler.
Bu hadisi Buhâri «Kitâbu'1-ilm», «Kitâbu'Mtk» ve «KitabuTh Cihâd» de: Tirmizi, Nesaî ve İbni Mâce de «Kitâbu'n-Nikâh» da tahriç etmişlerdir.
Buradaki Ehl-i Kitaptan kimlerin kasdedildiği' ihtilaflıdır. Bazılarına göre Ehl-i Kitaptan murâd: dinlerini bozmadan kalanlardır. Bunlar dinlerinin aslını muhafaza ederek Resulüllah (SaUcdlahü Aleyhi ve Sellem) 'e yetişirler ve ona da imân ederlerse kendilerine iki ecir verilir. Dinlerini tahrif edenlere, müslüman oldukları takdirde bir ecir vardır.
Diğer bazı ulemâ: «Hadisin umumu üzere icra edilmiş olması muhtemeldir. Çünkü Ehl-i Kitap, dinlerini tahrif etmiş bile olsalar İslâmiyeti kabul etmeleri iki ecir kazanmalarına sebep olabilir; bu suretle hem tahrif ettikleri dinde iken yaptıkları hayırlar, hem de müslüman olduktan sonra işledikleri hasenat mukabilinde kendilerine ecir verilmiş olur. Nitekim küffârın yaptıkları hayırların müslüman oldukları takdirde zâyi'i olmayacağı bildirilmiştir.» demişler.
Bir takımları: «Eğer hıristiyanlık yahudi dinini neshetmiştir, dersek buradaki Ehl-i Kitapdan murâd, yalnız hıristiyanlardır.» demişlerse de Aynî neshi şart koşmaya lüzum olmadığını, çünkü İsâ (Aleyhtisselâm) m bütün beni İsrâiîe peygamber gönderildiğini söylemiş; ve ona tabî' olmayanlara buradaki ecrin şumûlü bulunmadığını, zira kendi peygamberlerine imân etmediklerini beyan etmiştir.
Kavl-i tahkika göre Kur'ân-ı Kerîm'de «kitap» lâfzı «el-Kitâp» şeklinde elif lamla zikredilmiştir. Buradaki elif lâm ahd içindir. Ve ma'hud kitap mânasına gelir ki, bundan murâd Tevrat'la" İncil de olabilir; sadece İncil kasdedilmiş olması da caizdir. Ve hükümde erkeklere tebean kadınlar da dahildir.
Kirman! hadisde zikredilen üç sınıfın yalnız Peygamber (SaîîaUahü Aleyhi ve Sellem) zamanına mahsus olduğunu söylemiş; ve: «çünkü Peygamberimiz Muhammed Mustaf a(Sallatlahü Aleyhi ve Sellem) geldikten sonra Hz. îsâ (Aleyhisselâm) artık onların peygamberi değildir.» demiştir.
Ulemâdan bir zât Kirmanı 'nin sözünü, kendilerine davet eriş-meyehler hakkında vârid görmeyerek, üstadının hadisde zikri geçen üç sı-' mf hakkında «Bunların hükmü kıyamete kadar devam edecektir.» dediğini ve bu sözün daha doğru'olduğunu ileri sürmüşse de Aynî bunu kabul etmemiş; kendisine «Bizim Peygamberimiz (SalUûlahü Aleyhi ve Sellemj'm gönderilmesile Hz. İsa'nın daveti sona ermiş; şeriatı kalkmış; ve bütün Ehl-i Kitap ve sair küffâr, kendilerine davet ulaşsın ulaşmasın Peygamberimiz (Sallallahü Aleyhi ve SeUem)'in daveti altına girmişlerdir. Şu kadar var ki, kendilerine davet erişmeyenlere bil fiil davet vâki'- olmamıştır. Ama bil kuvve onlar bu davetten hâriç değillerdir. Köle ile câriye sahibinin hükümleri ise kıyamete kadar devam edecektir.» şeklinde cevap vermiştir.
Kölenin, Allah'ın hakkını Ödemesi namaz ve oruç gibi boynuna borç olan ibâdetîerini yapmakla, efendisinin hakkını Ödemesi de hizmetinde bulunmakla olur. Burada şöyle bir suâl hatıra gelebilir. Bu köleye iki ecir verilmekle kölenin ecri efendisinin ecrinden fazla olmuyor mu?
Cevap: Evet olabilir; bunda hiçbir mahzur da yoktur. Kölenin bu cihetten efendisini geçmesi, efendisinin de başka cihetlerden kölesini geçmiş olması dahi mümkündür. «Şu halde vaktile Ehl-i Kitaptan olan bir sahâbinin ecri, büyük ashâb-ı kiramın ecirlerinden çok olmak aâzım gelir; bu ise bilicmâ' bâtıldır» denilirse, cevabı şudur:
«İcmâ-i ümmet onları bu hükümden tahsis sûretile çıkarmıştır. Binaenaleyh onlar sahabenin büyüklerinden daha fazla me'cur olabilirler. Bu hüküm, sevabı —vaktile— Kitabî olan sahâbinin ecrinden fazla olduğuna delil bulunmayan her büyük sahâbî hakkında böyledir.
Cariyenin te'dib ve terbiyesinden murâd: onun ahlâkını güzelleştirmektir.
Terbiyeyi eyi becermek de: onu azarlayıp döğmeden rifku mülâyemet-le yola getirmekle olur.
Cariyesini âzad ettikten sonra onunla evlenen hakkında bir rivayette: «Kurbanlık devesine binen.» diğer bir rivayette:
«Mekke'ye kurbanlık olarak gönderdiği hayvanına binen gibidir.» denilmesi evlenmeyi, yaptığı iyilikten dönmek telâkki ettiklerindendir. Bu suâle Şa'bî güzel bir cevap vermiş; evlenmenin iyilikten dönmek değil, ihsan üstüne ihsan mânasını taşıdığım bildirmiş; ve sözüne şöyle nihayet vermiştir:
«Bu hadisi bir şeysiz al! Vaktile bir adam bundan daha basit bir mesele için tâ Medine 'ye kadar giderdi.»
«Bir şeysiz al!» para istemem demektir. Yoksa uhrevî sevabından da vaz geçmiş değildir. Zira ondan daha büyük ücret olamaz.
Filhakika selef-i sâlihin hazerâtı bir meseleyi Öğrenmek için pek uzak mesafeleri göze alırlardı. Hz. Câbir (Radiyallahu anh) 'm bir hadis için bir aylık uzak mesafeye gittiği; Said b. el-Müseyyeb'in: «Ben bir hadis Öğrenmek için günlerce yol yürüdüm.» dediği rivayet olunur. B uhâr î ve Müslim gibi büyük hadis imamları da hadis uğurunda pek çok seyahatler etmişlerdir.
Hadis-i Şerif Aşağıdaki Hükümleri İhtiva Eder:
1 - Mezkûr üç nevî' insana ikişer ecir vardır. Ama bu katlama yalnız üç sınıfa mahsus değildir. Her ibâdetin eCri ayrıdır. Binaenaleyh namaz kılan oruç tutan ve diğer ibâdetleri yapan onların hepsi için ayrı ayrı ecir kazanır. Zira bir şeyin ismini zikretmek, hükmün ona mahsus olmasını icâbetmez. Cumhuru ulemânın mezhebi budur.
2 - El-Mühelleb: «Bu hadisde her hangi bir hayır işinin iki mânasını güzel yapana iki ecir verileceğine delil vardır. Allah dilediğine daha da katlar.» demiştir.
3 - Nevevî: «Şa'bî Jnin Horasan 'lıya verdiği cevap, dinleyeni teşvik için âlimin böyle bir söz söylemesinin caiz olduğuna delildir.» diyor.
4 - Selef ulemâsı tek bir mesele veya bir hadis için uzak yerlere sefer etmişlerdir.
5 - İbni Bâttâl Medine-i Münevvere 'nin faziletine ve ilmin Mâ'deni olduğuna bu hadisle istidlal etmiştir.
Bazı Mâlikiler Şa'bî'nin sözü ile istidlal ederek ilmin Medine'ye mahsus olduğunu iddia etmişlerse de bu söze i'tibâr olunmamıştır.
dua
Anonim" seçeneğiyle isim vermeden yorum yazılabilir.
"Adı/URL" seçeneğiyle sadece isim verilerek de yorum eklenebilir.