0
Ana Sayfa  ›  Genel

İmam Rabbani - Mektubat - Geniş Bilgiler

22 YİRMİİKİNCİ MEKTÛB
Bu mektûb, Lâhor müftîsi şeyh Muhammedin oğlu şeyh Abdülmecîde yazılmıştır. Ruhun nefse niçin bağlanmış olduğu ve bunların yükselmelerini ve inmelerini ve cesedin ve ruhun Fena ve Bekâlarını ve Dâvet makamını bildirmektedir:

Nûr ile zulmeti birlikte bulunduran Allahü teâlâ her türlü aybdan, kusurdan uzaktır. Mekânsız, cihetsiz olan ruhu, cihetli olan, maddeden yapılmış olan bedene yaklaştıran, Rabbimizi tesbîh ederiz. Zulmetli olan bedeni, nûrlu olan ruha sevdirdi. Nûr zulmete âşık oldu. Çok severek, onun ile birleşti. Bu bağlantı ile, nûrun cilâsı arttı. Ona yakınlaşmakla, parlaklığı çoğaldı. Nûrun bu hâli, ayna yapılacak cama benzemektedir. Cama parlaklık vermek için ve cismleri gösterebilmek kuvvetini kazanması için, önce toprak maddeleri ile sıvanır. Karanlık, katı toprak maddeleri ile sıvanan camın parlaklığı artar. Kıymetsiz, çamur gibi madde ile sıvanan camın kıymeti çoğalır. Parlak olan nûr, karanlık cesede bağlanınca, önceden Allahü teâlâya olan yakınlığını unuttu. Hattâ, kendi varlığını ve özelliklerini unuttu. Karanlık bedene olan sevgisine dalarak ve yalnız bir görünüş olan o heykele bağlanarak kendini unuttu. Onunla bir arada kalınca, kıymetini gayb etti. Kötüleşti. Bu dalgınlık çukurundan kendini kurtaramazsa, ona yazıklar olsun! Onun bedenle birleşmesi, yükselmesi için idi. Buna kavuşamazsa, yükselmeye uygun olan yaratılışını bozarsa, yolundan saparsa, ona yazıklar olsun! Allahü teâlâ ona ezelde merhamet ettiyse, onu lutfüne, inayetine kavuşturdu ise, başını kaldırır, elinden kaçmış olan nîmetleri hâtırlar, eski hâline döner.

Arabî beyt tercümesi:
Hep seni düşünürüm, haccım ve ömrem sanadır.
Herkes taş toprak düşünür, kalbim senden yanadır.

Nûr bedenden yüz çevirip, mukaddes olan sevgilinin şühûduna dalarsa, ona bağlanırsa, karanlık bedeni de, o mukaddes makama sürükler. Buraya olan sevgisi, karanlık bedene olan bağlılığını unutturacak kadar çoğalırsa, beden de onun nûrları ile aydınlanır. Nûrların müşâhedesinde kendini unutur.

Matlûbun huzuruna perdesiz olarak kavuşur. İnsan, şimdi hem cesedin, hem ruhun fenasına kavuşmakla şereflenir. Bu fenadan sonra, bu şühûd ile bekâ hâsıl olursa, fena ve bekâ tamamlanmış olur. Velî ismini almak hakkı olur. Vilâyet derecesine kavuşunca, iki şeyden biri olur: Yâ, tam şühûda dalar, kendini hep unutur. Yâhut, insanları Hak teâlâya çağırmak için geri döner. Geri döndükten sonra, bâtını Allahü teâlâ ile, zâhiri insanlar ile olur. Bu zaman nûr, kendisine karışmış olan zulmetten kurtulur. Matlûbuna, yâni Hak teâlâya döner. (Eshâb-ı yemin)den olur. Kendisinin sağı solu yok ise de, hâli sağ olmaya uygundur. Çünkü hayrları kendinde toplamıştır, kemâle kavuşmuştur. Bu ikisi de sağda bulunur. Sağ mübârektir. (Allahü teâlâ hakkında da, iki eli, mübârek olan sağ taraftadır) buyurulmuş olması da bunun gibidir. (İki eli demek, Onun râzı olduğu, beğendiği şey demektir). Mekânsız nûr ve bâtın dediğimiz ruhdur. Ciheti olan karanlık ve zâhir ise, nefis demektir.

Suâl: Birinci kısmdan olan, yâni geriye dönmeyen Evliyâ da, âlemi biliyor, insanlarla birlikte yaşıyor. Bunların hep Allahü teâlâya bağlı olmaları ve kendilerini unutmaları ne demektir?

İnsanları Allahü teâlânın rızasına, sevgisine kavuşturmak için geri dönen Evliyâ ile bunların arasında ne fark vardır?

Cevap: Kendilerini unutmak ve hep Allahü teâlâya bağlı kalmak demek, nefis ruhun nûrları arasına girdikten sonra, ruh ile nefsin birlikte, Allahü teâlâya teveccüh etmesi demektir. Böyle olduğu yukarıda bildirilmiştir. Mahlûkları bilmek ise, his organları ve kuvvetleri ile ve hareket organları ile olur. Bu organlar, nefsin tafsîlidir. Nefsin arzuları ile işlemektedir. Hulâsa olan, kuvvet merkezi olan nefis, ruhun nûrları altında Allahü teâlâyı müşâhede etmektedir. Bunun tafsîli, açıkta olan kısmları, eski şü'ûru ile hareket etmektedir.

Hulâsanın yok hâle gelmesi ile, onların hareketinde gevşeklik hâsıl olmuyor. Bu âleme rücû' etmiş olan Evliyâ böyle değildir. Bunların nefsi, mutmeinne olduktan sonra, ruhun nûrları altından çıkıyor. Mahlûklar âlemine bağlanıyor. Bu bağlılıkla, insanları Allahü teâlânın rızasına çağırıyor.

Nefis hulâsadır, topluluktur dedik. His organları ve hareket organları ve kuvvetleri, nefsin tafsîlidir, açıkta bulunan parçalarıdır dedik. Çünkü nefsin etten olan kalbe yâni yüreğe bağlılığı vardır. Yüreğin de, (Hakîkat-i câmia-i kalbiyye), yâni kısaca kalb veya gönül denilen latîfeye bağlılığı vardır. Yürek, gönüle olan bu bağlılığı sebebi ile, ruha da bağlanmış olur. Ruhdan gelen feyzler, bu bağlılıklar vâsıtası ile nefse gelir. Sonra nefsten organlara ve kuvvetlere yayılır. Bunlar nefste hulâsa olarak mevcûddur. Bu anlaşılınca, Evliyânın iki kısmının başka oldukları anlaşılmış olur. Birincileri, sekr sahipleridir, yâni şü'ûrsuzdurlar. İkincileri sahv sahipleridir. Yâni şü'ûrludurlar. Birincileri daha şerefli, ikincileri ise, daha üstündür. Birincilerin hâli Evliyâlığa uygundur. İkincilerin hâli Peygamberliğe uygundur. Allahü teâlâ, bizleri Evliyânın kerâmetlerine kavuşmakla şereflendirsin ve Enbiyâya “salevâtüllahi teâlâ ve selâmühü alâ nebiyyinâ ve aleyhim ve alâ cemî'i melâiketil mukarrebin vel'ibâdissâlihîn ilâ yevmiddîn” tam uymakla yükseltsin! Bu satırları yazan duâcınızın, arabîsi, fârisîsinden daha güzel değil ise de, şerefli mektûbunuz arabî kelimelerle yazılmış olduğundan, mektûbumuzu da, sizin gibi yazdık. Sözümüz burada tamam oldu. Hepinize selâm olsun!

23 YİRMİÜÇÜNCÜ MEKTÛB

Bu mektûb, Hân-ı Hânân ismi ile meşhûr Abdürrahîme arabî olarak yazılmış olup, dîni, câhillerden öğrenmeyi men etmekte ve soy adı seçmekten bahs etmektedir:

Allahü teâlâ hepimizi lâftan kurtarıp, iş yapmak nasip buyursun. İnsanların en iyisi ve hepsinin Peygamberinin hâtırı için, amelsiz ilimden, işe yaramıyan bilgilerden korusun!

Arabî mısra' tercümesi:
Bir kimse ki, bu duâya âmîn diye,
Hak teâlâ, o kula rahmet eyleye!

Ey, yüksek yaratılışlı kardeşim! Allahü teâlâ, sizin yaratılışınızda bulunan kemâlâtın meydana çıkmasını ihsân eylesin! Bu dünya âhıretin tarlasıdır. Burada tohum ekmeyip, yaratılışta bulunan, toprak gibi yetiştirici kuvvetini işletmeyenlere, bundan faydalanmayanlara ve amel, ibâdet tohumlarını elden kaçıranlara yazıklar olsun! Toprak gibi yetiştirici kuvveti işletmemek, oraya birşey ekmemekle veya zararlı, zehirli tohum ekmekle olur. Bu ikincisinin zararı, bozukluğu, birincisinden kat kat daha çoktur. Zehirli bozuk tohum ekmek, dîni, din derslerini, dinden haberi olmayanlardan öğrenmek ve din düşmanlarının kitaplarından [mecmû'alarından] okumaktır. Çünkü, din câhilleri, nefsine uyar, keyfi peşinde koşar. Dîni, işine geldiği gibi söyler. Karşısındakinin de nefsini azdırır ve kalbini karartır. Çünkü, din câhilleri, din dersi verirken [din kitabı yazarken], islâmiyete uygun olmıyanı uygun olandan ayıramaz. Gençlere neleri ve nasıl anlatmak lâzım geldiğini bilemez. Kendi gibi, talebesini de câhil yetiştirir. Birçok şeyler okuyup ezberlemekle, [başka ilim kollarında söz sahibi olmakla, fen ve sanat şu'belerinde ihtisas kazanmakla] insan din adamı olamaz, [din kitabı yazamaz] ve din bilgisi veremez.

Bir din âlimi, gençlere din öğreteceği zaman, bunlara önce, dinsizler, islâm düşmanları [ve câhil din adamları] tarafından şırınga edilen, yanlış propagandaları, iftirâları anlayıp, onların temiz ve körpe kafalarını bu zehirlerden temizler. Zehirlenen ruhlarını tedâvî eder. Sonra, yaşlarına, anlayışlarına göre, islâmiyeti ve meziyyetlerini, faydalarını, emirlerindeki ve men lerindeki hikmetleri, incelikleri ve insanlığı saadete ulaştırdığını, onlara yerleştirir. Böylece gençlerin ruh bahçelerinde derdlere devâ, ruhlara gıdâ olan nefis çiçekler yetişir. Böyle bir din âlimini ele geçirmek, en büyük kazancdır. Onun bakışları, ruhlara işler. Sözleri, kalblere te'sîr eder. Dîn-i islâmı, hazır lokum gibi yutmak, susuz kalmış iken, soğuk şerbet içip ciğerlerine kadar serinliyebilmek, ancak böyle bir Allah adamının sunması ile mümkindir. Allahü teâlâ, hepimizi Muhammed aleyhisselâmın doğru yolundan ayırmasın! Âmîn. Çünkü, insanları dünya ve âhıret rahatına kavuşturan, ancak bu yoldur. Şu fârisî beyt ne güzel söylenmiştir. Beytin tercümesi:

Arabistândan doğan, Muhammed
İki cihânda, üstün Odur, hemân!
Kara toprak altında kalsın, her an,
Onun kapısında, toprak olmıyan!

Peygamberlerin en yükseğine, en üstününe bizden selâmlar olsun!

Ne kadar şaşılacak şeydir ki, kıymetli teveccühünüze kavuşmakla şereflenen şairlerden birinin, bir kâfir ismini soyadı aldığını işittim. Hem de, kendisi seyyidlerden, sevmemiz lâzım gelen büyüklerden biridir. Keşke bunu duymasaydım. Bu alçak ismi acaba niçin aldı? Bir türlü anlıyamıyorum. Böyle ismleri almaktan, korkunç arslanlardan kaçmaktan, daha çok kaçmak lâzımdır. Böyle ismleri, her çirkinden daha çirkin görmek lâzımdır. Çünkü, bu ismler ve onların sahipleri, Allahü teâlânın düşmanlarıdır. Onun Peygamberinin düşmanlarıdır. Müslümanların, [ister hıristiyan olsun, ister yahudi olsun, isterse Kitapsız olsun bütün] kâfirleri düşman bilmesi emrolunmuştur. Bu gibi pis ismleri, evladına koymamaları, her müslümana vâcibdir. Benim tarafımdan ona söyleyiniz! Bu ismi değiştirsin! Onun yerine, ondan hayrlı ve müslümana yakışan bir ism koysun. Müslüman olana, müslüman ismini koyması yakışır. Allahü teâlânın sevdiği ve Onun Peygamberinin beğendiği, islâm dîninde bulunmakla şereflenmiş bir kimsenin hâline uygun da, ancak budur.

[Ebû Dâvüd ve Muhammed ibni Hibbân bildiriyor ki, Resûlullah, (Kıyâmet günü ismlerinizle ve babalarınızın ismleri ile çağrılacaksınız. Onun için güzel ismler alınız!) buyurdu. Tirmüzî bildirdiğine göre Âişe buyurdu ki, (Resûlullah çirkin ismleri değiştirirdi).]

Tirmüzî ve İbni Mâce bildiriyor: Abdüllah bin Ömer buyurdu ki, (Hz. Ömerin bir kızının adı Âsıye yâni isyân edici idi. Resûlullah, onu değiştirdi. Cemile yaptı). Bunlar gibi, daha birçok insan, yer ve sokak ismini değiştirerek, müslümana yakışan ismler taktığını Ebû Dâvüd bildirmektedir. Hadis-i şerifte, (Kötü zan altında kalınacak yerlerden kaçınız!) emrolundu. Dinsizlik alâmeti olan ve bu zannı uyandıran ismleri koymaktan, [sözleri söylemekten ve alâmetleri kullanmaktan ve işleri yapmaktan] kaçınmak, her müslümanın vazîfesidir. Bekara sûresi, ikiyüzyirmibirinci âyetinde meâlen, (Mümin olan bir köle, kâfir olan bir beğden, daha kıymetlidir!) buyuruldu.

Muhammed aleyhisselâmın yolunda gidenlere, Allahü teâlâ, selâmet versin! Âmîn.
Mâlu mülke olma mağrur, deme var mı ben gibi!
Bir muhâlif yel eser, savurur harman gibi.

24 YİRMİDÖRDÜNCÜ MEKTÛB

Bu mektûb, Kılınc Hâna yazılmıştır. Sofînin kâin ve bâin olduğu ve kalbin birden fazla şeye bağlanmıyacağı ve muhabbet-i zâtiyye hâsıl olunca sevgiliden gelen elemlerle nîmetlerin müsâvî olduğu ve mukarreblerle ebrârın ibâdetleri arasındaki başkalığı ve kendini yok bilen Evliyâ ile insanları dâvet için geri dönmüş olan Evliyânın başkalıkları bildirilmektedir:

Allahü teâlâ, Peygamberlerin en üstünü hurmetine size selâmet ve âfiyet versin! Hadis-i şerifte, (Kişi, sevdiği ile birlikte olur) buyuruldu.

Kalbinde, Allahdan başka hiçbirşeyin sevgisi kalmayan ve ancak Onu dileyen kimselere müjdeler olsun. Bu hadis-i şerife göre, bu kimse, Allahü teâlâ ile berâber olur. Görünüşte insanlar ile birlikte ve onlarla alış verişte ise de, hakîkatte Allahü teâlâ iledir. Kâin ve bâin olan sofînin hâli böyledir. Bu sofî, Allahü teâlâ ile (Kâin)dir. Yâni Allahü teâlâ ile bulunur ve insanlardan (Bâin)dir. Yâni ayrıdır. Yâhut, görünüşte insanlar ile kâindir. Hakîkatte ise insanlardan bâindir. Kalb, yâni gönül birden fazla şeyi sevmez. Bu bir şeye olan sevgisi kesilmedikçe başka şeyi sevemez. Kalbin mal, evlat, mevkı', medh olunmak gibi çeşidli arzuları ve bağlantıları ve sevdikleri görülür ise de bu sevgilileri hakîkatte hep bir sevgilisi içindir. O biricik sevgilisi de, kendi nefsidir. Onların hepsini, kendi nefsi için sevmektedir. Bunları, hep kendi nefsi için istemektedir. Onların nefslerini düşünmemektedir. Nefsine olan sevgisi kalmazsa, nefsi için onlara olan sevgisi de kalmaz. Bunun içindir ki, kul ile Rabbi arasındaki perde, kulun kendi nefsidir. Çünkü hiçbirşeyi o şey için sevmemektedir. Onun için hiçbirşey perde olmaz. Kul, hep nefsini düşünmektedir. Bunun için perde, yalnız kendisidir. Başka hiçbir şey değildir. Kul, kendinin nefsini düşünmekten büsbütün kesilmedikçe Rabbini düşünemez. Allahü teâlânın sevgisi onun kalbine yerleşemez. Bu büyük nîmet, ancak tam fena hâsıl olduktan sonra elde edilebilir. Mutlak olan Fena da, Tecellî-i zatîye bağlıdır. Çünkü, ortalıktan karanlığın kalkması, ancak, parlak olan güneşin doğması ile olur. (Muhabbet-i zatiyye) denilen bu sevgi hâsıl olunca, sevgilinin nîmetleri ve elemleri, sevenin yanında eşid olur. Bu zaman, ihlâs hâsıl olur. Rabbine ancak Onun için ibâdet eder. Kendi nefsi için değil. İbâdeti, nîmetlere kavuşmak için olmaz. Çünkü, ona göre nîmetlerle azâblar arasında başkalık yoktur. İşte bu hâl mukarreblerin derecesidir.

Ebrâr böyle değildir. Bunlar, Allahü teâlâya nîmetlerine kavuşmak için ve azâbından korktukları için ibâdet ederler. Bu iki dilekleri ise, nefslerinin arzularıdır. Çünkü bunlar, Allahü teâlânın zâtını sevmek saadetine kavuşmamışlardır. Bunun için (Ebrârın hasenâtı, mukarreblerin seyyiâtı olmuştur). Çünkü, ebrârın hasenâtı, bir bakımdan hasenâttır. Başka bakımdan seyyiât olur. Mukarreblerin hasenâtı ise, her bakımdan hasenâttır. Yâni iyiliktir. Evet, mukarreblerden, tam Bekâya kavuştuktan ve bu sebepler âlemine indikten sonra Allahü teâlâya, korku ile ve nîmetlerine kavuşmak için ibâdet eden de vardır. Fakat, bunların korkuları ve arzuları kendi nefsleri için değildir. Bunlar, Allahü teâlânın rızasına, sevgisine kavuşmak için ve Onun gazâbından, gücenmesinden korktukları için ibâdet ederler. Bunlar Cenneti de isterler. Çünkü, Cennet, Allahü teâlânın rızasının, sevgisinin bulunduğu yerdir. Yoksa Cenneti istemeleri, nefslerinin zevkleri için değildir. Bunlar Cehennemden korkar. Ondan koruması için duâ ederler. Çünkü, Cehennem, Allahü teâlânın gazâbının bulunduğu yerdir. Yoksa, Cehennemden korkuları, nefslerini azâbdan kurtarmak için değildir. Çünkü, bu büyükler, nefslerine köle olmaktan kurtulmuşlardır. Allahü teâlâ için hâlis kul olmuşlardır. Bu mertebe, mukarreblerin en üstün derecesidir. Bu mertebeye kavuşan, (Vilâyet-i hâssa) makamına erdikten sonra (Peygamberlik) makamının yüksekliklerinden bir şeylere de kavuşur.

Sebepler âlemine inmeyen ise, müstehlik olan, yâni kendini yok bilen Evliyâdan olur. Bunun Peygamberlik makamının kemâlâtından haberi yoktur. Başkalarını kemâle getiremez. Yukarıda bildirdiğimiz birinci sınıf Evliyâ gibi değildirler. Allahü teâlâ, insanların en üstünü hürmetine bizleri bu büyükleri sevmekle şereflendirsin. Çünkü, (Kişi, sevdiği ile berâber olur). Evvelimiz ve sonumuz selâmette olsun!



Niçin küfrân eder insân, Hudâ nîmet verir iken,
Utanmayıp eder isyân, kamûyu ol görür iken.
Beher an hamdü şükretmez, dahî ihsânı fikretmez,

Hergün Hakkı zikretmez, bedende cân durur iken?

25 YİRMİBEŞİNCİ MEKTÛB



Bu mektûb, hâce Cihâna yazılmıştır. Peygamberlerin en üstününe ve Hulefâ-i Râşidîne uymaya çalışmak lâzım olduğu bildirilmektedir:



Allahü teâlâ kalbinize selâmet versin! Göğsünüzü genişletsin! Nefsinizi temizlesin! Cildinizi yumuşatsın! Bunların hepsi, hattâ ruhun, sırrın, hafînin ve ahfânın bütün kemâlâtına kavuşmak, ancak Peygamberlerin en üstününe uymakla olur. Öyle ise, Ona uymak için ve Onun dört halîfesine uymak için çok çalışınız.

Onun dört halîfesi doğru yoldadırlar. Ondan sonra, herkesi doğru yola onlar getirmiştir. Onlar, insanları doğru yolda ilerleten yıldızlardır. Evliyâlık semasının güneşleridirler. Onların izinde yürümeye kavuşmakla şereflenenler, tam kurtuluş ile kurtulurlar. Onların yolundan ayrılanlar, doğru yoldan sapar, felakete düşerler.

Merhûm Şeyh Sultânın iki oğlu çok sıkıntıdadır. Geçimleri güç durumdadır. Yüksek makamınızdan dileğimiz onların imdâdına, yardımlarına yetişmenizdir. Bu hayrlı işe siz lâyıksınız. Hattâ bütün insanların ihtiyaçlarını gidermek için cenâb-ı Hak size başarılar vermiştir. Allahü teâlâ başarılarınızı arttırsın. Hep hayrlı işlere ulaştırsın. Allahü teâlâ, size ve doğru yolda olanlara selâmet versin!

26 YİRMİALTINCI MEKTÛB



Bu mektûb, Şeyh-ul-âlem Mevlânâ Hâce Muhammed Lâhorîye yazılmıştır. Şevk, arzu ebrârda olur. Mukarreblerde olmaz. Bu makamla ilgili birkaç şey bildirilmektedir:



Allahü teâlâ bizi ve sizi Muhammed aleyhisselâmın nûrlu caddesinde bulundursun.

Hadis-i kudsîde, (Ebrâr bana kavuşmağı çok istiyor. Ben de onları çok istiyorum) buyuruldu. Allahü teâlâ, ebrârın şevk, arzu sahibi olduklarını bildirdi. Çünkü, mukarrebler vâsıl olmuşlardır. Bunlarda kavuşmak arzusu artık kalmamıştır. Şevk, ayrı olanlarda bulunur. Mukarreblerde ayrılık gayrılık yoktur. Herkes bilir ki, kimse kendi nefsine kavuşmak için şevk sahibi değildir. Hâlbuki kendi nefsini taşkınca sevmektedir. Çünkü, nefsinden ayrı değildir. Allahü teâlâda bâkî ve kendi nefsinden fânî olmuş bir mukarrebin Allahü teâlâya olan yakınlığı, bir kimsenin kendi nefsine olan yakınlığı gibidir. Bunun için zevk, yalnız ebrârda bulunur. Çünkü, ebrâr çok sevmektedir ve kavuşmamıştır. Ebrâr demek, sona varmamış, mukarreb olmamış sâlik demektir. Tasavvuf yolunun başında veya ortasında bulunur. Sona varmasına kıl kadar ayrılık kalsa bile, mukarreb olmaz. Şu fârisî şiirde ne güzel söylenmiştir. Fârisî beytin tercümesi:



Dostun ayrılığı az olsa da, az değildir;

Eğer gözde yarım kıl olsa da, çok görünür.



Sıddîk-ı ekber bir kimsenin Kur'an-ı kerim okurken ağladığını gördü. (Biz de böyle idik, fakat şimdi kalblerimiz katılaştı) buyurdu. Bu söz, kötülemeye benzeyip, övünmek olan sözlerdendir. Şeyhimden işittim, (Nihâyete ermiş, kavuşmuş olan, yolun başlangıcında, kendisindeki şevkı, arzuyu özleyebilir) buyurdu. Şevkın giderilmesi makamın daha yükseldiğini, daha tamam olduğunu gösterir. Bu makam ye's makamıdır. Yâni anlayamamaktan hâsıl olan üzüntü makamıdır. Çünkü kavuşulabilecek şey için şevk olur. Kavuşmak Ümidi olmayan bir yerde şevk olmaz. Yüksek derecelerin sonuna ulaşmış olan bir kâmil, bu âleme geri döndüğü zaman, ayrılık ateşine düştüğü hâlde, eski şevkı, arzusu geri gelmez. Çünkü, şevkın gitmesi, ayrılık kalmadığı için değildi. Ye's, Ümitsizlik geldiği içindi. Geri döndükten sonra da bu ye's kendisinde vardır. Birinci kâmil böyle değildir. O, âleme dönünce, şevk de geri gelir. Çünkü, önceden yok olmuş olan (Fakt) yâni gaybûbet, yok olmak, yine hâsıl olmaktadır. Bir kâmil, geri döndüğü zaman, fakt, ayrılık bulunursa, faktın gitmesi ile yok olan şevk tekrar hâsıl olur.

Suâl: Vüsûl mertebeleri yâni kavuşturan yol, sonsuzdur, bitmez tükenmez. Ne kadar ilerlese yine uzak olacağı için, hep şevk bulunmaz mı?

Cevap: Vüsûl mertebelerinin sonsuz olması, ismlerde ve sıfatlarda ve şü'ûnda ve îtibarâtta olan geniş yolculuklardır. Böyle seyr eden bir sâlik için, yolun sonu olmaz. Ondan şevk hiç gitmez. Yukarıda bildirilen müntehî ise, bu mertebeleri kısaca geçerek, söz ile, kelime ile, işaret ile anlatılamıyacak makama vâsıl olmuştur. Orada hiç Ümitlenmek yoktur. Bunun için kendisinde şevk ve taleb kalmaz. Bu hâl, Evliyânın büyüklerinde olur. Bunlar sıfatların çukurundan kurtulmuşlar. Zat-i ilâhîye “teâlet ve tekaddeset” kavuşmuşlardır. Bunlar, sıfatlarda uzun uzun ilerliyen ve şü'ûnât mertebelerinde seyr eden sâlikler gibi değildir. O sâlikler, bitmez tükenmez sıfatların tecellîlerine bağlanıp kalırlar. Bunlar için olan vüsûl mertebeleri kendisini ancak sıfatlara kavuşturur. Zat-i ilâhîye yükselmek ancak sıfatlarda ve îtibarâtta, kısaca seyr etmekle olabilir. İsmlerde uzun uzadıya seyr eden bir kimse, sıfatlara ve îtibarâta bağlanıp yolda kalır. Böylece şevk ve taleb kendisinden ayrılmaz. Vecd ve tevâcüdden kurtulmaz. Vecd ve tevâcüd sahipleri, sıfatların tecellîlerine kavuşanlardır. Bunlar için (Tecelliyât-i Zatiyye) yoktur. Şevkleri, vecdleri oldukça bu tecellîlerden nasip alamazlar.

Suâl: Allahü teâlâya şevk olması ne demektir? Çünkü, Allahü teâlâdan hiç birşey mefkûd, yok değildir?

Cevap: Burada şevk demek, belki (Müşâkele Sanatı) ile söylenmiş olabilir. Çok olduğunu bildirmek içindir. Çünkü, azîz, cebbâr olan Allahü teâlânın her şeyi şiddetlidir, çoktur. Zayıf insanların her şeyinden gâlib ve kuvvetlidir. Bu cevap âlimlere göre verilen cevaptır. Bu fakir kulun başka bir cevabı daha vardır ki tasavvuf yoluna uygun bir cevaptır. Fakat bu cevapta biraz sekr, şu'ûrsuzluk bulunmaktadır. Sekr olmayınca, güzel olmuyor. Hattâ câiz olmuyor. Çünkü, sekr sahipleri özrlü olur, affedilirler. Sahv, şü'ûr sahipleri mes'ûl olurlar. Sorguya çekilirler. Şu anda, tâm sahv hâlindeyim. Şimdi o cevabı bildirmek yerinde olmaz. Önceleri ve sonraları Allahü teâlâya hamd olsun. Onun Peygamberlerine bitmez tükenmez salât ve selâm olsun!


27 YİRMİYEDİNCİ MEKTÛB



Bu mektûb, Hâce Ammek için yazılmıştır. Tarîkat-i aliyye-i Nakşibendiyyeyi övmektedir:



Allahü teâlâya hamd olsun. Onun sevdiği kullarına selâm olsun! Merhamet ederek bu dostunuza gönderdiğiniz kıymetli mektûb gelerek bizleri sevindirdi. Selâmette olunuz. Bu yüksek Nakşibendiyye zincirini övmekten başka birşeyle başınızı ağrıtmak istemiyorum. Yavrum! Bu yüksek zincirin büyükleri buyuruyorlar ki, (Bizim nisbetimiz bütün nisbetlerin üstündedir). Nisbet dedikleri huzur ve âgâhlıktır. Bunlar hiç gayb olmayan huzura kıymet verir. Böyle devamlı olan huzura (Yâd-i Dâşt) demişlerdir. Bu büyüklerin nisbeti, yâd-i dâşt olmaktadır. Bu fakirin anladığına göre, yâd-i dâşt şöyle açıklanmaktadır: Allahü teâlânın ismleri, sıfatları ve şü'ûnu ve îtibarâtı birlikte olmaksızın, yalnız zat-ı ilâhînin zuhûr etmesine yâni kalbe, ruha görünmesine (Tecellî-i Zat) denir. Bu tecellîye (Berkî) demişlerdir. Yâni, şü'ûn ve îtibarât perdelerinin aradan kalkması, zatın görünmesi, şimşek çakar gibi bir ân sürer. Sonra bu perdeler hemen araya girerek örtülür. Böyle olunca, gaybsız, devamlı huzur düşünülemez. Bir ân huzur, ondan sonra devamlı yokluktur. Bu büyükler böyle olan nisbete kıymet vermemiştir. Hâlbuki başka silsilelerin, tarîkatların büyükleri, öyle olan tecellî nihâyete kavuşanlara nasip olur dediler. Bu huzur, devamlı olursa, hiç örtünmezse, ismlerin ve sıfatların ve şü'ûnun ve îtibarâtın perdeleri araya karışmadan tecellî ederse, gaybsız, perdesiz huzur olur. Yâd-i dâşt olur. İşte, bu büyüklerin nisbeti olan Yâd-i dâşti, başkalarının nis- betleri ile karşılaştırmalıdır. Böylece hepsinin üstünde olduğunu anlamalıdır. Çok kimse, böyle bir huzurun varlığına inanamaz. Arabî beyt tercümesi:



Nîmete kavuşanlara âfiyet olsun;

Zevallı âşık birkaç damla ile doysun.



Bu yüksek nisbet, öyle garîb oldu ki, hattâ bu büyük kıymetli zincire bağlanmış bulunanlara da söylense çoğunun inanmayacağı umulur. Şimdi, bu büyüklerin yolunda bulunanlara göre nisbet demek, Allahü teâlânın huzuru ve anlaşılamayacak bir şühûdudur ve cihetsiz olarak Ona teveccüh etmektir. Yukarıda olmak hayâle gelirse de, cihetsizdir ve görünüşte devamlıdır. Bu nisbet yalnız cezbe makamında hâsıl olur. Böyle nisbetin başka tarîkatlardaki nisbetlerden yüksek bir tarafı yoktur. Hâlbuki, yukarıda bildirdiğimiz Yâd-i dâşt, cezbe tamamlandıktan ve sülûk makamları sona erdikten sonra hâsıl olur. Bunun derecesinin yüksekliğini bilmeyen kimse yoktur. Eğer gizli kalmışsa, elde edilememesindendir. Bir kimse haset ederek inanmazsa ve aşağı bir kimse kendi kusurundan dolayı inat ederse ona bir diyeceğimiz yoktur. Fârisî iki beyt tercümesi:



Bir câhil bu büyüklere dil uzatırsa,

Cevap vermeye değmez dersem iyi olur.

Hep aslanlar, bu zincire bağlanmışlardır,

Kurnaz tilki bu zinciri nasıl koparır?

Evveliniz ve sonunuz selâmette olsun!


28 YİRMİSEKİZİNCİ MEKTÛB



Bu mektûb, yine Hâce Ammeke yazılmıştır. Hâlinin yüksekliğini bildirmektedir. Fakat bu yazıdan, hâlinin alçaldığı ve uzaklaşmış olduğu anlaşılmaktadır:

Lütf ederek bu dostunuza gönderdiğiniz merhametli mektûb gelerek bizleri sevindirdi. Okuyarak şereflendik. Hürriyete kavuşanların, kelepçede olanları hâtırlaması ne büyük nîmettir. Kavuşanların, ayrı kalanların dertlerine ortak olması, çok sevindirici birşeydir. Ayrı kalan bu zevallı, kendini kavuşmaya lâyık bulmadığı için, uzak bir köşeye çekildi. Yaklaşmaktan kaçarak, uzaklarda soluğu aldı. Kavuşmaktan vazgeçip ayrılığa katlandı. Hürriyeti seçmekte zindân hayatını gördüğü için, seve seve zindân hayatını seçti. Fârisî beyt tercümesi:



Sultan birşey beklerse köleden,

Kanaat kalksın artık ortadan.



Bozuk yazılarla ve saçma işaretlerle başınızı ağrıtmıyayım. Allahü teâlâ, bizi ve sizi Peygamberlerin efendisinin yolunda bulundursun!


29 YİRMİDOKUZUNCU MEKTÛB



Bu mektûb, Şeyh Nizâmeddîn-i Tehânîserîye yazılmıştır. Farzları kılmaya ve sünnetleri, edebleri gözetmeye teşvîk etmekte ve farzların yanında nâfileleri yapmanın kıymetinin az olduğu ve yatsı namazını gece yarısından sonra kılmamağı ve abdestte kullanılan suyu içmemeyi ve mürîdlerin secde etmelerinin câiz olmadığını bildirmektedir:



Allahü teâlâ, bizi ve sizi te'assubdan, yâni başkasını çekememekten ve doğru yoldan ayrılmaktan korusun ve insanların en üstünü o temiz Peygamberi hürmetine pişman olacak, üzülecek şeyleri yapmaktan kurtarsın!

İnsanı Allahü teâlânın rızasına, sevgisine kavuşturacak işler, farzlar ve nâfileler olmak üzere ikiye ayrılır. Farzların yanında nâfilelerin hiç kıymeti yoktur. Bir farzı vaktinde yapmak [vakti geçmiş ise, hemen kaza etmek], bin sene nâfile ibâdet yapmaktan daha çok faydalıdır. Hangi nâfile olursa olsun, ne kadar hâlis niyet edilirse edilsin, ister namaz, oruç, zikir, fikir olsun, ister başka nâfileler olsun, hep böyledir. Hatta, farzları yaparken, bu farzın sünnetlerinden bir sünneti ve edeblerinden bir edebi gözetmek de, böyle çok faydalıdır. [123. mektûbu okuyunuz!] Öğrendiğimize göre Emîr-il-müminin Ömer Fârûk hazretleri sabah namazını cemaat ile kıldıktan sonra, cemaate baktı, eshâbından birini bulamadı. (Filan kimse cemaatte yoktur) buyurdu. Orada bulunanlar, o kimse gecenin çok saatlerinde uyumaz. [Nâfile ibâdet yapar.] Belki şimdi uykuya dalmıştır, dediler. Halîfe, (Eğer bütün gece uyuyup da sabah namazını cemaat ile kılsaydı daha iyi olurdu) buyurdu. Bundan anlaşılıyor ki: Bir edebi gözetmek ve tenzîhî olsa bile, bir mekruhtan sakınmak, zikirden ve fikirden ve murâkabeden ve teveccühden daha faydalıdır. Tahrîmî olan mekruhtan sakınmanın faydasını, artık düşünmelidir. Evet, bu nâfile işler, farzları gözetmek ile ve haramlardan, mekruhlardan sakınmak ile birlikte yapılırsa, elbette daha güzel, çok güzel olur. Fakat böyle olmazsa, pek zararlı olur. Meselâ zekât olarak bir dank [yâni bir dirhemin dörtte birini ki, bir gram gümüş demektir] bir müslüman fakire vermek, nâfile olarak dağlar kadar altun sadaka vermekten, hayrât, hasenât ve yardımlar yapmaktan kat kat daha iyidir, kat kat daha çok sevaptır. Bu bir dank zekâtı verirken, bir edebi gözetmek, meselâ, akrabâdan bir fakire vermek de, nâfile iyiliklerden kat kat daha faydalıdır. Bundan anlaşılıyor ki, yatsı namazını gece yarısından sonra kılmak ve böylece gece namazı sevabını da kazanmayı düşünmek, çok yanlıştır. Çünkü, hanefî mezhebindeki imamlara göre yatsı namazını gece yarısından sonra kılmak mekruhtur. Sözlerinden de, (Kerâhet-i tahrîmiyye) olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü, yatsı namazını gece yarısına kadar kılmak mubâh demişlerdir. Gece yarısından sonra kılmak mekruh olur buyurmuşlardır. Mubâhın karşılığı olan mekruh ise, tahrîmen mekruhtur. Şâfi'î mezhebinde gece yarısından sonra yatsıyı kılmak câiz değildir. Bunun içindir ki, gece namazı kılmış olmak için ve bu vaktte zevk ve cem'ıyyet elde etmek için, yatsıyı gece yarısından sonraya bırakmak çok çirkindir. Böyle düşünen bir kimsenin, yalnız vitr namazını gece yarısından sonraya bırakması yetişir. Vitr namazını gece yarısından sonra kılmak müstehabdır. Böylece, hem vitr namazı müstehab olan vaktinde kılınmış olur, hem de gece namazı kılmak ve seher vaktinde uyanık bulunmak nîmetlerine kavuşulmuş olur. O hâlde bu işten vazgeçmek ve geçmiş namazları kaza etmek lâzımdır. İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe Kûfî hazretleri, namaz abdestinin edeblerinden bir edebi terk ettiği için kırk senelik namazı kaza etmiştir.

Şunu da söyliyelim ki, abdestsizliği gidermek için veya sevap kazanmak için abdest almakta kullanılmış olan suya (Müsta'mel su) denir. Bu suyun içilmesi için kimseye izin vermeyiniz! Çünkü, İmâm-ı a'zama göre müsta'mel su, kaba necistir. Fıkh âlimleri bu suyun içilmesini yasak etmişlerdir. Bu suyu içmenin mekruh olduğunu bildirmişlerdir. Evet, abdest aldıktan sonra ibrikte kalan kullanılmamış sudan içmek şifâ olur demişlerdir. Eğer böyle olduğuna inanan bir kimse isterse, bu kullanılmamış sudan veririz. Bu fakir, Dehli şehrine son gittiğim zaman bu iş başıma gelmişti. Sevdiklerimizden birkaçına rü'yâda, bu fakirin abdestte kullandığı müsta'mel sudan içmelerinin lâzım olduğu, içmezlerse büyük zarar görecekleri bildirilmiş. Böyle şey olmaz diye çok karşı geldi isem de faydası olmadı. Fıkh kitaplarına baktım. Kurtuluş yolunu şöyle buldum ki, üç kere yıkadıktan sonra, (Kurbet) yâni sevap kazanmak niyet etmeden, dördüncü yıkamak ile kullanılan su müsta'mel olmuyor. Bu sevdiklerimizin yalvarması üzerine niyet etmeden dördüncü yıkamakta kullanılan suyu içmek için kendilerine verdim:

Şunu da bildirelim ki, güvenilir birkaç kimsenin bildirdiklerine göre halîfelerinizden birkaçına mürîdleri secde ediyorlarmış, yeri öpmekle kalmıyarak kendilerine karşı secde yapıyorlarmış. Bu işin kötülüğü güneşten daha çok meydandadır. Bu işi yasak ediniz! Hem de çok sıkı yasak ediniz! Böyle işlerden herkesin sakınması lâzımdır. Hele başkalarına önderlik eden bir kimsenin böyle işlerden sakınması daha çok lâzımdır. Çünkü, onun yolunda bulunanlar, onun yaptıklarını yaparlar ve bu belâya düşerler.

Şunu da bildirelim ki, tasavvuf yolunda ilerliyenlerin bilgileri, hâl ile kavuşulan bilgilerdir. Hâller de, amellerden hâsıl olur. Amelleri dürüst olan ve ibâdetleri hakkı ile yapan kimselerde hâller hâsıl olur. Bu hâller, birçok şeyleri öğrenmelerine sebep olur. Amellerin, ibâdetlerin düzgün olabilmesi için bunları tanımak, herbirinin nasıl yapılacağını bilmek lâzımdır. Bu bilgiler, islâmiyetin ahkâmını yâni emirlerini ve yasaklarını, meselâ, namazın, orucun ve bunlardan başka farzların ve alış verişlerin ve nikâh, talâk gibi muamelatın bilgileridir. Kısaca, Allahü teâlânın insana emrettiği şeylerin bilgileridir. Bu bilgiler, öğrenilmekle elde edilir. Bunları öğrenmek, her müslümana elbette lâzımdır. Herşeyi öğrenmeden önce ve öğrendikten sonra birer cihâd vardır. Birincisi, ilmi aramak, bulmak ve elde etmek için çalışmak cihâddır. İkincisi, ilmi elde ettikten sonra yerinde kullanabilmek için yapılan cihâddır. Bunun için, kıymetli toplantılarınızda, tasavvuf kitapları okunulduğu gibi, fıkh kitaplarının da okunulması ve öğrenilmesi lâzımdır. Fârisî dilinde yazılmış fıkh kitapları çoktur. (Mecmû'a-i hânî) ve (Umde-tül-islâm) ve (Kenz-i fârisî) fıkh kitapları çok kıymetlidir. Hattâ tasavvuf kitapları okunmasa da, zararı olmaz; çünkü, tasavvuf bilgileri hâl ile, zevk ile, tadını tadarak elde edilir. Okumakla, dinlemekle anlaşılmaz. Fıkh kitaplarını okumamak ise zararlı olabilir. Bundan çok yazmak, sıkıntı verebilir. Az yazmak, çok şeyleri gösterir. Fârisî beyt tercümesi:



Az söyledim, dikkat ettim kalbini kırmamaya,

Bilirim üzülürsün, yoksa sözüm çoktur sana.



Allahü teâlâ bizi ve sizi, sevgili Peygamberine tam olarak uymakla şereflendirsin!


30 OTUZUNCU MEKTÛB



Bu mektûb da, şeyh Nizâm-ı Tehânîserîye yazılmıştır. Âfâkta ve enfüste olan şühûdları ve abdiyyet makamını bildirmektedir:



Allahü teâlâ sizi Muhammed aleyhisselâma tâm uymakla şereflendirsin ve Muhammed Mustafânın sünnetlerinin süsü ile zînetlendirsin!

Ne yazacağımı bilemiyorum. Mevlâmız, sahibimiz hazretlerinden söz edersem, yalan söylemiş ve iftirâ etmiş olurum. O, o kadar büyüktür ki, bu saçma sapan konuşan aşağı kimsenin söz konusu olmaktan çok yüksektir. Maddeden yapılmış olan, his organlarının esîri bulunan bir kimse, maddesiz olandan ve his organları ile anlaşılamıyandan ne söyleyebilir? Yok iken sonradan yaratılmış olan bir kimse, hiç yok olmayandan ne anlayabilir? Maddeli, zamanlı ve mekânlı olan, maddesiz, zamansız ve mekânsız olana nasıl yol bulabilir? Zevallı mahlûk, kendi âleminden dışarıya nasıl çıkabilir? Dışarıdan haber alamaz. Fârisî beyt tercümesi:



Çok iyi veya çok fena olsa da bir zerre,

Ömrünce dolaşsa, gezer kendi âleminde!



Bu hâl, seyr-i enfüsîde de hâsıl olmaktadır. (Seyr-i enfüsî), bu yolun nihâyetinde ele geçer. Yüksek hocamız Behâeddîn-i Nakşibend hazretleri buyurdu ki, (Ehlüllah, yâni Allah adamları, Fena ve Bekâ makamına kavuştuktan sonra, her gördüklerini kendilerinde görürler. Her tanıdıklarını kendilerinde tanırlar. Bunların hayretleri, anlayamamaları kendilerinde olur). Zâriyât sûresinin yirmibirinci âyetinde meâlen, (Kendinizdedir, görmüyor musunuz?) buyuruldu. Seyr-i enfüsîden önce olan seyrlerin yâni ilerlemelerin hepsi, (Seyr-i âfâkî) idi. Seyr-i âfâkîde ele geçen şeyler hiçtir. Yâni, aranılana göre hiç sayılır. Yoksa, şühûd-i enfüsîye kavuşmak için, önce seyr-i âfâkî lâzımdır. Aldanmamalı! Şühûd-i enfüsîyi, şühûd-i tecellî-i sûrî ile karıştırmamalıdır. Hâşâ ikisi bir şey değildir. Tecellî-i sûrîler nasıl olursa olsun, sâlikin nefsinde yâni kendinde müşâhede olunurlar, yâni görünürler ise de, hepsi seyr-i âfâkîde hâsıl olmaktadır. Ve (İlm-ül-yakîn) mertebesinde hâsıl olurlar. Şühûd-i enfüsî ise, (Hakk-ul-yakîn) mertebesindedir. Bu mertebe ise, yüksek mertebelerin sonuncusudur. Başka kelime bulunamadığı için şühûd diyoruz. Çünkü, aranılan, istenilen şey, hiçbir şeye benzemediği gibi, Ona uygun olan, Ona bağlı olan herşey de anlaşılamaz ve anlatılamaz. Anlaşılabilen şeyler, anlaşılamıyan şeylere benzemez. Fârisî iki beyt tercümesi:



Anlaşılmaz, ölçülemez bağlılıktır,

Nâsın Rabbi, kuluna böyle bağlıdır!

İnsan bu bağlılığı anlamaz aslâ,

Herşeyi bilir, cânını bilen Mevlâ!



Şühûd-i enfüsîyi bu şühûd-i sûrî ile karıştırmak, insanın her iki makamda Bekâ hâsıl etmesinden ileri gelmektedir. Çünkü, tecellî-i sûrî, sâliki fânî yapmaz. Birçok bağlılıklarını yok eder ise de, fenaya kadar götüremez. Bundan dolayı, bu tecellîde, sâlikin varlığından birşeyler bulunmaktadır. Seyr-i enfüsî, tâm Fenadan ve son Bekâdan sonra olduğundan ve sâlikin anlayışı az olduğundan, bu iki Bekâyı birbirinden ayıramaz. İkisini birleşmiş sanır. Eğer bu ikinci bekâya (Bekâ-billah) denildiğini ve bu varlığa, Allahü teâlânın verdiği vücûd denildiğini bilseydi, ikisini karıştırmaktan kurtulurdu.

Suâl: (Bekâ-billah) demek, kendini Hak teâlâ olarak bulmak değil midir?

Cevap: Hayır, öyle değildir. Tasavvuf büyüklerinin birkaçının sözlerinden böyle olduğu anlaşılmakta ise de bu bekâ, birçoklarına, cezbe makamında, kendilerini yok bildikten sonra hâsıl olmaktadır. Kendilerini böyle yok bilmeleri, Fena makamına kavuşmaya benzemektedir. Nakşibendiyye büyükleri bu Bekâya (Vücûd-i adem) adını vermişlerdir. Bu, fenadan öncedir. Bu hâl yok olabilir. Yok olduğu görülmüştür de. Zaman olur ki, bu hâli ondan alırlar. Sonra geri verirler. Tam Fenadan sonra hâsıl olan Bekâ ise, hiç yok olmaz. Hiç sarsılmaz. Bunların Fenası, devamlıdır. Bekâda iken fânîdirler. Fenada iken de bâkîdirler. Çabuk geçen, tükenen fena ve bekâ, kalbin hâlleri ve değişiklikleri sırasında gelip geçici şeylerdir. Bizim anlatmak istediğimiz ise, böyle değildir. Hâce Behâeddîn-i Nakşibend buyurdu ki, (Vücûd-i adem denilen hâl, insanın tabî'î hâline döner. Fakat vücûd-i fena, insanlık vücûdüne dönmez). Bunun için Fena sahiplerinin hâlleri elbette hiç değişmez. Vakitleri süreklidir. Belki, bunların vakitleri ve hâlleri yoktur. Bunlar, vakitleri ile değil, vakitlerin sahibi iledir. Bunların işi hâlleri veren iledir. Geçip gitmek, bitmek, vaktte ve hâlde olur. Hâlden ve vaktten kurtulanlar için bitmek, yok olmak tehlikeleri kalmaz. Bu Allahü teâlânın öyle bir nîmetidir ki, dilediğine verir. Allahü teâlâ, büyük ihsân sahibidir.

Vaktin devamlı olması demek, bu vaktteki hâlin bilinmesi ve başka şeyleri gibi eserlerinin, alâmetlerinin devamlı olması demek değildir. Belki, vaktin olduğu gibi devam etmesi ve hâlin kendisinin devamlı olması demektir. Bir şeyi yanlış zannetmek, onun doğru olmasına ziyân getirmez. Hattâ çok zanlar vardır ki, günah olur.

Söz uzadı. Biz yine kendimize gelelim! Mukaddes meydanda “celle şânüh” söz binicisini koşturamıyacağımız için, kendi kulluğumuzu, aşağılığımızı ve gücümüzün yetersiz olduğunu anlatalım. İnsan, kulluk vazîfelerini yapmak için yaratıldı. Bir kimseye başlangıçta ve ortalarda aşk ve muhabbet verilirse, onun Allahü teâlâdan başka şeylere olan bağlılıklarını kesmesi için verirler. Aşk ve muhabbet de aranılacak, özenilecek şey değildir. Kulluk makamına kavuşmak için birer aracıdırlar. Bir kimsenin Allahü teâlâya kul olması için, Ondan başka şeylere kul olmaktan ve bağlanmaktan tam kurtulması lâzımdır. Aşk ve muhabbet, bu bağlılıkları kesmekten başka bir işe yaramaz. Bunun için, vilâyet yâni evliyâlık mertebelerinin sonu, en yükseği (Abdiyyet makamı)dır. Vilâyet derecelerinde, abdiyyet makamının üstünde hiçbir derece yoktur. Bu makamda, kul ile sahibi arasında, kulun sahibine muhtaç olmasından ve sahibin kendisinin ve sıfatlarının hiçbir şeye hiç muhtaç olmamasından başka hiçbir bağlılık yoktur. Burasını iyi açıklayalım ki, kendisi ile Onun kendisi arasında ve sıfatları ile Onun sıfatları arasında ve kendi işleri ile Onun işleri arasında, hiçbir bakımdan hiçbir benzerlik bulmayacaktır. Onun zılli, görüntüsü olduğunu söylemekte, bir benzerlik, bir bağlılık olur. Bundan da kaçınmak lâzımdır. Onu yaratıcı, kendisini yaratılmış bilmelidir. Bundan başka hiçbir şeye ağız açmamalıdır. Tasavvuf yolunda ilerliyenlerin çoğu (Tevhîd-i fiili) ile karşılaşmaktadır. Her şeyi yapan Allahü teâlâdır derler. Bu büyükler, bu işleri yaratanın bir olduğunu bilir. Bu işleri yapan birdir demek istemezler. Böyle söylemek, zındıklık olur. Bunu bir misâl ile açıklıyalım:

Kukla oynatan bir kimse, perde arkasında oturur. Tahtadan, kartondan insan şeklinde yapılmış cansız şeyleri iple oynatır. Seyrciler, perdede oynayan karton, tahta parçalarının birçok şeyler yaptığını görür. Aklı olan kimseler bu hareketleri, perde arkasında oturan adamın yaptığını anlar. Fakat bu işler, perdedeki tahta parçalarından meydana gelmektedir. Bunun için bu şekller hareket ediyor denir. Perde arkasındaki adam hareket ediyor denmez. Bu sözleri, işin doğrusunu göstermektedir. Peygamberlerin yolları da böyle olduğunu bildirmektedir. İşleri yapan bir yapıcıdır demek, sekr hâlinde söylenen sözlerdendir. Sözün doğrusu şöyledir ki, işleri yapan çoktur. İşleri yaratan birdir. Tevhîd-i vücûd bilgileri de böyledir. Sekr vaktinde ve hâl kapladığı zaman söylemişlerdir. Keşf yolu ile edinilen bilgilerin doğru olması, islâmiyette açıkça anlaşılan bilgilere uygun olmaları ile ölçülür. Kıl kadar ayrılık sekrden ileri gelir. Din bilgilerinin doğrusu, Ehl-i sünnet vel-cemaat âlimlerinin anladıkları bilgilerdir. Bunlara uymamak yâ zındıklık ve ilhâddır, yâni doğru yoldan ayrılmaktır, yâhut sekr hâlinde söylenmiştir. Sekrden tam kurtulmak, (Abdiyyet makamı)nda olur. Başka makamların hepsinde az çok sekr bulunur. Fârisî mısrâ' tercümesi:



Daha söylersem sonu gelmez.



Hâce Behâeddîn-i Nakşibend hazretlerinden (Sülûk niçin yapılıyor?) diye sorulduğunda, (Kısa, toplu olan bilgilerin genişlemesi, açıklanması ve akıl ile, düşünce ile bulunan bilgilerin, keşf ile, kalb ile anlaşılması için) buyurdu. İslâmiyetin bildirdiği bilgilerden başka şeyler öğrenmek için demedi. Tasavvuf yolunda ilerlerken, islâmiyette bulunmayan şeylerle karşılaşılmakta ise de, yolun sonuna varınca bu bilgilerin hepsi yok olur. Yalnız islâmiyetin bildirdiği şeyler, açık ve geniş olarak bilinir. Aklın dar çerçevesinden kurtularak, keşfin sonsuz meydanına açılmak hâsıl olur. Yâni Peygamberimiz bu bilgileri melekten aldığı gibi, bu büyükler de, bu bilgilerin hepsini, kalblerine gelen ilhâm yolu ile kaynaktan alırlar. Âlimler, bu bilgileri islâmiyetten alırlar. Kısaca, topluca bildirirler. Bu bilgiler, Peygamberlere keşf yolu ile geniş, uzun bildirildiği gibi, Evliyâya da böylece bildirilmektedir. Ancak Peygamberler asldırlar, önce gidenlerdir. Evliyâ ise bunların arkalarında, izlerinde gelenlerdir. Evliyânın yükseklerinden pek azını ancak yüzlerle sene sonra, birbirinden pek uzak zamanlarda seçerek bu yüksek makama kavuştururlar.

Akıl ile, düşünce ile anlaşılan bir bilgiyi keşf yolu ile açıklamak istiyordum. Fakat kâğıdda yer kalmadı. Böyle olmasında Allahü teâlânın hikmeti olsa gerek. Vesselâm.


31 OTUZBİRİNCİ MEKTÛB



Bu mektûb, şeyh Sofîye gönderilmiştir. Tevhîd-i vücûdînin hakîkati ve Allahü teâlâya yakın olmak ve berâber olmak ne demek olduğu bildirilmektedir:



Allahü teâlâ hepimizi, Peygamberlerin seyyidinin yolundan ayırmasın! Yanınızdan gelen bir zat dedi ki, şeyh Nizâm-i Tehânîserînin talebesinden biri, sizin yanınızda, bu fakir için vahdet-i vücûde inanmıyor demiş. Bu zat, bunu bildirdikten sonra, bu sözün doğru olup olmadığını sordu ve talebenizin okuyup aydınlanması ve kötü düşüncelere saplanmamaları için, vahdet-i vücûd üzerindeki bilgimi yazmamı istedi. Müslümana karşı kötü zanda bulunmak, günah olduğundan, talebenizi günahtan korumak düşüncesi ile, birkaç kelime yazıp, başınızı ağrıtıyorum:

Muhterem yavrum! Bu fakir, çocukluğumdan beri, vahdet-i vücûde inanmaktaydım. Babam de, buna inandığını, her zaman bildirirdi. Mübârek kalbi, vahdet-i vücûddan ve herşeyden uzak olan, hiçbir sûretle varılmayan varlığa doğru olduğu hâlde, bu îtikattan hiç ayrılmamıştı. Âlimin oğlu da, yarım âlim demektir sözü gereğince, bu fakirin bu bilgiden büyük payı olmuştu. Çok lezzetler almıştım. Fakat, Allahü teâlâ, sonsuz ihsânı ile, büyük rehber, hakîkatlerin, marifetlerin kaynağı, islâm dîninin hâmisi, hocam, önderim, kurtuluş yoluna kavuşturucu, Muhammed Bâkî hazretlerine kavuşturdu. Bu fakire tarîkat-i aliyye-i Nakşibendiyyeyi talim buyurdu. Hiçbirşeye yaramıyan bu miskîni, mübârek kalblerinin ışıkları altında bulundurmakla şereflendirdi. Bu üstün yolda ilerlemeye alıştırınca, az zamanda, vahdet-i vücûd bilgileri önüme çıktı. Bu makamın çeşidli ilimleri, marifetleri kapladı. Bu mertebenin inceliklerinden, göstermedikleri hemen birşey kalmadı. Muhyiddîn-i Arabînin bildirdiği ince bilgiler, olduğu gibi meydana çıktı. (Füsûs) kitabında yazdığı ve urûcun, bu yolun sonu olduğunu sanıp, bundan ötesi ademdir, yokluktur dediği, tecellî-i zatî ile de, şereflendirdiler. Kendisine Evliyânın sonuncusu diyerek yalnız Evliyânın sonuncusuna mahsûs olduğunu yazdığı, bu tecellînin çeşidli bilgilerini, marifetlerini uzun uzadıya, bu fakire bildirdiler. Bu marifetlere, o kadar daldım, o kadar kapıldım ki, vahdet-i vücûd hâli, herşeyi unutturdu. Bu bilgilerin sarhoşu oldum. O anlarda, hocamın yüksek huzuruna arz ettiğim mektûblarımda, bu sarhoşluğumun derecesini gösteren çılgınca yazılarım vardır. [Bu yolda yazılı bir rübâ'înin tercümesini uygun görmeyip geçiyoruz.] Uzun zaman, bu hâlde kaldım. Seneler geçti. Nihâyet, Cenâb-ı Hakkın sonsuz lutf ve inayeti, ânsızın, imdâdıma yetişip, bîçûn, bî keyf olan [yâni anlaşılmaz olan] cemâlden perdeler, birdenbire kaldırıldı. [Sanki seller, felaketler yapan fırtınalı kara bulutlar, bir ânda sıyrılıp, mavi sema açıldı. Güneş heryeri aydınlattı.] Önceden olan, vahdet-i vücûd, ittihâd, Allahü teâlânın herşeyle birleşmiş, berâber görünmesi gayb oldu. İhâta, sereyân, kurb ve mâıyyet, yâni Allahü teâlânın heryeri kaplaması, doldurması, yakın olması gibi bilgiler, örtüldü, gitti. İyice anladım ki, yaratanın, yarattıkları ile hiçbir benzerliği, hiçbir bağlılığı yoktur. İhâta, kurb gibi şeyler, Ehl-i sünnet âlimlerinin “Allahü teâlâ o büyük âlimlerin çalışmalarına çok mükâfât versin” bildirdiği gibi, hep Allahü teâlânın, ilmi içindir. Kendisi için değildir. Allahü teâlâ hiçbirşeyle birleşmiş değildir. O, Odur, mahlûklar, mahlûktur. O, bîçûndur, erişilmez, anlaşılmaz, anlaşılamaz. Bütün âlem ise, his olunan, anlaşılabilen şeylerdir. Anlaşılamıyan anlaşılan gibi olamaz. Vâcib, mümkün gibidir denemez. Kadîm olan, hâdis olana benzemez. Yokluğu mümkün olmıyan, yok olabilen gibi değildir. Hakîkatler değişemez. Birisi için olan, öteki için söylenemez. Ne kadar şaşılacak şeydir ki, şeyh Muhyiddîn-i Arabî ve onun yolunda giden büyükler [onların sözlerinden ezberleyip, ötede beride söyleyen, yazan, câhiller değil], (Allahü teâlâ, hiçbir sûretle anlaşılmaz. Hiçbir şeye benzemez) dedikleri hâlde, Zat-i ilâhî, herşeyi ihâta etmiş, kaplamıştır, herşeye yakîndir, herşeyle berâberdir diyorlar. Bunun doğrusu, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiğidir. Yakîn olan, ihâta eden, Allahü teâlânın kendisi değil, ilmidir.

Tevhîd-i vücûdî bilgileri yok olup da, başka ilimler, marifetler hâsıl olduğu zaman, çok üzülmüştüm. Çünkü, vahdet-i vücûd marifetlerinden daha üstün şeyler bulunacağını bilmiyordum. Bu marifetlerin yok olmaması için yalvarıyor, çok duâ ediyordum. Fakat, perdeler, tamamen kalkıp, hakîkat bütün açıklığı ile bildirilince, anladım ki, âlemler, mahlûklar, Sıfât-ı ilâhiyyenin aynaları ve Esmâ-i ilâhiyyenin görünüşleri ise de, (Tevhîd-i vücûdî) var diyenlerin sandığı gibi, görünenler, gösterenin kendi değildir. Bir şeyin gölgesi, o şeyin kendisi değildir. Sözümüzü bir misâl ile daha açıklıyalım: Büyük bir âlim, düşündüklerini bildirmek için, harfleri ve sesleri kullanır. Kafasındaki kıymetli bilgiyi, harflerin, seslerin içinde açığa çıkarır. Bu harfler ve sesler, o bilgileri gösteren ayna gibidir. Fakat, harfler, sesler bu bilgilerin aynıdır, bilgilerin kendisidir veya bu bilgilerin kendilerini kaplamıştır veya bunların kendilerine yakîndir veya bilgilerin kendileri ile berâberdir denemez. Ancak, harfler ve sesler, bu bilgileri meydana çıkaran işaretlerdir. Bilgilere delâlet etmekten, belli etmekten başka, birşey denemez. Bilgilerin, harf ve seslerle hiç benzerliği yoktur. Benzerlik, berâberlik, vehm ve hayâl ile söylenebilir. Hakîkatta, böyle şeyler yoktur. Bu bilgiler ile, harfler ve sesler arasında görünmek, göstermek ve belli olmak, belli etmek gibi bağlılık olduğundan, bazı kimselerin vehminde, bu bağlılıktan, birleşmek, berâberlik gibi şeyler doğuyor. Hakîkatte bunların hiçbiri yoktur.

İşte, Allahü teâlâ ile, bu âlem de böyledir. Göstermek ve gösterilmekten, belli etmek ve belli olmaktan başka, hiçbir bağlılık yoktur. Mahlûkların herbiri, yaratanın varlığını gösteren birer alâmettir. Onun ismlerinin, sıfatlarının büyüklüğünü bildiren, birer ayna gibidir. Bu kadarcık bağlılık bazı kimselerin hayâlinde büyüyerek, bazı şeyler söylemelerine sebep olmaktadır. Bu hâl, bilhassa, tevhîd üzerinde murâkabesi çok olanlarda görülüyor. Murâkabelerinin sûreti, hayâllerinde yerleşiyor. Bazıları da kelime-i tevhîdin mânasını, kısaca düşünüp, çok söylediklerinde, bu hâle düşüyor. Bunların her ikisi de, ilim ile hâsıl oluyor. Hâl ile ilgileri yoktur. Bazıları da, aşırı sevgi ile, bu hâle düşüyor. Allahü teâlâdan başka, hiçbir şeyin varlığını görmiyorlar. Bunların böyle görmesi, herşeyin yok olmasına sebep olmaz. Çünkü, hissimiz, aklımız ve islâmiyet, herşeyin var olduğunu bildirmektedir. Bu sevginin taşkınlığı zamanında, bâzan, Allahü teâlânın kendisi ihâta etmiş, kendisi yakîndır sanıyorlar. Sevgi ile hâsıl olan tevhîd, önce bildirdiğimiz iki tevhîdden daha yüksek olup, hâl ile hâsıl olmaktadır. Fakat, bu da yanlıştır. İslâmiyete uygun değildir. Bunu, islâmiyete uydurmaya kalkışmak, boşuna uğraşmaktır. Felsefecilerin zan ile, kısa akılları ile söyledikleri, bozuk sözler gibidir. Fennin ve islâmiyetin ışıkları altında olmayıp da, yalnız zan ile konuşan felsefecileri, ilim adamı sanan bazı müslümanlar, bunların bozuk sözlerini, yazılarını, islâmiyete uydurmaya uğraşıyor. (İhvân-us-safâ) gibi kitaplar, böyle çürük sözleri, âyet-i kerime ve hadis-i şerifler ile isbâta kalkışan câhiller tarafından yazılmıştır.

[Şimdi de, fıkh kitaplarında, haram olduğu bildirilen birçok şeyleri Avrupalılar, Amerikalılar yaptığı için, bunların haram olmadığını, âyet ile, hadis ile isbâta uğraşan Amerikan hayrânlarını görüyoruz. İslâmiyeti, kâfirlerin âdetlerine, tapınmalarına çevirmeye uğraşan, bozuk kitapları okumamalıyız. Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarında gösterilen, doğru yoldan ayrılmamalıyız. Din düşmanlarının, âyet-i kerime ve hadis-i şerifler ile süsledikleri, yaldızlı yeni fetvâlara, kitaplara, mecmû'a ve gazetelere aldanmamalıyız. Senenin onbir ayında, din düşmanlığı yapan, Ramazan gelince, para kazanmak için, müslüman imiş gibi dinden bahs eden yazıları, din câhili gazeteleri okumamalı, bunlara inanmamalıdır!].

Evliyânın keşfinde hatâ etmesi, yanılması, müctehidlerin ictihâdda yanılması gibidir; kusur sayılmaz. Bundan dolayı, Evliyâya dil uzatılmaz. Belki, hatâ edene de, bir derece sevap verilir. Yalnız şu kadar fark vardır ki, müctehidlere uyanlara, onların mezhebinde bulunanlara da, hatâlı işlerde sevap verilir. Evliyânın yanlış keşflerine uyanlara, sevap verilmez. Çünkü ilhâm ve keşf, ancak sahibi için senettir. Başkalarına senet olamaz. Müctehidlerin sözü ise, mezhebinde bulunan herkes için senettir. O hâlde, Evliyânın yanlış ilhâmlarına, keşflerine uymak câiz değildir. Müctehidlerin hatâ ihtimali olan sözlerine de uymak câiz ve hattâ vâcibdir.

Tasavvuf yolunda ilerleyen sâliklerden bazısının, bu mahlûklar aynasında gördükleri de, böyledir. İster (Şühûd-i vahdet) desinler, ister (Şühûd-i ehâdiyyet) desinler, Allahü teâlâda, mahlûk sıfatları yoktur ki, mahlûklarda görülebilsin. Mekânı, yeri olmıyan, bir yerde yerleşmez. Mahlûklara hiç benzemiyeni, mahlûkların dışında aramak lâzımdır. Yeri olmıyanı, madde ve mekânın dışında aramalıdır. Âfâkta ve enfüste, yâni insanın dışında ve kendisinde görülen herşey O değildir. Onun alâmetleridir. Evliyânın büyüklerinden Behâeddîn-i Nakşibend buyurdu ki, (Görülen, işitilen ve bilinen herşey, O değildir. Bunları, lâ ilâhe derken yok etmelidir). Fârisî iki beyt tercümesi:



Her şekil dardır, mâna, nasıl sığar?

dilenci kulübesinde, sultânın ne işi var?

Şekle bakan gâfil, mânadan ne anlar?

cemâli görmeyince, cânânla ne işi var?



Suâl: Nakşibendiyye ve diğer tasavvuf büyükleri, vahdet-i vücûd, ihâta, kurb, mâıyyet-i zâtiyye ve kesrette vahdeti görmek ve kesrette ehâdiyyeti görmek gibi şeyler olduğunu açıkça söylemişlerdir. Bu sözlere ne dersiniz?

Cevap: Bunları, tasavvuf yolunun ortalarında görmüşlerdir. Sonra bu makamları geçmişlerdir. Nitekim, bu fakir kendi hâlimin de, böyle olduğunu yukarıda yazmıştım. Şunu da bildirelim ki, bazı büyüklerin bâtını [kalbi ve ruhu], hiçbirşeye benzemiyen bir mevcûdu ararken, zâhiri, bedeni mahlûklar arasında olduğu için, vahdet-i vücûd bilgisi ile şereflendirirler. Bâtını, bir olan mevcûdu ararken, zâhiri, Onu mahlûkların aynasında görmektedir. Nitekim, kıymetli babamın böyle olduğunu, yukarıda bildirmiştim. Vahdet-i vücûd derecelerini bildirdiğim uzun mektûbda, daha uzun anlatmıştım. Burada kısa kesmek uygundur.

Suâl: Hâlık başka, mahlûk başka olunca ve Zat-i ilâhî, mahlûklara yakın olamaz, ihâta etmez deyince ve Allahü teâlâ bu dünyada görülemez ise, bu büyüklerin sözleri yanlış olmaz mı?

Cevap: Bu büyükler, gördüklerini söylüyor. Meselâ, aynaya bakan bir kimse, şeklimi, sûretimi aynada gördüm der. Bu söz de, yerinde değildir. Çünkü, aynada sûretini görmemiştir. Çünkü, aynada sûret, şekil yoktur ki görsün. Fakat bu kimseye, yalan söylüyorsun demeyiz. Bu sözünü Mâzur görürüz.

Büyüklerin, saklamak gereken böyle hâllerini bildirmelerine sebep, başkasını taklîd etmediklerinin anlaşılması içindir. Vahdet-i vücûdu kabûl edenler de, inkâr edenler de, kendi keşf ve ilhâmlarını söylemişlerdir. Keşf, ilhâm, başkalarına senet olamaz ise de, ilhâm olunan zat için, kıymeti inkâr olunamaz.

İkinci cevap olarak deriz ki, herhangi iki şey arasında, ortak olan sıfatlar ve ayrı olan sıfatlar vardır. Mahlûklar, Allahü teâlânın kendisinden her bakımdan ayrı oldukları hâlde, görünüşte müşterek olan cihetler de vardır. Allahü teâlânın sevgisi, bir kimseyi kaplayınca, ayrılığa sebep olan noktalar, görünmeyip, müşterek olanlar kalıyor. Hâlık ile mahlûk, birbirinin aynıdır diyerek gördüklerini doğru söyliyorlar. Sözleri yalan olmıyor. Zat-ı ilâhînin yakîn olması, ihâta etmesi için olan sözleri de, böyle söylemişlerdir, vesselâm.

32 OTUZİKİNCİ MEKTÛB



Bu mektûb, mirzâ Hüsâmeddîn Ahmede yazılmıştır. Eshâb-ı kirâmın kemâlâtını ve Hz. Mehdîyi bildirmektedir:



Lutf ederek gönderdiğiniz mektûb geldi. Bu garîbleri hâtırladığınıza Şükreyledim. Büyük hocamızın senelerle hizmetinde hiç istifâde etmemiş gibiyim diyor ve sebebini soruyorsunuz. Efendim! Böyle şeylerin cevabını yazmak, hattâ anlatmak uygun değildir. Çünkü, okumakla, dinlemekle anlaşılmaz. Sevgi ve itimat olmak şartı ile, uzun zaman berâber bulunmak lâzımdır. Başka yol ile ele geçemez.



Fârisî beyt tercümesi:

Rahat gece, tatlı mehtâb bul bana,

Her şeyden anlatayım, o zaman sana.



Her suâle cevap vermek lâzımdır buyurmuşlar. Onun için kısaca bildireyim ki, tasavvuf yolculuğunda, her makamın, ayrı bilgileri, marifetleri, hâlleri vardır. Her makam için ayrı vazîfe, zikir ve teveccüh lâzımdır. Bazı makamda zikir, başka makamda Kur'an-ı kerim okumak, namaz kılmak, bazısında cezbe, bazısında sülûk, bazısında ise bu nîmetim her ikisi vardır. Öyle makamlar da vardır ki, cezbe ve sülûk oraya yanaşamaz. Bu son makamlar çok yüksek, pek kıymetlidir. Peygamberimizin Eshâb-ı kirâmının hepsi, bu makamlara kavuşmuş, bu büyük nîmet ile şereflenmiştir. Bu makamların sahipleri, başka makamların sahiplerine benzemez. Başka makamların sahipleri ise, birbirlerine az çok benzer. Bu makam, Eshâb-ı kirâmdan sonra, Hz. Mehdîde görünecektir. Tasavvuf büyüklerinden pek az kimse, bu makamdan haber vermiştir. Bu makamın ilimlerinden, marifetlerinden söyliyen ise, yok gibidir. Bu makam, Allahü teâlânın, öyle büyük bir nîmetidir ki, dilediği, seçtiği bahtiyârlara nasip olur. Eshâb-ı kirâm bu pek yüksek mertebeye, daha ilk sohbette ayak basardı ve zamanla bu mertebelerde yükselirlerdi. Sonra gelen Evliyâdan birini, bu nîmet ile şereflendirmek ve Eshâb-ı kirâmın terbiyesi ile yetiştirmek isterlerse, cezbe ve sülûk mertebelerini geçirip ve bunların ilim ve marifetlerini atlattıktan sonra, bu devlete eriştirirler. Bu mertebelere yetişebilmek, insanların en üstününün sohbeti ile mümkün olabilir. Onun izinde gidenlerden pekaz kimseye de, bu bereketi ihsân edebilirler. Bunun sohbetine kavuşan da, bu mertebelere ulaştıran nisbet ile, yol ile şereflenir. Fârisî beyt tercümesi:

Ruhul-kudsün feyzine kavuşursan eğer;

Mesîhin yaptıkları, senden de hâsıl olur.

Cezbe, sülûkten önce olduğu zamanlarda yaptıkları gibi, bu yolda da, nihâyetin hâlleri, başlangıçta gösterilir, tattırılır. Bundan fazla yazmaya imkân bulamıyorum. Eğer buluşursak ve dinliyenlerin arzu ve hevesleri anlaşılırsa, inşâallahü teâlâ bu makamlardan biraz bildirmek nasip olur. İnsanları herşeye kavuşturan Allahü teâlâdır.

Sevdiklerimizden birkaçı için yazdıklarınız anlaşıldı. Bu fakir, hepsinin kusurunu bağışlıyorum. Allahü teâlâ, merhametlilerin en merhametlisidir. O af buyurur. Fakat sevdiklerimize nasihat buyurunuz ki, bir arada bulundukları veya uzakta oldukları zaman üzücü birşey yapmasınlar, hareketlerini değiştirmesinler! Ra'd sûresinin onikinci âyetinde meâlen, (İnsanlar gidişlerini bozmazlarsa, Allahü teâlâ da bunlara verdiği nîmetlerini değiştirmez. Allahü teâlâ bir millete cezâ vermek isteyince, bunu kimse durduramaz. Onların Allahü teâlâdan başka hâkimi yoktur) buyuruldu. Meyân Şeyh İlâhdâd için çok yazmışsınız. Bu yazı fakire bir sıkıntı vermedi. Fakat, onun hâlini bozmasından dolayı pişman olması lâzımdır. Hadis-i şerifte, (Pişman olmak tevbedir) buyuruldu. Şefaatcı aramak da, tevbenin bir parçasıdır. Her ne olursa olsun, bu fakir afetmekteyim. Fakat, ne yapacağınızı siz bilirsiniz.

Serhend şehrinde yerleşmelisiniz. Muhabbet bağları ve aşk mektebindeki talebelik arkadaşlığı, ufak tefek şeylerle kopacak kadar gevşek değildir. Daha ne yazayım? Allahü teâlâ hepimize selâmet versin! Yüksek hocamın kıymetli çocuklarına ve o şerefli evde bulunanların hepsine duâlar ederim.

Bu mektûbu hazırladıktan sonra, oradaki sevdiklerimizin yanıldıklarını ve affolunduklarını daha açıklamayı düşündüm. Kısa yazılınca, anlaşılamayan yerleri kalabilir. Efendim! Yanlış işlerin affedilebilmesi için, işleyenlerce bunların suç olduğunun bilinmesi lâzımdır. Bu işleri yapanların pişman olması lâzımdır. Böyle olmazsa, afetmek doğru olmaz.

Sığınağımız, kıymetli rehberimiz burada bulunanların gözü önünde, bu makamı Şeyh İlâhdâda bırakmış olduğunu yazıyorsunuz. Bu sözü incelemek lâzım gelmektedir. Ona bırakmak demek, orada bulunanlara ve gelip gidenlere hizmet etmek ve bunların yimelerinden, içmelerinden bilgisi olmak demek ise, biz de böyle söylemekteyiz. Yok eğer, orada bulunanları yetiştirmek ve şeyhlik makamında oturmak demek ise, bu olamaz. Kendileri ile son buluştuğumda, bu fakire dönerek, (Şeyh İlâhdâdın bizim tarafımızdan giderek, çalışmak istiyenlere vazîfe vermesini ve oradakilerin hâllerini bize bildirmesini uygun görür müsün? Bizim artık talebe yanına çıkacak ve onlara ders verecek ve hâllerini soracak gücümüz kalmadı) buyurmuştu. Fakir bunun için bile duraklamıştım. Zarûret olduğu için, yalnız bu kadar yapması uygun görülmüştü. Bu kadar bildirmek (Sefâret) vazîfesidir. Hele zarûret olunca, hiç bir üstünlük göstermez. Zarûret kadar izin verilir. Bu sefâret vazîfesi de, onların yaşadığı zamanda idi. Vefâtından sonra, tâliblere ders vermek ve hâllerini sormak hıyânet olur.

Suâl: Sığınağımızın, yüksek rehberimizin nisbeti değişmemiştir. Yâni artmamış ve azalmamış diyorsunuz.

Cevap: Efendim! Tekmîl-i sınâ'at, telâhuk-ı efkâr iledir. Yâni sanatların ilerlemesi, fikirlerin, düşüncelerin birbirlerine eklenmesi ile olur. Sibeveyh tarafından kurulmuş olan Nahv bilgisi, sonra gelenlerin düşünceleri ile binlerce kat çoğalmıştır. Çoğalmadan, olduğu gibi kalması, noksanlık olur. Hâce Behâeddîn-i Nakşibend hazretlerinin nisbeti, hâce Abdülhâlık hazretleri zamanında yok idi. Her zaman da böyle olmuştur. Bundan başka, yüksek hocamız Bâkî-billah hazretleri, bu nisbeti olgunlaştırmak istiyordu, tamam olmamış biliyordu. Eğer daha yaşasaydı, Allahü teâlânın irâdesi ile, bu nisbeti kim bilir nereye kadar yükseltecekti. Bunun yükseltilmemesi için uğraşmak doğru değildir. Fakir, bu nisbetin değişmeden nasıl kalacağını bilemiyorum. Sizdeki nisbet bile başkadır. Onların nisbetine hiç benzememektedir. Bu sözümüz, onların yüksek huzurunda çok söylenmişti. Şeyh İlâhdâd fakiri, nisbetin ne olduğunu nereden bilmektedir? Kalbinde bir parça huzur vardır. Ne hâlde olduğunu başkaları da bilmektedir. O nisbeti kendisine veren kimdir? Bunları bana bildiriniz. Böylece bu fakir de kendisine yardımda bulunayım. Rü'yâlara güvenmeyiniz! Çünkü, çoğu hayâl ile görülmektedir, doğru olmazlar. Şeytan, kuvvetli düşmandır. Onun aldatmasından kurtulmak güçtür. Ancak, Allahü teâlânın koruduğu seçilmiş kimseler kurtulur.

Suâl: Kazanılmış olan nisbetlerin geri alınmasını soruyorsunuz?

Cevap: Efendim! O nisbeti geri almakta rehberin ihtiyârı, irâdesi olmaz. Birlikte iken de söylemiştim. O hâl, şimdi de öyledir, yok olmamıştır. Yok oldu sanmak doğru değildir. Kalbden işittiğiniz sesin de, bununla bir ilişiği yoktur. Ateşin külü soğuyunca ve içinde ateş kalmayınca da, üzerine su dökülürse, ateşe dökmüş gibi ses çıkarır. Sesi duyunca, külün içinde ateş kalmıştır demek doğru olmaz. Yine söylüyorum, rü'yâlara kıymet vermeyiniz! Bu sözüm, bugün sizden gizli ise, yarın inşâallahü teâlâ belli olacaktır. Mektûbunuzda üzerine çok düşmüş olduğunuz için, cevabını bildirmeye mecbûr kaldım. Yoksa, sebep olmadan bir şey yazılamıyor.


33 OTUZÜÇÜNCÜ MEKTÛB



Bu mektûb, molla hâcı Muhammed Lâhorîye yazılmıştır. Dünyayı seven ve ilmi, dünyayı kazanmaya harc eden kötü ilim adamlarının zararını bildirmekte ve dünyaya düşkün olmayan âlimleri medh etmektedir:



Âlimlerin dünyayı sevmesi ve ona düşkün olması, güzel yüzlerine siyah leke gibidir. Böyle olan ilim adamlarının, insanlara faydası olur ise de, kendilerine olmaz. Dîni kuvvetlendirmek, islâmiyeti yaymak şerefi, bunlara âid ise de, bâzan kâfir ve fâsık da, bu işi yapar. Nitekim, Peygamberlerin efendisi kötü kimselerin de, dîni kuvvetlendireceğini haber vermiş ve (Allahü teâlâ bu dîni, fâcir kimselerle de, elbette kuvvetlendirir) buyurmuştur. Bunlar, çakmak taşına benzer. Çakmak taşında enerji vardır. İnsanlar bu taştaki kudretten ateş yapar, istifâde eder. Taşın ise, hiç istifâdesi olmaz. Bunların da ilimlerinden kendilerine fayda olmaz. Hattâ, bu ilimleri, kendilerine zararlıdır. Çünkü, kıyâmet günü, bilmiyorduk, günah olduğunu bilseydik yapmazdık diyemezler. Hadis-i şerifte buyuruldu ki, (Kıyâmet gününde, en şiddetli azâb görecek kimse, Allahü teâlânın kendi ilminden, kendisini faydalandırmadığı âlimdir). Allahü teâlânın kıymet verdiği ve herşeyin en şereflisi olan ilmi, mal, mevkı' kapmaya ve başa geçmeye vesîle edenlere, bu ilim zararlı olmaz mı? Hâlbuki, dünyaya düşkün olmak, Allahü teâlânın hiç sevmediği birşeydir. O hâlde, Allahü teâlânın kıymet verdiği ilmi, Onun sevmediği yolda harc etmek, çok çirkin bir iştir. Onun kıymet verdiğini kötülemek, sevmediğini de kıymetlendirmek, yükseltmek demektir. Açıkçası, Allahü teâlâya karşı durmak demektir. Ders vermek, vaaz etmek ve dînî yazı, kitap, mecmû'a çıkarmak, ancak, Allah rızası için olduğu vakit ve mevkı', mal ve şöhret kazanmak için olmadığı zaman faydalı olur. Böyle hâlis, temiz düşünmenin alâmeti de, dünyaya düşkün olmamaktır. Bu belâya düşmüş, dünyayı seven din adamları, hakîkatta dünya adamlarıdır. Kötü âlimler bunlardır. İnsanların en alçağı bunlardır. Din, îman hırsızları bunlardır. Hâlbuki bunlar, kendilerini din adamı, âhiret adamı ve insanların en iyisi sanır ve tanıtır. Sûre-i Mücâdelede, (Onlar, kendilerini müslüman sanıyor. Onlar son derece yalancıdır. Şeytan onlara musallat olmuştur. Allahü teâlâyı hâtırlamaz ve ismini ağızlarına almazlar. Şeytana uymuşlar, şeytan olmuşlardır. Biliniz ki, şeytana uyanlar ziyân etti. Ebedî saadeti bırakıp sonsuz azâba atıldı) meâlindeki âyet-i kerime bunlar içindir. Büyüklerden biri şeytanı boş oturuyor, insanları aldatmakla uğraşmıyor görüp, sebebini sorar. Şeytan cevap olarak, (Zamanın din adamı geçinen, kötü âlimleri, insanları yoldan çıkarmakta, bana o kadar yardım ediyor ki, bu mühim işi yapmama lüzûm kalmıyor) demiştir. Doğrusu, zamanımızda islâmiyetin emirlerini yapmaktaki gevşeklikler ve insanların dinden yüz çevirmesi, hep din adamı perdesi altında söylenen sözlerden, yazılardan ve bu adamların bozuk niyetlerinden dolayıdır. [Din adamları üç kısmdır: Akıl sahibi, ilim sahibi, din sahibi. Bu üç sıfatı da birlikte taşıyan din adamına (Din âlimi) denir. Bir sıfatı noksan olursa, onun sözüne güvenilmez. İlim sahibi olmak için, akıl ve nakil ilimlerinde mütehassıs olmak lâzımdır.]

Dünyaya gönül kaptırmıyan, mal, mevkı', şöhret kazanmak, başa geçmek sevdâsında olmıyan din âlimleri, âhıret adamlarıdır. Peygamberlerin vârisleri, vekîlleridir. İnsanların en iyisi bunlardır. Kıyâmet günü, bunların mürekkebi, Allahü teâlâ için cânını veren şehitlerin kanı ile tartılacak ve mürekkeb, daha ağır gelecektir. (Âlimlerin uykusu ibâdettir) hadis-i şerifinde medh edilen, bunlardır. Âhıretteki sonsuz nîmetlerin güzelliğini anlıyan, dünyanın çirkinliğini ve kötülüğünü gören, âhıretin ebedî, dünyanın ise fânî geçip tükenici olduğunu bilen onlardır. Bunun için kalıcı olmayan, çabuk değişen ve biten şeylere bakmayıp, bâkî olana, hiç bozulmıyan ve bitmiyen güzelliklere sarılmışlardır. Âhıretin büyüklüğünü anlıyabilmek, Allahü teâlânın sonsuz büyüklüğünü görebilmekle olur. Âhıretin büyüklüğünü anlıyan da, dünyaya hiç kıymet vermez. Çünkü, dünya ile âhıret birbirinin zıddıdır. Birini sevindirirsen öteki incinir. Dünyaya kıymet veren âhıreti gücendirir. Dünyayı beğenmiyen de, âhırete kıymet vermiş olur. Her ikisine birden kıymet vermek veya her ikisini aşağılamak olamaz. İki zıd şey bir araya getirilemez. [Ateş ile su bir arada bulundurulamaz.]

Tasavvuf büyüklerinden bazısı, kendilerini ve dünyayı tamamen unuttuktan sonra, birçok sebepler, faydalar için, dünya adamı şeklinde görünürler. Dünyayı seviyor, istiyorlar sanılır. Hâlbuki, içlerinde hiç dünya sevgisi, arzusu yoktur. Sûre-i Nûrda, (Bunların ticâretleri, alış verişleri, Allahü teâlâyı hâtırlamalarına hiç mani olmaz) meâlindeki âyet-i kerime bunlar içindir. Dünyaya bağlı görünürler. Hâlbuki, hiç bağlılıkları yoktur. Hâce Behâeddîn-i Nakşibend Buhârî buyuruyor ki, (Mekke-i mükerremede Minâ pazarında, genç bir tâcir, aşağı yukarı, ellibin altın değerinde alış veriş yapıyordu. O esnâda, kalbi, Allahü teâlâyı bir an unutmuyordu).


34 OTUZDÖRDÜNCÜ MEKTÛB



Bu mektûb, molla hâcı Muhammed Lâhorîye yazılmıştır. Âlem-i emirdeki beş cevheri uzun ve açık bildirmektedir:



İki cihân saadetine kavuşmak, ancak, dünya ve âhıretin en yükseğine uymakla ele geçebilir. Filozoflar, islâmiyetin sahibine uymadıkları, kalb gözlerini Ona uymak sürmesi ile parlatmadıkları için, âlem-i emirden haberleri bile yoktur. Nerede kaldı ki, Allahü teâlânın zâtına ve sıfatlarına erişebilsinler. Onların kısa görüşleri, ancak âlem-i halka yetişebiliyor. Bunu bile iyi göremiyorlar.

[Allahü teâlânın yarattığı şeylerin hepsine birden (Âlem) denir. Çünkü, herşey Onun varlığını ve sıfatlarını gösteren, birer alâmettir, işarettir. Âlem ikiye ayrılır: 1- (Âlem-i halk). Madde ve ölçü bulunan şeylerdir. Arşın içinde bulunan herşey, canlılar, yer, gökler, Cennet, Cehennem, melekler, tabîat kuvvetleri, hep âlem-i halktır. Bu âleme (Âlem-i şehâdet) ve (Âlem-i mülk) de denir. Halk, ölçmek de demektir. 2- (Âlem-i emr). Ol emri ile, bir ânda yaratılan, Arşın dışındaki şeylerdir ki, maddesiz, zamansız, ölçüsüzdürler. Bu âleme (Âlem-i melekût) ve (Âlem-i ervâh) da denir].

Beş cevher dedikleri şeyin hepsi, âlem-i halktandır.

[(Cevher), felsefe dilinde, mahiyet, asl, öz demektir. Kendi kendine bulunan şeydir. Bugünkü anlayışımızla madde, bir cevherdir. (Âraz), sıfat demektir. Âraz, cevher üzerinde bulunur. Yalnız başına bulunmaz. Çok sayıda kitapları bulunan, büyük islâm âlimi, seyyid şerif Ali bin Muhammed Cürcânî (Tarifât) kitabında buyuruyor ki, (Felsefecilere göre, beş cevher: Heyûlâ, sûret, cism, nefis ve akıldır. Çünkü var olan şey, yâ maddedir veya madde değildir. Yâni, mücerreddir. Yâni, bir maddeye yer olmaz ve kendisi başka bir maddeye yerleşmez. Mücerred olan cevher, akıl ve nefstir. Mücerred olmıyan, madde dedikleri cevher, mürekkeb [bileşik] ise, cism denir. Mürekkeb değilse, başka cevhere yerleşmiş ise sûret denir. Başka cevhere mahal olmuş ise heyûlâ denir)].

Nefse ve akla mücerredâttandır, demeleri, bunları tanımadıkları içindir. Nefis veya nefs-i nâtıka dedikleri cevher, nefs-i emmâredir. Nefs-i emmâreyi temizlemek lâzımdır. Çünkü, hep kötülük, aşağılık ister. Bunun âlem-i emirde ne işi var. Mücerred olmak nesine gerek. Akıl da, ancak his uzvları ile anlaşılan şeyleri ölçebilir. His edilmiyen ve his olunanlara benzemiyen şeyleri kavrayamaz. Böyle şeyler, akıl ile anlaşılamaz. Bundan dolayı, âlem-i emri anlıyamaz. O hâlde akıl da, âlem-i emirden değildir. Yâni mücerredâttan olamaz.

Âlem-i emrin birinci basamağı (kalb)dir. [Kalb, göğüsteki et parçası değildir. Buna yürek denir. Kalb, bu yüreğe alâkası, ilgisi bulunan, maddesiz, yersiz bir kuvvettir. Kalbin, yürekte bulunması, elektriğin ampulde bulunmasına benzer. Elektrik ampulde bulunur. Fakat, görünmez, his olunmaz. Varlığı, eseri ile meselâ ampuldeki ince teli ısıtarak, telin ışık vermesi ile anlaşılır.] İkinci mertebesi (Ruh)dur. Ruhun üstü, (Sır) mertebesidir. Sırrın üstü, (Hafî), hafînin üstü (Ahfâ) mertebesidir. Bu beşine, (Beş cevher) denirse, yeri vardır. İşin özünü göremediklerinden, saksı parçalarını cevher sanmışlar.

Âlem-i emrin bu beş cevherini anlamak ve bunlar üzerinde bilgi edinmek ancak, Muhammed Resûlullahın izinde gidenlerin büyüklerine nasip olmuştur.

İnsana, (Âlem-i sagîr) [küçük âlem] denir. İnsandan başka mahlûkların hepsine, (Âlem-i kebîr) [büyük âlem] denir. Âlem-i kebîrde bulunan herşeyin, Âlem-i sagîrde bir nümûnesi, benzeri vardır. İnsandaki beş cevher de, birer nümûnedir. Bunların Âlem-i kebîrde aslları vardır. Âlem-i kebîrdeki o beş cevherin birincisi Arştır. Yâni insandaki kalbin, Âlem-i kebîrdeki aslı, Arştır. Bunun için, kalbin bir ismi (Arşullah)dır. O beş cevherin, diğer dördü, hep Arşın üstündedir. Kalb, Âlem-i sagîrdeki Âlem-i halk ile, Âlem-i emir arasında ortak bir geçid olduğu gibi, Arş da, Âlem-i kebîrdeki, Âlem-i halk ile Âlem-i emir arasında bir geçiddir. Kalb ile Arş, Âlem-i halkta bulunuyor ise de, Âlem-i emrdendirler. Bu beş cevheri iyice anlamak, ancak tasavvuf yolundaki mertebeleri [konakları] etraflıca ve tamamen geçip, nihâyete varan, Evliyânın büyüklerine nasip olur. Beyt:

Her zevallı merd-i meydan olamaz;

Sivri sinek de Süleymân olamaz.

Allahü teâlânın lütfü, ihsânı, bahtiyâr bir insana yetişip de, kalb gözü açılıp, vücûb mertebeleri gösterilirse, Âlem-i kebîrdeki, bu beş cevherin mukaddes asllarını da, orada görür ve Âlem-i sagîr ve kebîrdeki cevherlerin, bunların nümûneleri, sûretleri olduğunu anlar. Mısra':

Bu büyük devleti bugün kime verirler.

Bu, öyle büyük bir nîmettir ki, Allahü teâlâ, dilediği, seçtiği kimseye ihsân eder.

Âlem-i emir bilgilerini anlatmak yasak edilmiştir. Çünkü, çok ince bilgilerdir. Dinleyenler yanlış anlar. Sûre-i İsrâ, seksenbeşinci âyetinde meâlen, (Sizlere, ilimden pek az verildi) buyuruldu. Burada bildirilen ilim ile şereflenen, râsih âlimler, perde arkasını seyr etmektedirler. Mısra':



Nîmet sahiplerine nîmetler âfiyet olsun.



Fârisî beyt tercümesi:

Perde ardındaki esrârı açmak, uygun değildir,

yoksa, rindler meclisinde, verilmiyecek haber yoktur.



Mukaddes cevherlerin birincisi, Allahü teâlânın izâfî sıfatlarındandır. Bu sıfatlar, vücûb ile imkân arasında geçid gibidir. [(Vücûb), Allahü teâlânın ve sekiz hakîkî sıfatının mertebesidir. (İmkân) da mahlûkların mertebesidir.] İkinci cevher, hakîkî sıfatlardır. İzâfî sıfatlar, kalbe, hakîkî sıfatlar, ruha tecellî eder. Hakîkî sıfatların üstünde bulunan üç cevher, Zat-i ilâhî mertebesindedir. Bu üç mertebenin tecellîlerine, (Tecelliyât-i Zatiyye) derler. Bundan fazla yazmak faydalı olmaz. Fârisî mısra' tercümesi:



Kalem buraya gelince ucu kırıldı.



Allahü teâlâ size ve hidâyete kavuşanlara ve Muhammed Mustafâya tâbi olanlara selâmet versin!



Her ne varsa güzel, Onu anmaktan başka,

Hepsi câna zehirdir, şeker dahî olsa!


35 OTUZBEŞİNCİ MEKTÛB



Bu mektûb, meyân hâcı Muhammed Lâhorîye yazılmıştır. Allahü teâlânın zâtını sevmek ve bu sevgide üzmenin ve sevindirmenin, berâber olduğu bildirilmektedir:



Allahü teâlâ, insanların seyyidi hurmetine, hepimizi yanılmaktan, şaşırmaktan korusun! Seyr ve sülûktan maksat, nefs-i emmâreyi tezkiye etmek, yâni temizlemektir. [(Seyr), gitmek, (Sülûk), bir yola, mesleğe girmektir.] Böylece nefis, aşağı, çirkin isteklerinin sebep olduğu, Allahü teâlâdan başka şeylere tapınmaktan kurtulur. Ondan başka, bir mâbudu, maksadı kalmaz. Dünyadan birşey istemediği gibi, âhıretten de, birşey istemez. Evet, âhıreti istemek iyidir, sevaptır. Fakat, ebrâr için [yâni nefslerinin sevgisinden kurtulmamış olup, nefslerini azâbdan korumak ve nîmetlere kavuşturmak için, ibâdet edene] sevaptır. Mukarrebler âhıreti istemeyi de günah bilir. Zat-ı ilâhîden başka bir şey istemez. Mukarrebler derecesine yükselmek için, (Fena) hâsıl olmak lâzımdır ve Zat-ı ilâhînin sevgisi insanı kaplamalıdır. Bu sevgiye kavuşan, elemlerden, sıkıntılardan da lezzet alır. Nîmetler ve musîbetler, müsâvî olur. Azâblar da, nîmetler gibi tatlı olur. [Allahü teâlânın her işinden, Onun işi olduğu için râzıdırlar. Fakat, günahlardan, kulun kesbi olmak bakımından râzı değildirler.] Cenneti, Allahü teâlânın râzı olduğu yer olduğundan ve Cenneti istiyenleri sevdiği için, isterler. Cehennemden sakınmaları da, Allahü teâlânın gazab ettiği yer olduğu içindir. Yoksa, Cenneti istemeleri, nefslerine tatlı geldiği için değildir. Cehennemden kaçınmaları, orada azâb ve sıkıntı olduğu için değildir. Çünkü, bu büyükler, sevgilinin yaptığı her şeyi güzel görür. Bunları kendilerinin matlûbu, maksadı bilirler. Sevgilinin her işi, sevgili olur. İşte, tâm ihlâs budur. Yalancı mâbutlardan kurtuluş makamı burasıdır. Kelime-i tevhîdin mânası, ancak burada hâsıl olur. İsmler ve sıfatlar arada olmaksızın, yalnız Zat-ı ilâhîyi sevmedikçe, bu nîmetler, hiç ele geçemez. Böyle sevgi olmadıkça, tâm Fena nasip olmaz. [Anası çocuğu ne kadar söğse, döğse, çocuk yine döner,anasına sarılır. İnsan da, Rabbine karşı böyle olmalıdır.] Fârisî beytler tercümesi:



Aşk öyle bir ateştir ki, yanarsa eğer,

mâşuktan başka herşeyi yakar, kül eder.

Haktan gayrıyı katl için, (LÂ) kılıncı çek,

(LÂ) dedikten sonra, birşey kaldı mı bir bak!

(İLLALLAH)dan başka ne varsa, hepsi gitti,

Sevin ey aşk! Hakka ortak kalmadı bitti.


36 OTUZALTINCI MEKTÛB



Bu mektûb, hâcı Muhammed Lâhorîye yazılmıştır. Şeriat, dünya ve âhıretin bütün saadetlerini taşımaktadır. Şeriat dışında ele geçen hiçbir saadet yoktur. Tarîkat ve hakîkat, şeriatin yardımcıları olduğunu bildirmektedir:



Allahü teâlâ, hepimize, Muhammed Mustafâ efendimizin dîninin hakîkatini bildirsin ve bu hakîkata kavuştursun! Âmîn.

Şeriat üç kısmdır: İlm ve amel ve ihlâs [yâni islâmiyetin emir ve yasak ettiği şeyleri öğrenmek ve öğrendiklerini yapmak ve herşeyi yalnız, Allahü teâlâ için yapmaktır]. Bu üçüne kavuşmıyan kimse, şeriate kavuşmuş olmaz. Bir kimse, şeriate kavuşunca, Allahü teâlâ, ondan râzı olur. Allahü teâlânın râzı olması, sevmesi de, bütün dünya ve âhıret saadetlerinin en üstünü ve kıymetlisi olduğunu, İmrân sûresi onbeşinci ve sûre-i Tevbenin yetmişüçüncü âyetleri bildirmektedir. O hâlde, şeriat, dünya ve âhıretteki bütün saadetleri ele geçirten bir sermâyedir. Şeriatin dışında aranılacak, imrenilecek hiçbir iyilik yoktur. Tasavvuf büyüklerinin kazandıkları, tarîkat ve hakîkat, şeriatin yardımcıları, hizmetcileri olup, şeriatin üçüncü kısmı olan ihlâsı elde etmeye yarar. Tarîkata ve hakîkata baş vurmak, şeriati tamamlamak içindir. Yoksa, şeriatten başka birşeyler ele geçirmek için değildir. Tasavvuf yolcularının, o yolculukta gördükleri, tattıkları, ahvâl, mevâcîd, ulûm ve marifetler, imrenilecek, istenilecek şey değildir. Hepsi, evhâm ve hayâlât gibi, geçici şeylerdir. O yolcuları terbiye için, ilerletmek için, vâsıtadan başka birşey değildir. Bunların hepsini geçip arkada bırakıp, (Rıza makamı)na varmak lâzımdır. Sülûk ve cezbe yolculuğundaki makamların, konakların nihâyeti, rıza makamıdır. Çünkü, tarîkat ve hakîkat yolculuğundan maksat, ihlâs elde etmektir. İhlâs da, rıza makamında hâsıl olmaktadır. Tasavvuf yolcularının onbinlerde birini, ancak, üç türlü tecellîlerden marifete dayanan müşâhedelerden kurtarıp, ihlâsa ve makam-ı rızaya ulaştırmakla şereflendirirler. Hakîkati göremiyen zevallılar, ahvâl ve mevâcîdi, birşey sanır. Müşâhedeleri, tecellîleri arzu eder. Böylece, yolda kalıp, vehm ve hayâlden kurtulamaz ve şeriatin kemâline kavuşamazlar. [Şûrâ sûresinin onüçüncü] âyetinde meâlen, (Allahü teâlâ kullarından dilediğini, kendisine seçer. Başkasından yüz çevirip, yalnız onu istiyenlere, kendine kavuşturan yolu gösterir) buyuruldu. [Yâni Allahü teâlâ, dilediklerine doğru yolu ihsân eder. İstiyenleri de, adaleti ile, arzularına kavuşturur. Adaleti herkese şâmildir.] İhlâs makamına ve rıza mertebesine kavuşmak için, bu ahvâl ve mevâcîdden geçmek ve bu ilim ve marifetleri edinmek lâzımdır. Bunlar, gayeye götüren yoldur. Maksadın başlangıcıdır. Böyle olduğu, bu fakire, bu yolculukta, tâm on sene sonra bildirildi. Şeriat güzeli, ancak bundan sonra, sevgili Peygamberinin sadakası olarak, cemâlini gösterdi. Daha önce de, ahvâl ve mevâcîde tutulup kalmamıştım. Şeriatin hakîkatına kavuşmaktan başka, istediğim yoktu. Fakat ancak, on sene sonra, hakîkat güneşi doğdu. Bu ihsânından dolayı, Allahü teâlâya pek çok hamd ederim. [Allahü teâlânın emirlerine ve yasaklarına (Şeriat) denir.]

Allahü teâlânın mağfiretine kavuşan, meyân şeyh Cemâlin ölümü, bütün müslümanların üzülmesine sebep oldu. Bu fakir tarafından, çocuklarına tâziye buyurmanızı ve Fâtiha okumanızı diler, selâm ederim.

37 OTUZYEDİNCİ MEKTÛB



Bu mektûb, Muhammed Çetrîye yazılmıştır. Sünnete uymak lâzım olduğunu bildirmekte ve tasavvufu medh etmektedir:



İhsân etmiş olduğunuz, latîf mektûbunuzu okumakla şereflendik. Büyüklerimize olan îmanınızı ve sevginizi yazıyorsunuz. Bunu okuyunca, cenâb-ı Hakka hamd eyledim. Allahü teâlâ, bu yolun büyüklerinin bereketi, faydası ile, size sonsuz yükselmeler nasip eylesin! Bunların yolu, herşeyden kıymetlidir. Sünnet-i seniyyeye uymaktır. Bu fakire, bu yol sâyesinde, çok zamandan beri ilimleri, marifetleri, hâlleri, makamları, nisan yağmuru gibi yağdırdılar. Allahü teâlânın ihsânı ile yapacaklarını, tam yaptılar. Şimdi, bütün arzum, Peygamberimizin unutulmuş sünnetlerinden birini meydana çıkarmaktır. Tasavvufun hâlleri ve mevâcîdi [kendinden geçmek], heyecan ve zevk, istiyenlerin olsun! Yapılacak, en mühim iş, bâtını [kalbi, ruhu] büyüklerin sevgisi ile yaşatıp, zâhiri [hisleri, hareketleri] sünnetlere uymakla süslemektir. Fârisî mısra' tercümesi:

İş budur, bundan başkası hiçtir!

Beş vakit namazı, vakitleri girer girmez kılmalıdır. Yalnız yatsı namazını kış aylarında, gecenin, ilk üçte birine kadar geciktirmek müstehabdır. Bu işte, bu fakirin irâdesi elinde değildir. Namazları, vakit girince kıl kadar geciktirmek istemiyorum. İnsanlık îcâbı, âciz kalındığı zamanlar, tabî'î müstesnâdır.


38 OTUZSEKİZİNCİ MEKTÛB



Bu mektûb, Muhammed Çetrîye yazılmıştır. Zat-i teâlâya muhabbeti ve fena mertebelerini bildirmektedir:



Mektûb-i şerifiniz gelerek, fakiri çok sevindirdi. Allahü teâlâ, her zaman kendi ile berâber bulundursun! Bir ân bile, başkası ile bırakmasın! Zat-i ilâhîden başka her şeye gayrı denir. Onun ismleri ve sıfatları da gayrdır. İlm-i kelâm âlimleri, (Sıfatları, kendinin aynı da değildir, gayrı da değildir) buyurmuş ise de, gayrı kelimesinin kelâm ilmindeki mânasına göre, böyle demişlerdir. Yoksa, lügat mânasına göre dememişlerdir. Sıfatlar kelâm ilmindeki mânasına göre (Gayrı) değil ise de, umûmî mânaya göre, Onun gayrıdır.

Allahü teâlâ, ancak selb sıfatları ile anlatılabilir. Onu, herhangi bir sıfat ile anlatmak, ilhâd olur [yâni, doğru yoldan çıkmak olur]. Onu anlatan en iyi kelime, en geniş ibâre, Şûrâ sûresinin (Ona benziyen birşey yoktur) meâlindeki, onbirinci âyetidir ki, buna fârisî dilinde (bîçûn ve bî-çigûne) denir. Hiçbir ilim, hiçbir şühûd, hiçbir marifet, Allahü teâlâyı bulamaz. Bilinen, görülen ve tanınan herşey O değildir. Bunları mâbut bilmek, gayra tapınmak olur. (Lâ ilâhe) derken, bunların hepsini nefy etmek, yok bilmek, (İllallah) derken de; O, birşeye benzemiyen, bir mâbudu var bilmek lâzımdır. Bu, önce taklîd ile, yâni öğrenip yapmakla olur. Sonraları, kendiliğinden yapılır.

Sona varmamış olan tasavvuf yolcuları, başka şeyleri, O sanarak tanır, görür. Taklîd eden müminler, böyle tasavvufculardan, katkat iyidir. Çünkü bunlar, Peygamberimizden gelen bilgilere uymaktadır. Bu bilgilerde hatâ, yanlışlık olamaz. Yarı yoldaki tasavvufcular ise, kendi gördüklerine, anladıklarına uymaktadır. Bu hareketleri ile, Zat-i ilâhîye inanmamış oluyorlar. Zat-i ilâhîyi görüyoruz, Onun sevgisi içinde yüzüyoruz diyorlarsa da, Zat-i ilâhîye olan böyle îmanları, hakîkatte, inkâr demektir.

Müslümanların büyük imamı, imam-ı a'zam Ebû Hanîfe, (Sana lâyık ibâdeti yapamadığımız, fakat, iyi tanıdığımız, Allahımız! Sende hiçbir kusur, noksanlık yoktur!) buyurdu. Ona lâyık ibâdet yapılamıyacağını herkes bilir. Fakat, iyi tanıdığımız buyurması, (Hiçbirşeye benzemediğini, hiçbir yoldan tanınamıyacağını iyi anladık) demektir. Allahü teâlâyı, herkes bu sûretle tanıyamaz. Marifet, yâni tanımak başkadır. İlm, yâni bilmek başkadır. Herkes, ilim sahibi olabilir. Marifet ise, fena mertebesi ile şereflenenlerde bulunur. Fânî olmıyana nasip olmaz. Mevlevî Câmî [Mevlânâ Nûreddîn-i Abdürrahmân Câmî] buyuruyor ki: Fârisî beyt tercümesi:

Fena makamına varmıyan kimse,

oraya yol bulamaz, çok şey de bilse.

Marifet, ilimden ayrı olduğu için, ilim ile anlaşılanlardan başka şeyler de vardır. Bunlar marifet ile anlaşılır. Bu marifete (İdrâk-i basît) de derler. Nitekim Hâfız-i Şîrâzî diyor ki:

Feryâdı, boşuna değildir Hâfızın,

Şaşılacak şey çok, dili altında ânın.

Fârisî iki beyt tercümesi:

İnsanların rabbinin insanların ruhuyla,

Bir bağlılığı vardır, söz ile anlatılmaz.

İnsan için diyorum, işim yoktur maymunla.

Ruhsuz olan bir kimse, elbet ruhu tanımaz.



Fena makamında çeşidli dereceler bulunduğundan, müntehîlerin [yâni sona erenlerin] de marifetleri, başka başka olur. Fena derecesi yüksek olan bir velînin marifeti daha olgun, fena mertebesi aşağı olan velînin marifeti de, o derece aşağıdır. Sübhânallah! Söz nereye vardı. Kendi câhilliğimi, iflâsımı, sapıklığımı ve sebâtsızlığımı yazıp dostlardan yardım, duâ istemekliğim lâzım idi. Öyle bilgiler nerede, bu fakir nerede? Fârisî beyt tercümesi:

Kendinden haberi olmıyan zevallıya,

yakışır mı, ince bilgileri diline ala?

Fakat yaradılışım, hamurum, aşağılarda dolaşmaya, alçak şeylerle uğraşmaya, hattâ bakmaya râzı olmuyor. Hiç söyliyemese de, hep Onu söylemeği, birşey ele geçiremezse de, hep Onu aramağı, kavuşamasa da, Onu özlemeyi istiyor. Tasavvuf büyüklerinden birkaçı Zat-i ilâhîyi müşâhede ediyoruz, demişlerse de, bununla, ne demek istediklerini, ancak, kendileri gibi yüksek olanlar anlar. O dereceye yetişmiyen, anlayamaz. Fârisî beyt tercümesi:

Bilmiyenler, tanıyamaz bileni,

o hâlde, sözü kısa kesmeli.

Mektûbunuzun başını (O zâhirdir, bâtındır) kelimeleri ile süslemişsiniz. Yavrum! Bu sözler, elbette doğrudur. Fakat, uzun zamandan beri bu fakir, bu sözlerden, tevhîd-i vücûdî mânasını anlamıyorum. Âlimlerin anladığı gibi anlıyorum. Âlimlerin anladığını, tevhîd-i vücûdî sahiplerinin anladığından daha doğru görüyorum. Fârisî mısra' tercümesi:

Herkesi, bir iş için yaratmışlardır.

Müslümanın önce yapacağı şey, hepimizden önce istenilen şey, emrolunanları yapmak, yasak edilenlerden sakınmaktır. Nitekim, sûre-i Haşrin yedinci âyetinde meâlen, (Resûlümün getirdiği emirleri alınız, yapınız! Sizi nehy, men ettiği şeylerden kaçınınız!) buyuruldu. İhlâs elde etmekle emrolunduk. Fena hâsıl olmadan, ihlâs elde edilemez ve Zat-i ilâhîyi sevmedikçe, hâsıl olmaz. O hâlde, Fena makamını ve bunun başlangıcı olan (Makamât-i aşere)yi, yâni on şeyi elde etmek lâzımdır. [Fenaya kavuşmak için lâzım olan on şey, tevbe, zühd, tevekkül, kanaat, uzlet yâni dîni, ahlâkı bozan kimselerden, kitaplardan, gazetelerden, filmlerden sakınmak, zikir yâni her harekette, Allahü teâlâyı unutmamak, teveccüh, sabr, murâkabe ve rızadır.] Fena makamı, her ne kadar, Allahü teâlânın ihsânı ise de, fakat bu ihsâna lâyık olmaya hazırlanmak, başlangıclarını elde etmek için çalışmak lâzımdır. Evet bazı bahtiyârları, çalışmadan, sıkıntı çekip, kendini temizlemeden ve başlangıcları elde etmeden, fenaya kavuştururlar. Bu bahtiyârlar iki türlüdür: Yâ, yükseldiği makamda bırakıp geri döndürmezler veya tâlibleri, nâkısları yetiştirmesi için, bu âleme geri getirirler. Birinci şekilde, bu iniş makamlarından geçmemiş olur. Bundan dolayı da Allahü teâlânın ismlerinin ve sıfatlarının çeşit çeşit tecellîlerinden [yâni husûsî te'sîrlerinden] haberi yoktur. İkinci şekilde ise, bu âleme geri dönerken, onu bu makamların her birinin, her tarafından geçirirler. Sonsuz tecellîlere kavuştururlar. Mücâhede edenlerin, sıkıntı çekenlerin geçtiği yolları, hâlleri hep görür. Fakat, onlar gibi derdli, üzüntülü değil, zevkli, lezzetlidir. Zâhiri sıkıntıda, bâtını nîmette ve lezzettedir. Fârisî mısra' tercümesi:

Bu büyük nîmeti, acaba kime verirler?

Suâl: İhlâs, islâmiyetin bir parçası olunca, bunu elde etmek, herkese vâcibdir. Hakîkî ihlâs, fena makamına varmayınca hâsıl olmaz ise, ebrârın âlimleri ve sâlih insanlardan fena derecesine varmıyanlar, ihlâsa kavuşamıyacaktır. İslâmiyetin üçüncü parçası olan ihlâsı elde etmemeleri günah olacak, değil mi?

Cevap: Âlimlerde, sâlihlerde, ihlâstan bir kısm, bir parça hâsıl olur. Fenadan sonra ise ihlâs, tamam olur. Her parçası hâsıl olur. Demek ki, fena olmadan ihlâsın hakîkati, tamamı hâsıl olmaz. Fakat, bir kısmı hâsıl olabilir.

39 OTUZDOKUZUNCU MEKTÛB



Bu mektûb, Muhammed Çetrîye yazılmıştır. İş kalbdedir. Âdet olarak yapılan ibâdetlerin işe yaramıyacağı bildirilmektedir:



Allahü teâlâ, kendinden başka şeylerden yüz çevirip, kendisine dönmek nasip eylesin! İşin temeli kalbdir. Kalb, Allahü teâlâdan başkasına tutulmuş ise, yıkılmış demektir. Bir işe yaramaz. Niyet doğru olmadıkça, hayrlı işlerin, yardımların ve âdete uyarak yapılan ibâdetlerin, yalnız hiç faydası olmaz. Kalbin selâmet bulması da ve Allahü teâlâdan başka hiçbir şeye düşkün olmaması da lâzımdır. [Yâni her yapılan şey, O emrettiği, O beğendiği için yapılmalı. Onun râzı olmadığı her şeyden kaçınmalıdır. Herşey Onun için olmalıdır.] Hem, kalb selâmeti, hem de bedenin sâlih işler yapması, birlikte lâzımdır. Beden sâlih ameller yapmaksızın, kalbim selâmettedir, [kalbim temizdir, sen kalbe bak] demek bâtıldır, boştur. Kendini aldatmaktır. Bu dünyada, bedensiz ruh olmadığı gibi, beden ibâdet yapmadan ve günahlardan kaçınmadan, kalb, temiz olmaz. Zamanımızın birçok dinsizleri, sapıkları, ibâdet yapmayıp, kalblerinin selâmette olduğunu, hattâ keşf sahibi olduklarını söyleyip, saf müslümanları aldatıyor. Allahü teâlâ, sevgili Peygamberinin sadakası olarak, hepimizi böyle sapıklara inanmaktan korusun! Âmîn.

[İslâmiyetin yasak ettiği şeyler, şiddetli zehirdir. Allahü teâlâ, insanları yarattığı vakit onlara faydalı olan şeyleri emretmiş, zararlı olan şeyleri yasak etmiştir. Faydası kat'î olanların yapılmasını, lüzûm-i zarûrî ile emretmiştir. Bunları yapmak, (Farz) olmuştur. Faydalı şeylerden, yapılması, lüzûm-i gayrı zarûrî olanlar da, (Sünnet) olmuştur. Zararı kat'î olanları terk etmek, lüzûm-i zarûrî olup, bunlar (Haram) olmuştur. Terk edilmesi, lüzûm-i gayrı zarûrî olanlar, (Mekruh) olmuştur. Bazı işlerin yapılıp yapılmaması, kulların ihtiyârına bırakılmıştır ki, bunlara (Mubâh) denir. Mubâhlar, iyi niyet ile yapılırsa, sevap verilir. İyi niyet ile yapılmazsa, günah olur].


40 KIRKINCI MEKTÛB



Bu mektûb, yine Muhammed Çetrîye yazılmıştır. İhlâsı bildirmektedir:



Allahü teâlâya hamd ederiz. Onun Peygamberine duâ ve selâm ederiz. Oğlum! Sülûk konaklarını ve cezbe makamlarını geçtikten sonra, anlaşıldı ki, seyr ve sülûktan maksat, yâni tasavvuf yolculuğundan maksat, ihlâs makamına varmaktır. İhlâs makamına kavuşabilmek için, enfüsî ve âfâkî mâbutlara tapınmaktan kurtulmak lâzımdır. İhlâs, islâmiyetin üç kısmından birisidir. Çünkü, islâmiyet üç kısmdır: İlm, amel ve ihlâs. Görülüyor ki, tarîkat ve hakîkat, islâmiyetin bir kısmı olan, ihlâsı elde etmeye yarar, yâni islâmiyetin yardımcısıdır. Sözün doğrusu da budur. Ne yazık ki herkes bunu anlıyamıyor. Rü'yâlar ile, hayâller ile aldanarak kanaat ediyorlar. Çocuk gibi, ceviz meviz ile vakit geçiriyorlar. Böyle kimselerin, islâmiyetin üstünlüğünden, inceliğinden ne haberi olur? Tarîkatin ve hakîkatin ne olduğunu nasıl bilirler? İslâmiyeti cevizin kabuğu gibi bir örtü sanıp, cevizin özü, tarîkattir, hakîkattir derler. İşin iç yüzünü görememişler, aşktan, zevkten işittikleri, ezberledikleri sözlerle avunurlar. Ahvâl ve makamlara kavuşmak için can atarlar. Bunları birşey sanırlar. Allahü teâlâ bunlara, doğru yolu görmek nasip etsin. Bize ve size ve bütün sâlih kullarına selâmet versin! Âmîn.



Niçin kılmazsın, farz-ı sünneti?

Değil misin Muhammedin ümmeti? (Aleyhisselâm)

Anmazmısın, Cehennemi, Cenneti?

Îman sahibi kul böyle mi olur?



41 KIRKBİRİNCİ MEKTÛB



Bu mektûb, şeyh Dervîşe gönderilmiştir. Sünnet-i seniyyeye yapışmaya teşvîk etmekte ve tarîkati, hakîkati ve Sıddîklığı bildirmektedir:



Hak teâlâ, zâhirimizi ve bâtınımızı [dışımızı, içimizi] sünnet-i seniyye-i Mustafâviyyeye uymakla zînetlendirsin! Muhammed Resûlullah, mahbûb-i Rabbil'âlemîndir. Yâni Allahü teâlânın sevgilisidir. Herşeyin en iyisi, en güzeli, sevgiliye verilir. Bunun içindir ki, Nun sûresi dördüncü âyetinde meâlen, (Elbette sen, en büyük, en yüksek olarak yaratıldın) buyuruldu. Yasîn sûresinin üçüncü âyetinde meâlen, (Elbette sen, Peygamberlerimden birisin ve doğru yoldasın) buyuruldu. En'âm sûresi, yüzelliüçüncü âyetinde meâlen, (Onlara söyle: Benim gittiğim yol, doğru yoldur. Bu yolda yürüyünüz, başka dinlere, nefslerinize uymayınız. Doğru yoldan ayrılmayınız!) buyuruldu. Onun dînine, (Doğru yol) buyuruyor. Onun dîni dışında kalan yollara, felaket yolu deyip, bu yollardan kaçınınız buyuruyor.

O Server, Allahü teâlâya Şükretmek ve insanlara hakîkati bildirmek için, (Yolların en hayrlısı, doğrusu, Muhammedin yoludur) buyurdu. Bir hadis-i şerifte, (Rabbim beni en güzel edeble, edeblendirdi) buyurdu.

İnsanın bâtını, zâhirini tamamlamaktadır. Zâhir ile bâtın, birbirinden kıl kadar ayrılmaz. Meselâ, ağız ile yalan söylememek şeriattir. Yalan söylemek arzusunu, zahmet çekerek, uğraşarak, kalbden çıkarmak tarîkattir. Yalan söylemenin kalbe gelmemesi de hakîkattir. Görülüyor ki, bâtın işi, yâni tarîkat ve hakîkat, zâhir işini, yâni şeriati tamamlamaktadır. Tarîkat yolcularına, yolculuklarında islâmiyete uymıyan şeyler görünür ve gösterilirse, bunlar, o ândaki sarhoşluktan ve hâl denilen şü'ûrsuzluğun artmasından dolayı olur. Sâliki [tasavvuf yolcusunu], bu makamdan geçirir, uyandırırlarsa, islâmiyete uymayan birşey kalmaz. Meselâ, bazıları, sekr hâlinde iken, Zat-ı ilâhînin bu âlemi ihâta ettiğini, kapladığını sanmıştır. Hâlbuki, Ehl-i sünnet âlimleri böyle söylemiyor. Allahü teâlânın, kendi değil, ilmi herşeyi kaplamıştır diyor ki, âlimlerin sözü daha doğrudur. Sôfiyye-i aliyye, bir taraftan, Zat-ı teâlâya hiçbir şeyle hükm olunamaz, hiçbir ilim Ona yetişemez diyor. Bir yandan da, herşeyi ihâta etmiş, herşeye sirâyet etmiştir, diyor. Sözleri, birbirini tutmuyor. Sözün doğrusu, Allahü teâlâ, bîçûn ve bî-çigûnedir. Yâni, hiçbirşeye, düşüncelere benzemez ve nasıl olduğu bilinemez. Ona kavuşan, hayrân, şaşkın ve Ona câhil olur. Orası, mahlûklar için, cehl diyârıdır. İhâta, sereyân gibi sözlerin, o mukaddes makamda ne işi var. Böyle şeyleri söyliyen, eğer Zat-i ilâhî yerine, te'ayyün-i evveli söyliyoruz derse, sözü o kadar çirkin olmaz. Te'ayyün-i evveli, Zat-i ilâhîden ayrı bilmedikleri için, buna zat diyorlar. Te'ayyün-i evvele vahdet de derler. Mahlûkların hepsinde sârîdir, mevcûddur. Bunun için, Zat-i ilâhî, herşeyi kaplamıştır diyorlar. Ehl-i sünnet âlimleri, Zat-i ilâhî, her düşünceden uzaktır. Hiçbirşey, O değildir. Ondan başkadırlar. Te'ayyün-i evvel diye birşey varsa Zat-i ilâhîden ayrıdır. Bunun ihâta etmesine, Zat-i ilâhînin ihâtası denemez diyorlar. Görülüyor ki, âlimlerin görüşü, sôfiyyenin görüşünden daha ince, daha yüksektir. Sôfiyyenin Zat-i ilâhî dediklerini, âlimler, zattan ayrı bilmektedir. Zat-i ilâhînin yakın olması, berâber olması da böyledir.

Bâtının, yâni tarîkat ve hakîkatin marifetleri, zâhirin, yâni islâmiyetin bilgilerine, tâm uygun olduğu makam, Sıddîklık makamıdır ki, vilâyet derecelerinin en üstünüdür. Bu makamdaki marifetler, islâmiyetten kıl kadar ayrı olmaz. Sıddîklık makamı üstünde, yalnız nübüvvet, yâni Peygamberlik makamı vardır. Peygambere vahy ile yâni melek ile gönderilen ilimler, Sıddîklara ilhâm ile bildirilmektedir. Bu iki ilim arasındaki fark, yalnız, vahy ve ilhâm arasındaki farktır. O hâlde, hiç ayrılık olamaz. Sıddîklık makamının altındaki makamların hepsinde az çok, sekr [şü'ûrsuzluk, dalgınlık] vardır. Sekrsiz olan, tâm uyanıklık, yalnız Sıddîklık makamındadır. Peygamberlik ile Sıddîklık bilgileri arasında, ikinci bir fark da, vahy elbette doğrudur. İlhâm ise, zan iledir. Çünkü, vahy, melek ile gelir. Melek, mâsumdur. Yâni öyle yaratılmıştır ki, yanlışlık yapamaz. İlhâm yeri de, yüksek ise de, yâni ilhâm yeri olan kalb, âlem-i emirden olup, yüksek ise de, akıl ve nefis ile birlikte bulunduğu için, yanılabilir. Evet, nefis mutmeinne olmuş ise de, Fârisî beyt tercümesi:

Olsa da o, mutmeinne,

sıfatları gitmez yine.

Nefis, mutmeinne olduktan sonra, sıfatlarının, kendisinde bırakılmasında, nice fayda vardır. Sıfatları yok edilseydi, insan, yüksek derecelere ilerliyemezdi. Ruhu, melek gibi olurdu. Kendi makamında kalırdı. Ruh, ancak nefse uymamakla yükselebilmektedir. Nefste azgınlık kalmasaydı, nasıl ilerliyebilirdi. Kâinâtın efendisi, kâfirlerle cihâddan geri dönünce, (Küçük muhârebeden döndük, büyük cihâda geldik) buyurdu. Nefis ile savaşmaya, (Cihâd-ı ekber) dedi. Din büyüklerinin nefslerinin azması demek, çok az (Terk-i azîmet) ve (Muhâlefet-i evla) etmesi demektir. [(Azîmet), islâmiyetin izin verdiği şeyleri de yapmamak, (Evla) da, herşeyin en iyisini yapmaktır. Nefis, azîmeti ve evlayı istemiyor.] Büyüklerin nefslerinde, yalnız bu terki istemek vardır. Yoksa azîmeti ve evlayı terk etmezler. İşte, nefslerinin, yalnız bu istemesinden dolayı, cenâb-ı Hakka o kadar çok yalvarırlar, o kadar çok pişman olur, sızlarlar ki, başkalarının bir senede kazandıkları mertebelere, bir ânda yükselmelerine sebep olur.

Yine sözümüze dönelim! Sevgilinin ahlâkı, sıfatları, her nerede bulunursa orası da sevilir. Âl-i İmrân sûresinde, (Benim izimde yürüyünüz! Allahü teâlâ, sizi sever) meâlindeki otuzbirinci âyet, bunu işaret etmektedir. O hâlde, Ona uymaya çalışmak, insanı, Mahbûbiyyet makamına kavuşturur. Aklı olanların, iyi, doğru düşünebilenlerin zâhirleri ile, bâtınları ile Habîbullaha tâm uymaya çalışması lâzımdır.

Mektûb uzunca oldu. Af buyurunuz! Her bakımdan güzel olanı anlatan söz, güzel olacağı için, uzadıkça, güzelliği artar. Sûre-i Kehf, yüzonuncu âyet-i kerimesinde meâlen, (Rabbimin kelimelerini yazmak için, deniz mürekkeb olsa, Rabbimin kelimeleri bitmeden deniz biter. Bir deniz daha getirsek o da biter) buyuruldu. Vesselâm.

Sözü başka tarafa çevirelim. Duâlarımı bildiren mektûbumu size getiren Mevlânâ Muhammed Hâfız, ilim sahibi olup, çoluk çocuğu fazladır. Geçim darlığından askere gitti. Eğer yardım elinizi uzatır, emîr nakîb Seyyid Şeyh Ciyuya maaş alması için veya yardım etmesi için söylerseniz kerem etmiş olursunuz. Daha fazla yazıp başınızı ağrıtmıyayım.


42 KIRKİKİNCİ MEKTÛB



Bu mektûb, yine şeyh Dervîşe yazılmıştır. Kalbden, başkalarını sevmek pasını temizlemek için, en iyi ilâc, sünnet-i seniyyeye yapışmak olduğu bildirilmektedir:



Allahü teâlâ, sizlere selâmet versin! İnsan çeşit çeşit şeylere bağlı kaldıkça kalbi temizlenemez. Pis kaldıkça saadetten mahrumdur, uzaktır. (Hakîkat-i câmia) denilen kalbin Allahü teâlâdan başka şeyleri sevmesi onu karartır, paslandırır. Bu pası temizlemek lâzımdır. Temizleyicilerin en iyisi sünnet-i seniyye-i Mustafâviyyeye tâbi olmaktır, uymaktır. Sünnet-i seniyyeye uymak, nefsin âdetlerini, kalbi karartan isteklerini yok eder.

Bu büyük nîmete kavuşmakla şereflenenlere müjdeler olsun! Bu yüksek devletten mahrum kalanlara yazıklar olsun! Allahü teâlâ, size ve doğru yola tâbi olanlara selâmet versin!

[Sünnet kelimesinin dînimizde üç mânası vardır. (Kitap ve sünnet) birlikte söylenince, kitap, Kur'an-ı kerim, sünnet de, hadis-i şerifler demektir. (Farz ve sünnet) denilince, farz, Allahü teâlânın emirleri, sünnet ise, Peygamberimizin sünneti yâni emirleri demektir. (Sünnet) kelimesi yalnız olarak söylenince islâmiyet yâni bütün ahkâm-ı islâmiyye demektir. Fıkh kitapları böyle olduğunu bildiriyor. Meselâ (Kudûrî muhtasarı)nda, (Sünneti en iyi bilen imam olur) diyor. (Cevhere) kitabında burayı açıklarken, (Sünnet demek, burada islâmiyet demektir) diyor.

Kalbi temizlemek için islâmiyete uymak lâzım olduğu anlaşıldı. İslâmiyete uymak da, emirleri yapmakla ve yasaklardan ve bid'atlerden sakınmakla olur.

(Bid'at), sonradan yapılan şey demektir. Peygamberimizin ve dört halîfesinin zamanlarında bulunmayıp da, onlardan sonra, dinde meydana çıkarılan, ibâdet olarak yapılmaya başlanan şeylerdir. Meselâ, namazlardan sonra hemen Âyet-el-kürsî okumak lâzım iken, önce salâten tüncînâyı ve başka duâları okumak bid'attir. Bunları Âyet-el-kürsîden ve tesbîhlerden sonra okumalıdır. Namazdan, duâdan sonra secde edip de kalkmak bid'attir. Ezanı ho-par-lörle okumak bid'attir. Dinde yapılan değişiklik ve reform bid'attir. Yoksa, çatal, kaşık, boyun bağı kullanmak, kahve, çay, tütün içmek bid'at değildir. Çünkü bunlar ibâdet değil, âdettir ve mubâhtırlar. Haram değildirler. Tütün içmek hakkındaki islâm âlimlerinin sözleri (Saadet-i Ebediyye) kitabında uzun yazılıdır. Bid'at üç türlüdür:

1- İslâmiyetin küfür alâmeti dediği şeyleri kullanmak en kötü bid'attir.

2- Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiklerine uymıyan îtikatlar, inanışlar da kötü bid'attir.

3- İbâdet olarak yapılan yenilikler, reformlar bid'at olup büyük günahtır.]



İnsana sadâkat yakışır, görse de ikrâh,

Yardımcısıdır doğruların Hz. Allah.


42 KIRKİKİNCİ MEKTÛB



Bu mektûb, yine şeyh Dervîşe yazılmıştır. Kalbden, başkalarını sevmek pasını temizlemek için, en iyi ilâc, sünnet-i seniyyeye yapışmak olduğu bildirilmektedir:



Allahü teâlâ, sizlere selâmet versin! İnsan çeşit çeşit şeylere bağlı kaldıkça kalbi temizlenemez. Pis kaldıkça saadetten mahrumdur, uzaktır. (Hakîkat-i câmia) denilen kalbin Allahü teâlâdan başka şeyleri sevmesi onu karartır, paslandırır. Bu pası temizlemek lâzımdır. Temizleyicilerin en iyisi sünnet-i seniyye-i Mustafâviyyeye tâbi olmaktır, uymaktır. Sünnet-i seniyyeye uymak, nefsin âdetlerini, kalbi karartan isteklerini yok eder.

Bu büyük nîmete kavuşmakla şereflenenlere müjdeler olsun! Bu yüksek devletten mahrum kalanlara yazıklar olsun! Allahü teâlâ, size ve doğru yola tâbi olanlara selâmet versin!

[Sünnet kelimesinin dînimizde üç mânası vardır. (Kitap ve sünnet) birlikte söylenince, kitap, Kur'an-ı kerim, sünnet de, hadis-i şerifler demektir. (Farz ve sünnet) denilince, farz, Allahü teâlânın emirleri, sünnet ise, Peygamberimizin sünneti yâni emirleri demektir. (Sünnet) kelimesi yalnız olarak söylenince islâmiyet yâni bütün ahkâm-ı islâmiyye demektir. Fıkh kitapları böyle olduğunu bildiriyor. Meselâ (Kudûrî muhtasarı)nda, (Sünneti en iyi bilen imam olur) diyor. (Cevhere) kitabında burayı açıklarken, (Sünnet demek, burada islâmiyet demektir) diyor.

Kalbi temizlemek için islâmiyete uymak lâzım olduğu anlaşıldı. İslâmiyete uymak da, emirleri yapmakla ve yasaklardan ve bid'atlerden sakınmakla olur.

(Bid'at), sonradan yapılan şey demektir. Peygamberimizin ve dört halîfesinin zamanlarında bulunmayıp da, onlardan sonra, dinde meydana çıkarılan, ibâdet olarak yapılmaya başlanan şeylerdir. Meselâ, namazlardan sonra hemen Âyet-el-kürsî okumak lâzım iken, önce salâten tüncînâyı ve başka duâları okumak bid'attir. Bunları Âyet-el-kürsîden ve tesbîhlerden sonra okumalıdır. Namazdan, duâdan sonra secde edip de kalkmak bid'attir. Ezanı ho-par-lörle okumak bid'attir. Dinde yapılan değişiklik ve reform bid'attir. Yoksa, çatal, kaşık, boyun bağı kullanmak, kahve, çay, tütün içmek bid'at değildir. Çünkü bunlar ibâdet değil, âdettir ve mubâhtırlar. Haram değildirler. Tütün içmek hakkındaki islâm âlimlerinin sözleri (Saadet-i Ebediyye) kitabında uzun yazılıdır. Bid'at üç türlüdür:

1- İslâmiyetin küfür alâmeti dediği şeyleri kullanmak en kötü bid'attir.

2- Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiklerine uymıyan îtikatlar, inanışlar da kötü bid'attir.

3- İbâdet olarak yapılan yenilikler, reformlar bid'at olup büyük günahtır.]



İnsana sadâkat yakışır, görse de ikrâh,

Yardımcısıdır doğruların Hz. Allah.


43 KIRKÜÇÜNCÜ MEKTÛB



Bu mektûb, nakîb seyyid şeyh Ferîd-i Buharî hazretlerine yazılmıştır. Tevhîd-i şühûdî ve tevhîd-i vücûdî bildirilmekte, ayn-ül-yakîn ve hakk-ul-yakîn anlatılmaktadır:



Allahü teâlâ, size selâmet versin! Her kusurdan, sıkıntıdan korusun! Âmîn.

Bu yüksek insanların yolculuğunda, önlerine çıkan tevhîd iki türlüdür: Tevhîd-i şühûdî, Tevhîd-i vücûdî.

(Tevhîd-i şühûdî) bir olarak görmektir. Yâni sâlik [yolcu], herşeyi bir görür. Ayrı ayrı şeyler görülmez. Tevhîd-i vücûdî, var olanı, bir bilmektir. Ondan başka herşeyi yok bilmektir. Yok olmakla berâber, O bir mevcûdun aynaları sanmaktır. Tevhîd-i vücûdî, ilm-ül-yakîn kısmından oluyor [yâni kalb ile bilmektir]. Tevhîd-i şühûdî ise, ayn-ül-yakîn kısmından oluyor [yâni, görmektir]. Tevhîd-i şühûdî, bu yolda, elbette vardır. [Her sâlik, buna yakalanacaktır.] Çünkü, bu tevhîd olmadıkça, Fenaya kavuşulamaz, ayn-ül-yakîn nasip olamaz. Çünkü, birşey görülür ve görünmesi kuvvet bulursa, başka hiçbirşey görülemez. Tevhîd-i vücûdî ise, böyle değildir. Yâni, lâzım değildir. Çünkü böyle marifet [bilgi] olmadan da, ilm-ül-yakîn hâsıl olur. Mevcûdun bir olduğunu, ilm-ül-yakîn ile bilmek, Ondan başka şeyleri yok bilmeyi Îcap etmez. Yâni, Allahü teâlâyı var bilmek ve bu bilginin, insanı kaplaması, Ondan başka şeyleri bilmemeyi Îcap ettirmez. Meselâ, bir kimsede, güneşin var olduğuna yakîn hâsıl olunca, bu yakîn, bu kimseyi kapladığı zaman, yıldızları yok bilmesi lâzım gelmez. Fakat, güneşi gördüğü zaman, yıldızları elbette görmez. Güneşten başka birşey görmez. Yıldızları görmediği için, yıldızları yok bilmez. Hattâ, var olduklarını, fakat görünmediklerini bilir. Bu kimse, bu zaman, yıldızlar yoktur diyenlere inanmaz. Sözlerinin doğru olmadığını bilir. İşte tevhîd-i vücûdî, bir mevcûddan başka, her şeyi yok bilmek olup, akla ve islâmiyete uygun değildir. Tevhîd-i şühûdî ise, mevcûdu bir görmektir ve akla ve islâmiyete uygundur. Meselâ, güneş doğarken, yıldızlar, yok oluyor demek, doğru değildir. Fakat, bu zamanda, yıldızları görmemek doğrudur. Güneşin ziyâsı çok olduğu ve insanın gözü kuvvetsiz olduğu için yıldızlar görülmemektedir. Eğer, güneşin ziyâsı, insanın gözünü kuvvetlendirseydi, güneşle birlikte yıldızları da görürdü. Bu görüş (Hakk-ül-yakîn) makamında olur. İşte Sôfiyye-i aliyyenin büyüklerinden bazısının, islâmiyete uymıyor görünen sözlerini, bazı kimseler tevhîd-i vücûdî sanmıştır. Meselâ, Ebû Mensûr-i Hallâcın (Enelhak) sözü ve Ebû Yezîd-i Bistâmînin (Sübhânî) sözü ve bunlar gibi sözler, böyledir. Böyle sözleri, tevhîd-i şühûdî bilmemiz lâzımdır. Bu sûretle, islâmiyete uygun olurlar. Bu büyükler, o hâl içinde, Allahü teâlâdan başka, hiçbirşey göremeyince, bu sözleri söylemiş, Allahü teâlâdan başka birşey yoktur, demek istemişlerdir. (Enelhak) demek, ben yokum, Allahü teâlâ vardır, demektir. Kendini görmeyince, var olduğunu bilmemiştir. Yoksa, kendini görüp, Hak teâlâyım dememiştir. Böyle söylemek küfürdür.

Suâl: Kendinin var olduğunu bilmemek, yok bilmek değil midir? Bu da, tevhîd-i vücûdî olmaz mı?

Cevap: Var olduğunu bilmemek, yok olduğunu bilmek değildir. O zaman, şaşkınlık hâlidir. Akıl işlemez. Hiçbir şeye hükm, karar verecek hâlde değildir.

(Sübhânî) sözü de, Hak teâlâyı tenzîhdir. Kendini tenzîh değildir. Çünkü, kendi varlığını bilmemektedir. Birşeye hükm edemez.

[Hindistândaki islâm âlimi Abdülhak-ı Dehlevî hazretleri, (Merec-ül-bahreyn)de diyor ki, (Tasavvuf büyükleri, islâmiyete uymıyan sözleri söylerken çok kızan ve çok sevinen insan gibidirler. Kızmak ve sevinmek, insanın aklını örter. İhtiyârını giderir. Tasavvuf sarhoşları da, böyle şu'ûrsuz konuşmuşlardır. Bu hâllerinde Mâzur iseler de, böyle sözlerine uymak câiz değildir).].

(Ayn-ül-yakîn) makamı, hayret, şaşkınlık makamıdır. Bu makamda, bazıları, böyle şeyler söylemiştir. Bu makamdan kurtarıp da, hakk-ul-yakîn makamına çıkarırlarsa, böyle şeyler söyliyemez ve haddi aşmazlar.

Zamanımızda, tarîkata girmiş birçok kimse, kendilerine tasavvufcu süsü vererek, tevhîd-i vücûdîyi dillerine almış, bundan yüksek mertebe olmaz sanıyor. İlm-ül-yakîne saplanıp, ayn-ül-yakînden mahrum kalmışlardır. Tasavvuf büyüklerinin sözlerine kendi hayâlleri ile mâna vererek, böyle sözleri, övünerek, her yerde söylemektedirler.

Tasavvuf büyüklerinin kitaplarında, tevhîd-i vücûdîyi gösteren, böyle sözler görülürse, ilk zamanlarında, ilm-ül-yakîn mertebesinde söylemiş olduklarını, sonra bu makamdan ilerleyip, ayn-ül-yakîn makamına götürüldüklerini düşünmelidir.

Suâl: Tevhîd-i vücûdî sahibi olan mevcûdü [yâni var olanı] bir bildiği gibi, bir vücûd [varlık] görmektedir. Yâni ayn-ül-yakîn mertebesine de mâliktir.

Cevap: Tevhîd-i vücûdî sahipleri, tevhîd-i şühûdînin, âlem-i misâldeki sûretini görmektedir. Tevhîd-i şühûdîye kavuşmamıştır. Tevhîd-i şühûdî başkadır. Âlem-i misâlde gördükleri, bu sûreti başkadır. Çünkü, tevhîd-i şühûdî mertebesinde, hayret, şaşkınlık hâsıl olur. Hiçbir şeye hükm edemezler. Hâlbuki, tevhîd-i vücûdî sahibi, tevhîd-i şühûdînin, âlem-i misâldeki sûretini gördüğü zaman yine ilim sahibidir. Çünkü, herşeyin yok olduğunu bilmektedir. Yok demek, bir hükm, karar vermektir. Hayret ile ilim, birlikte bulunamaz. O hâlde, tevhîd-i vücûdî sahibi, ayn-ül-yakîn makamına varmamıştır. Hâlbuki, tevhîd-i şühûdî sahibini hayret makamından ileri götürürlerse, hakk-ul-yakîn makamındaki marifete kavuşur ki, bu makamda ilim ile hayret birlikte bulunur. Hayretsiz olan, hayretten önce olan ilim, ilm-ül-yakîndir. Bu cevabı, bir misâl ile aydınlatalım:

Devlet reîsi olmaya elverişli bir kimse, rü'yâda, kendini devlet reîsi olmuş, o makamda o işin başında görür. Fakat, bu kimse, elbette devlet reîsi olmamıştır. Yalnız âlem-i misâldeki sûretini, kendinde görmüştür. Devlet reîsliği nerede, rü'yâda gördüğü sûret nerede! Şu kadar var ki, rü'yâsı, âlem-i misâldeki sûret olmakla berâber, bu kimsenin, bu sûretin aslı olan makama kavuşmaya elverişli olduğunu haber vermektedir. Eğer çalışır, uğraşırsa, Allahü teâlânın ihsânı ile, o makama kavuşabilir. Bir şeye elverişli olmak ile, o şeye kavuşmak, hiç aynı olur mu? Aralarında, çok fark vardır. Ayna yapılacak cam parçası, ayna olmadıkça büyüklerin eline kavuşamaz. Onların cemâli ile şereflenemez.

Bu ince bilgileri yazmaktan maksadım, zamanımızda bazıları özenerek, bir kısmı da, yalnız işiterek, bir kısmı ise, hem işiterek, hem de zevk alarak ve bazıları da sapıklık ile ve zındıklık ile, tevhîd-i vücûdî yolunu tutmuş, sevabı, iyiliği, kötülüğü, herşeyi, Allah yapıyor diyor. Hattâ, herşeyi Hak teâlâ biliyorlar. Bu kurnazlıkla islâmiyete uymuyor, emirleri yapmıyorlar. Böylece, işin kolay tarafını bulmuşlar. İbâdet etmek lâzımdır deseler bile, bunlar ikinci derecededir, asl maksat, islâmiyetin üstünde, başka şeydir diyorlar. Hâşâ ve kellâ! Öyle değildir. Hiç de, dedikleri gibi değildir. Bunların kötü düşüncelerinden, Allahü teâlâya sığınırız!

Tarîkat ve islâmiyet, birbirinden başka, ayrı iki şey değildir. Aralarında kıl ucu kadar fark yoktur. Ayrılıkları, yalnız, topluluk ve genişlik, ilim ile ve keşf ile olmaktır. İslâmiyete uymıyan herşey bozuktur. Atılması lâzımdır. İslâmiyetin istemediği bir müslümanlık, zındıklıktır. İslâmiyete yapışarak hakîkati aramak, tasavvuftur.

Allahü teâlâ, bizi ve sizi ve bütün milletimizi, insanların efendisinin yoluna, hem zâhirde, hem bâtında, tâm uymakla şereflendirsin! Âmîn.

Sevgili hocam çok zaman, tevhîd-i vücûdî yolunda idi. Risâlelerinde ve mektûblarında, bu yolu gösterdi. Fakat sonra, Hak teâlâ lutf ederek, bu makamdan ilerletti. Bu dar bilgilerden kurtardı. Talebesinden Abdülhak diyor ki, son hastalığından bir hafta evvel buyurdu ki, (Pek iyi anladım ki, tevhîd-i vücûdî, dar bir sokak imiş. Ana cadde, başka imiş. Böyle olduğunu, önceden de biliyordum. Fakat, şimdi, pek yakîn anladım). Bu fakir [yâni İmâm-ı Rabbânî], hocama hizmet ettiğim zamanlar, tevhîd-i vücûdî yolunda idim. Bu yolu kuvvetlendiren keşfler hâsıl olmakta idi. Fakat, Allahü teâlânın ihsânı, bu makamdan kurtarıp, dilediği makamla şereflendirdi. Sözü uzatmamak için, burada kesiyorum. Vesselâm.

44 KIRKTÖRDÜNCÜ MEKTÛB



Bu mektûb, yine nakîb, seyyid şeyh Ferîde yazılmıştır. İnsanların iyisini medh etmekte ve Ona uymaya teşvîk etmektedir:



Merhamet ederek göndermiş olduğunuz, kıymetli mektûbunuz, en iyi bir zamanda, fakiri şereflendirdi. Okuyarak mesrûr olduk. Allahü teâlâya hamd olsun ki, Muhammed aleyhisselâmın fakrinden, size miras nasip olmuş. Fakirlere karşı teveccüh ve sevgi ve onlara bağlılık, bu mirastan hâsıl olmaktadır. Hiçbirşeyi olmayan bu fakir, ne cevap yazacağımı şaşırdım. Arabın en hayrlısı olan, büyük ceddinizin üstünlüklerini bildiren haberleri yazarak, bu mektûbumu, âhırette azâblardan kurtulmak için vesîle yapacağım. Aleyhissalâtü vettehıyye efendimizi medh etmeye kalkışmıyorum. Yazılarımı, Onun ile kıymetlendiriyorum. Arabî beyt tercümesi:



Muhammed aleyhisselâmı medh edemiyorum,

Onunla, yazılarımı kıymetlendiriyorum.



Allahü teâlâya sığınarak ve Ondan yardım dileyerek bildiriyorum ki: Muhammed, Allahü teâlânın resûlüdür. Âdem oğullarının seyyidi, efendisidir. Kıyâmet gününde, kendisine uyarak Cehennemden kurtulanların en cömerdidir.

[Seyyid Abdülhakîm Efendi buyurdu ki: Her Peygamber, kendi zamanında, kendi mekânında, kendi kavminin hepsinden, her bakımdan üstündür. Muhammed ise, her zamanda, her memlekette, yâni dünya yaratıldığı günden, kıyâmet kopuncıya kadar, gelmiş ve gelecek, bütün varlıkların, her bakımdan en üstünüdür. Hiç kimse, hiçbir bakımdan Onun üstünde değildir. Bu güç birşey değildir. Dilediğini yapan, her istediğini yaratan, Onu böyle yaratmıştır. Hiçbir insanın Onu medh edecek gücü yoktur. Hiçbir insanın, Onu tenkîd edecek iktidârı yoktur].

Kıyâmet günü kabirden en önce O kalkacaktır. En önce, O şefaat edecektir. En önce, Onun şefaati kabûl olacaktır. Cennet kapısını önce O çalacaktır. Kapı, Ona hemen açılacaktır. (Livâ-i hamd) denilen bayrak, Onun elinde bulunacaktır. Âdem ve Onun zamanından kıyâmete kadar gelen her mümin, bu bayrak altında bulunacaktır. Bir hadis-i şerifte, (Kıyâmet günü, önce gelenlerin ve sonra gelenlerin seyyidiyim. Hakîkati bildiriyorum, öğünmüyorum) buyurdu. Bir hadis-i şerifte, (Allahü teâlânın habîbiyim, sevgilisiyim. Peygamberlerin reîsiyim. Öğünmek için söylemiyorum). Bir hadis-i şerifte, (Peygamberlerin sonuncusuyum, öğünmüyorum. Ben Abdüllahın oğlu Muhammedim. Allahü teâlâ insanları yarattı. Beni insanların en iyisinde yarattı. Allahü teâlâ, insanları fırkalara [kavmlere, ırklara] ayırdı. Beni, en iyisinde bulundurdu. Sonra bu en iyi fırkayı kabîlelere [cemaatlere] ayırdı. Beni en iyisinde bulundurdu. Sonra, bu cemaati evlere ayırdı. Beni, en iyi evden [yâni âileden] dünyaya getirdi. İnsanların en iyisiyim. En iyi âiledenim. Kıyâmette, herkes sustuğu zaman, ben söyliyeceğim. Kimsenin kımıldıyamadığı vaktte, onlara şefaat ediciyim. Kimsede Ümit kalmadığı bir zamanda, onlara müjde vericiyim. O gün her iyilik, her türlü yardım, her kapının anahtarı bendedir. Livâ-i hamd benim elimdedir. İnsanların en hayrlısı, en cömerdi, en iyisiyim. O gün emrimde binlerce hizmetçi vardır. Kıyâmet günü, Peygamberlerin imamı, hatîbi ve hepsine şefaat edici benim. Bunları öğünmek için söylemiyorum). [Hakîkati bildiriyorum. Hakîkati bildirmek vazîfemdir. Bunları söylemezsem, vazîfemi yapmamış olurum] buyurdu. O olmasaydı, Allahü teâlâ, hiçbirşeyi yaratmazdı. Rab olduğu, mâbut olduğu meydana çıkmazdı. Âdem, su ile toprak arasında iken [yâni çamuru yoğrulurken], O Peygamber idi. Fârisî beyt tercümesi:



Günah işlese de, çekilmez hesaba,

böyle bir seyyidin izindeki kimse.



Bütün insanlığın seyyidi, en üstünü olan, böyle bir Peygambere inanan, Onun yolunda giden kimse, elbette ümmetlerin en iyisi olur. Âl-i İmrân sûresinin, (Siz ümmetlerin, din sahiplerinin en hayrlısı, en iyisisiniz!) meâlindeki yüzonuncu âyeti bunlara müjdedir. Ona inanmıyan, [Onu anlıyamıyan, kendileri gibi sanan], insanların en kötüsüdür. Tevbe sûresinin, (Vahşî, kalbleri katı câhiller, sana inanmaz. Daha çok münâfıktırlar) meâlindeki doksansekizinci âyeti bunları göstermektedir. Dünyanın bugünkü hâlinde, Onun sünnet-i seniyyesine [yâni islâmiyete] uymakla şereflendirilenler, ne kadar bahtiyârdır. Onun dînine inanan, Ona ümmet olanın, az bir iyiliğine katkat sevap verilir. Eshâb-ı Kehf [yâni Tarsustaki mağarada bulunan yedi kişi] bir güzel iş yapmakla, yüksek derecelere kavuştu. Bu işleri de, din düşmanları, her tarafı kapladığı vakit, kalblerindeki îmanı korumak için, başka yere hicret etmeleri idi. Bugün, Ona îman edip, az bir ibâdet yapmak, sanki düşman saldırıp, her tarafı kapladığı zamanda, askerin, az bir hareketinin çok kıymetli olmasına benzer. Sulh zamanında, askerin, bundan katkat fazla çalışması, böyle kıymetli olamaz.

Muhammed, Allahü teâlânın mahbûbu olduğu için, Onun izinde giden, mahbûbluk derecesine yükselir. Çünkü, muhib [yâni aşık], sevgilisinin ahlâkını, alâmetlerini kimde görürse, onu da sever. Ona uymıyanların hâlini, bundan anlamalı! Fârisî beyt tercümesi:



Muhammed, yüzü suyudur cihânın,

kapısının toprağı olmıyan, toprak altında kalsın!



Eshâb-ı Kehf gibi hicret edemiyen, bâtın yolu ile hicret etmeye çalışmalıdır. Düşmanlar arasında bulunurken, gönülleri, onlardan ayrı, uzak olmalıdır. Allahü teâlâ, bu sûretle de, saadete kapıları açabilir. Nevruz günü [martın yirminci günü], geliyor. [Kâfirlerin, ateşe tapanların bayramı olan] o günlerde, ne karışıklık, ne kadar taşkınlık, şaşkınlık olduğunu biliyorsunuz. O karanlık günleri atlattıktan sonra, Allahü teâlâ nasip ederse, sizinle görüşmek şerefine kavuşmağı Ümit ediyorum. Nâzik başınızı ağrıtmamak için, mektûbuma son veriyorum. Allahü teâlâ, kerim olan babalarınızın yolundan ayırmasın! Size ve onlara kıyâmete kadar selâm olsun! Âmîn.


45 KIRKBEŞİNCİ MEKTÛB



Bu mektûb, yine nakîb seyyid şeyh Ferîde yazılmıştır. Kendine teşekkür etmekte ve insanın muhtaç yaratıldığını, Ramazan-ı şerifi, orucu ve namazı bildirmektedir:



Allahü teâlâ sizi, çok kıymetli olan dedelerinizin yolundan ayırmasın! Sonu pişmanlık olan işlere karıştırmasın! Âmîn. Allahü teâlâyı sevenler, Allahü teâlâ ile berâberdir. Çünkü, hadis-i şerifte, (İnsan, sevdiği kimse ile berâberdir) buyuruldu. İnsanın aslı, ruhudur. Ruhun beden ile birleşmesi, Allahü teâlâ ile olmasına biraz mani olmuştur. Bedenden ayrılıp, bu karanlık yerden kurtulunca, Rabbi ile berâber, Ona yakîn olur. Bunun için, (Ölüm, sevgiliyi sevgiliye kavuşturan bir köprüdür) buyuruldu. Ankebût sûresinin, (Allahü teâlâya kavuşmak istiyene, o vakit, elbette gelmektedir) meâlindeki beşinci âyeti, Onun âşıklarına tesellî olmaktadır. Fakat, büyüklerin huzuru, sohbeti ile şereflenmiyen zevallıların hâli haraptır. Büyüklerin ruhlarından istifâde edebilmek için de şartlar vardır. Herkes bu şartları yerine getiremez. Bütün nîmetlerin sahibi olan Allahü teâlâya hamd olsun ki, bu korkunç hâdise ve başımıza gelen vahşîce hücûmlar karşısında, kimsesi olmıyan bu fakirlerin imdâdına yine, din ve dünyanın efendisinin Ehl-i beyti yetişmektedir. Bu sûretle büyüklerin yolu bozulmaktan kurtuldu. Feyzleri kesilmekten korundu. Evet, bu mübârek yol, memlekette gizli kalmış ve yolcuları, hemen yok gibi olmuştu. Ehl-i beytin açtığı yol olduğundan, tâmîrinin, temizlenmesinin de, Ehl-i beyt tarafından yapılması yakışırdı. Başkalarına ihtiyaç olmaması lâzım idi. Ehl-i beytin bu hizmetine Şükretmek, bu fakirlere lâzım olduğu gibi, bu devlete Şükretmek, onlara da lâzımdır. İnsanların, bâtını cem' etmesi [kalbini, ruhunu toparlayıp, Allahü teâlâdan başka, hiçbirşeye bağlanmaması] lâzım olduğu gibi, zâhirde birleşmek, yardımlaşmak da lâzımdır. Hattâ, bu topluluk, berâberlik, daha önce lâzımdır. Çünkü, bütün mahlûklar içinde, en muhtaç olan insandır.

İnsanların, çok muhtaç olmasına sebep, insanda herşey bulunduğu içindir. Bunun için, herşeyin muhtaç olduklarının hepsi, insana lâzımdır. İnsan muhtaç olduğu şeye bağlanır. O hâlde, insanların bağlılığı, başkalarının bağlılıklarından daha çoktur. Her bir bağlılık, insanı, Allahü teâlâdan uzaklaştırır. Bundan dolayı, Allahü teâlâdan en uzak olan, en mahrum kalan mahlûk, insandır. Fârisî iki beyt tercümesi:

Mahlûkların en üstünü insandır,

yüksek makamdan mahrum da odur.

Eğer, toparlanıp, geri dönmezse,

ondan daha mahrum, yoktur kimse.

Hâlbuki, insanın, her mahlûktan, daha üstün olmasına sebep de, yine herşeyin, kendisinde bulunmasıdır. Herşeyi kendinde topladığı içindir ki, insanın aynası mükemmeldir. Bütün mahlûkların aynalarında görünenlerin hepsi, yalnız onun aynasında, bir arada görünmektedir. Bunun için de insan, mahlûkların en iyisi olmuştur. Mahlûkların en muhtacı, en mahrumu, en kötüsü de, yine bu sebebden insandır. Bunun içindir ki, Muhammed gibi bir Peygamber insandır ve Ebû Cehl gibi bir mel'ûn da insandır.

Bu fakirlerin, bir araya toplanmasına, Allahü teâlânın sebep kıldığı, büyük nîmet, şüphe yok ki, sizsiniz. Bâtınların cem'ıyyeti de, sizin sâyenizdedir. Elbette, (Evlat, babası gibi olur) müjdesine bakarak, bütün Ümitler sizdedir.

Lutf ettiğiniz kıymetli mektûb, bizleri mübârek Ramazan ayında şereflendirdi. Bunun için, bu büyük ayın üstünlüklerinden birkaç satır yazmak hâtırıma geldi:

Mübârek Ramazan ayı, çok şereflidir. Bu ayda yapılan, nâfile namaz, zikir, sadaka ve bütün nâfile ibâdetlere verilen sevap, başka aylarda yapılan farzlar gibidir. Bu ayda yapılan bir farz, başka aylarda yapılan yetmiş farz gibidir. Bu ayda bir orucluya iftâr verenin günahları affolur. Cehennemden âzâd olur. O oruclunun sevabı kadar, ayrıca buna da sevap verilir. O oruclunun sevabı hiç azalmaz. Bu ayda, emri altında bulunanların, işlerini hafîfleten, onların ibâdet etmelerine kolaylık gösteren âmirler de affolur. Cehennemden âzâd olur. Ramazan-ı şerif ayında, Resûlullah, esîrleri âzâd eder, her istenilen şeyi verirdi. Bu ayda ibâdet ve iyi iş yapabilenlere, bütün sene bu işleri yapmak nasip olur. Bu aya saygısızlık edenin, günah işliyenin bütün senesi, günah işlemekle geçer. [Bu ayı fırsat bilmelidir.] Elden geldiği kadar ibâdet etmelidir. Allahü teâlânın râzı olduğu işleri yapmalıdır. Bu ayı, âhıreti kazanmak için fırsat bilmelidir. Kur'an-ı kerim, Ramazanda indi. Kadr gecesi, bu aydadır. Ramazan-ı şerifte, iftârı erken yapmak, sahûru geç yapmak sünnettir. Resûlullah bu iki sünneti yapmaya çok önem verirdi. İftârda acele etmek ve sahûru geciktirmek, belki insanın aczini, yiyip içmeye ve dolayısı ile herşeye muhtaç olduğunu göstermektedir. İbâdet etmek de zaten bu demektir.Hurma ile iftâr etmek sünnettir. İftâr edince, (Zehebez-zama' vebtellet-il urûk ve sebet-el-ecr inşâallahü teâlâ) duâsını okumak, terâvîh kılmak ve hatm okumak mühim sünnettir.

Bu ayda, her gece, Cehenneme girmesi gereken, binlerce müslüman affolur, âzâd olur. Bu ayda, Cennet kapıları açılır. Cehennem kapıları kapanır. Şeytanlar, zincirlere bağlanır. Rahmet kapıları açılır. Allahü teâlâ, bu mübârek ayda Onun şânına yakışacak, kulluk yapmağı ve Rabbimizin râzı olduğu, beğendiği yolda bulunmağı, hepimize nasip eylesin! Âmîn.

[Oruç tutmak güç olan yerlerde, oruç tutanlara ve din düşmanlarının yalanlarına aldanmayıp, oruclarını bozmıyanlara, daha çok sevap verilir. Ramazan-ı şerif ayı, islâm dîninin nâmusudur. Âşikâre oruç yiyen, bu aya hurmet etmemiş olur. Bu aya hürmet etmiyen, islâmiyetin nâmus perdesini yırtmış olur. Namaz kılmıyanın da, oruç tutması ve haramlardan kaçınması lâzımdır. Bunların orucu kabûl olur ve îmanları olduğu anlaşılır.]


46 KIRKALTINCI MEKTÛB



Bu mektûb, yine nakîb seyyid şeyh Ferîde yazılmıştır. Allahü teâlânın var ve bir olduğu ve Muhammed aleyhisselâmın Onun resûlü olduğu bedîhîdir, pek meydandadır. Düşünmeye bile, lüzûm olmadığını bildirmektedir:



Allahü teâlâ sizi, kerim olan babalarınızın yolundan ayırmasın. Onların en üstünü olan birincisine ve geri kalanların hepsine, bizden duâlar ve selâmlar olsun! Allahü teâlânın var olduğu ve bir olduğu, hattâ Muhammed aleyhisselâmın, Onun resûlü olduğu ve hattâ onun getirdiği her emrin ve haberlerin, doğru olduğu, güneş gibi meydandadır. Düşünmeye, isbât etmeye hiç lüzûm yoktur. Kalbin bunlara inanması için, kalbin bozuk olmaması, mânevi hastalığı bulunmaması lâzımdır. Kalb hasta ve bozuk olunca, kalbin inanması için, akıl ile düşünmek, incelemek lâzım olur. Kalb hastalıktan kurtulur, basîretten yâni kalb gözünden mânevi perde kalkarsa, bunlara seve seve inanır. Meselâ, safrası bozuk kimse, şekerin tadını duymuyor. Şekerin tatlı olduğunu ona anlatmak, isbât etmek lâzım olur. Fakat, safra hastalıktan kurtulunca, isbât etmeye lüzûm kalmaz. Hastalıktan dolayı isbât etmek lâzım olması, şekerin tatlılığına bir kusur vermez. Şaşı olan, bir şeyi iki görür ve iki kişi var sanır. Şaşıdaki göz hastalığı, karşısındaki bir şeyin, iki olmasını Îcap ettirmez. O iki gördüğü hâlde, görünen yine birdir. Bunun bir olduğunu isbât etmek çok zordur. [Doppelsehen denilen göz hastalığı olanlara ahvel denir.] [Müslüman olmak için, yalnız kalbin îman etmesi, inanması lâzımdır. Fakat, her müslümanın kalbine, dahilî düşmanı olan nefsinden ve hâricî düşmanları olan şeytanlardan ve kötü arkadaşlardan hastalık gelmektedir. Nefis, yaratılışta şeriate düşmandır. Kalbin hasta olması, şeriatin emirlerinin tadını duymamak, yasak ettiklerinden zevk almaktır. Bu yasaklara dünya denildiği, yüzdoksanyedinci mektûbda yazılıdır. Dünyaya düşkün olmak, kalbdeki îmanı zayıflatmaktadır. Bir kimse, nefslerinin esîri olan gâfil insanların sohbetlerinden, sözlerinden, yazılarından, kitaplarından, radyolarından, televizyonlarından uzaklaşırsa ve nefsi tezkiye olursa, bu dahilî ve hâricî düşmanlardan kalbe hastalık gelmez. Mevcut hastalık da, tasfiye edilince, kalb hakîkî îmana kavuşur. Nefsin cibillî hastalığından tezkiyesi ve kalbin tasfiyesi, mürşid-i kâmilin sohbetinde bulunmakla, kitaplarını okumakla ve şeriate uymakla nasip olur. Üçyüzonüçüncü mektûba bakınız! Mürşid-i kâmil, bütün sözleri, bütün işleri, şeriate uygun olan, Ehl-i sünnet âlimi demektir. Şeriati iyi bilmesi, derin âlim olması lâzımdır.]

Din bilgilerini, akıl ile isbât ederek inandırmak, kolay değildir. Yakînî, vicdânî bir îman elde etmek için, isbât yoluna gitmektense, kalbi hastalıktan kurtarmak lâzımdır. Nitekim, safra hastasını, şekerin tatlı olduğuna inandırmak için, isbât etmeye kalkışmaktansa, onu hastalıktan kurtarmak lâzımdır. Şekerin tatlı olduğu, ne kadar isbât edilirse edilsin, yakîn hâsıl edemez. Çünkü, şeker ağzına acı gelmekte, vicdânı acı olduğunu bilmektedir.

[Seyyid Abdülhakîm buyurdu ki: (Müdrike) yâni bir şeyi anlamak kuvveti üçtür: Üçünün de doğru anlıyabilmeleri için, bulundukları uzvların hasta olmamaları lâzımdır. Birincisi, görünen his organlarındaki kuvvetler olup, görme, işitme, koklama, gıdânın lezzetini alma ve sıcaklık, sertlik anlama. Bu kuvvetler, insanda bulunduğu gibi, hayvanlarda da vardır. Bu kuvvetler olmasaydı, insanlar, taş gibi, odun gibi olurdu.

İkincisi, akıl kuvvetleri olup, hiss-i müşterek, hâfıza, vâhime, mütesarrıfa ve hazânet-ül-hayâl denilen görünmiyen beş his organındaki kuvvetlerdir. Bu kuvvetler, insanların dimâgında [beyninde] bulunur. Hayvanlarda yoktur. Bir şeyin varlığını, bu kuvvetler, güvenilen bir haberi işitmekle veya tecrîbe ile yâhut hesap ile anlar. İyiyi fenadan, faydalıyı zararlıdan ayırırlar. Fen bilgileri, hesap, bu kuvvetlerle yapılır.

Üçüncüsü, kalb kuvveti olup, müslümanların havâssına, yâni yüksek olan seçilmiş kimselere mahsûstur. Mânevi kuvvet ile anlaşılan din bilgileri, akıl ve his kuvvetleri ile anlaşılamaz. Akıl kuvvetleri ile anlaşılan şeyleri, insan, hayvanların en üstünü olan ata, senelerce uğraşsa, anlatamaz. Bunun gibi, kalb kuvvetleri ile anlaşılan din bilgileri, meselâ marifetullahı, bu seçilmişler, başka insanlara senelerce söylese, onlar anlıyamaz. Bunlardan daha yüksek seçilmişlerin seçilmişleri vardır. Bunlardan da daha üstün Nebîler, Nebîlerden daha üstün Resûller, bunlardan da üstün Ülül'azm dereceleri vardır. Bunların üstünde de Kelîmiyyet, Ruhiyyet, Hullet ve nihâyet Mahbûbiyyet mertebeleri vardır ki, bu en üstün derece, Muhammed aleyhisselâma mahsûstur. Kalb [gönül] denilen kuvvet, yürek dediğimiz et parçasında bulunur. Elektriğin ampulde, miknâtisin elektrik tellerinin makarasında hâsıl olması gibidir.

İnsanlarda bulunan nefs-i emmâre, din bilgilerine inanmamakta, tabî'ati, yaratılışı, islâmiyete uymamaktadır. [Bunun için, şeriate uymak, nefse acı gelmekte, ona uymak istememektedir. Kalb ise, yaratılışında temizdir, sâlimdir. Fakat, nefsin şeriate uymak istememesi hastalığı, kalbe sirâyet ederek, kalb de şeriate uymak istemiyor. Şeriate inanıyor ise de, uyması acı geliyor.] İslâmiyetin doğruluğunu isbât için, ne kadar uğraşılırsa uğraşılsın, hasta kalbde buna yakîn hâsıl olması, çok güç olur. [Kalbde yakîn hâsıl olması için, dahilden ve hâricden hastalık gelmemesi, gelmiş olanın da tasfiyesi lâzımdır. Bunun için, nefsi tezkiye etmekten, yâni cibillî olan inkâr hastalığından ve kalbi şeytandan ve fena arkadaştan kurtarmaktan başka çâre yoktur. Nefsi tezkiye, şeriate uymakla, sonra zikir ile, sonra bir Velînin sohbeti ile, sonra râbıtası ile, sonra hayat hikâyesini okumakla olur. Mektep, meslek arkadaşı, öğretmen, gazete, televizyon, radyo, islâmiyete, ahlâka muhâlif ise, bunların fena arkadaş oldukları anlaşılır. Kalb, bu üç düşmanın şerrinden, hücûmundan kurtulunca, haramları sevmek hastalığından kurtulur. Allah sevgisi, kendiliğinden yerleşir. Suyu boşalan şişeye havânın dolması gibi olur.]Veşşemsi sûresi dokuzuncu âyetinde meâlen, (Nefsini tezkiye eden kurtuldu. Nefsini günahta, cehâlette, dalâlette bırakan, ziyân etti) buyuruldu.

[(Mevâkib tefsîri)nde diyor ki, (Nefis tezkiye edilince, kalb tasfiye bulur. Yâni nefis, kötü isteklerden kurtarılınca, kalbin mahlûklara bağlılığı kalmaz. Fârisî beyt tercümesi:



Haramları istemekten, kesilmedikçe nefis,

kalb ilâhî nûrlara, ayna olamaz hiç!



Nefsin kötülükleri, pislikleri demek, islâmiyetin beğenmediği, haram ettiği şeyler demektir). Şimdi bazıları, Allahü teâlânın fena dediği, yasak ettiği şeylere, moda, asrîlik, ilericilik diyor. Allahü teâlânın beğendiği, emrettiği şeylere gericilik, câhillik diyor. Haram işleyenlere sanatkâr, aydın, ilerici insan, müslümanlara mürtecî, yobaz, gerici diyenler oluyor. Bunlara aldanmamalı. Dîni, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarından öğrenmelidir.]

Görülüyor ki, bu açık, parlak islâmiyete ve temiz, doğru yola inanmıyan kimsenin kalbi, şekerin tadını anlıyamıyan safralı gibi, hastadır. Fârisî mısra' tercümesi:



Bir kimse, kör ise, güneşin suçu ne?



Seyr ve sülûktan [yâni tasavvuf yolunda ilerlemekten] maksat, nefsi tezkiye ve kalbi tasfiye etmektir. Yâni nefsi ve kalbi hastalıklardan kurtarmaktır. Bekara sûresinde, (Kalblerinde hastalık vardır) meâlindeki dokuzuncu âyet-i kerimede bildirilen hastalık tedâvî edilmedikçe, hakîkî îman ele geçmez. Bu âfetler var iken, akıl yolu ile kalbde hâsıl olan îman, îmanın sûretidir. Çünkü nefis, bu îmanın tersini istemekte, küfründe inat ve isrâr etmektedir. Böyle îman, safra hastasının, şekerin tatlı olduğuna îman etmesi gibidir. Herne kadar inandım dese de, vicdânı, şekeri acı bilmektedir. Safrası düzeldikten sonra, şekerin tatlı olduğuna hakîkî îman hâsıl olur. Îmanın hakîkati de, nefsin tezkiyesinden ve kalbin itmînânından sonra kalbde hâsıl olur. [İtmînân, hakîkî inanmak demektir.] İşte böyle hakîkî îman yalnız Evliyâda bulunur ve elden gitmez. Yûnüs sûresinde, (Biliniz ki, Allahü teâlânın Evliyâsı için, azâb korkusu, nîmetlere kavuşmamak üzüntüsü yoktur!) meâlindeki altmışikinci âyet-i kerimedeki müjde, böyle îman sahipleri içindir. Allahü teâlâ, hepimizi bu kâmil, hakîkî îmanla şereflendirsin! Âmîn.

47 KIRKYEDİNCİ MEKTÛB



Bu mektûb, yine nakîb yâni diyânet işleri reîsi, seyyid şeyh Ferîde gönderilmiştir. Geçen senelerdeki kâfirlerin azgınlığından şikâyet etmekte, müslümanların, dîne hürriyet veren hükûmete duâ etmesi lâzım olduğunu bildirmektedir:



Allahü teâlâ sizi, iyilerin iyisi olan atalarınızın yolunda bulundursun ve onların önce, en üstününe, sonra geridekilerin hepsine, duâlarımızı ve selâmlarımızı eriştirsin!

İslâm âlimi, milletin yanında, bedendeki kalb gibidir. Kalb, temiz, iyi olunca, beden iyi işler yapar. Kalb bozuk olunca bütün uzvlar, hep kötü iş yapar. Bunun gibi, âlimler iyi ise, millet de iyi olur. İleriye gider. Onlar, bozuk olursa, millet de bozulur. Felakete gider. Ekber Şâhın hükûmeti zamanında, müslümanların başına ne sıkıntılar, ne felaketler gelmişti, hepimiz biliyoruz. Bin yıl önce, müslümanlar kendi dinlerinde olacak, kâfirler de kendi yollarında kalacaktı. Nitekim, Kâfirûn sûresi, bu hâli haber vermektedir. Bundan birkaç sene önce ise, din düşmanları, müslümanların önünde, dinsizliklerini açıkça yapıyor, bu mübârek islâm memleketinde yâni Hindistânda, müslümanlar, ahkâm-ı islâmiyyeyi yapamıyorlardı. Yerlerin, göklerin, her çeşit enerjinin sahibi olan, Allahü teâlânın sevgilisi, Muhammed aleyhisselâma inananların, onun ışıklı yolunda ilerliyenlerin aşağılanması, hırpalanması, ona inanmıyanların, ona düşman olanların el üstünde tutulması, beğenilmesi, ne kadar acı ve korkunç bir alçaklık idi. Müslümanlar, yaralı kalbleri ile, sabr ediyorlardı. İslâm düşmanları [yazıları ile, kalemleri ile, sözleri ile, mevkı' kuvveti ile ve her vâsıta ile], alay ederek, taşkınca, azgınca saldırarak, yaralara tuz serpiyordu. Hidâyet, saadet güneşi, dalâlet ve irtidâd bulutları ile örtülmüş, hak, fazîlet ışıkları, haksızlık, ahlâksızlık perdeleri altına çekilmişti.

Din düşmanı olanların ölmesi, bunların yerine gelenlerin, müslümanlara da hak ve hürriyet tanımaları haberi işitildiği ânda müslümanlar, bunlara her türlü yardım ve hizmeti kendilerine borç bildi. Kavuşulan hürriyetten faydalanarak, bu temiz mayalı, asîl kanlı milletin, islâmiyete yapışmasına, dînin, îmanın kuvvetlenmesine çalışmağı en mukaddes vazîfe bildi. Bütün müslümanların, devlete, hükûmete sözleri ile, yazıları ile ve elleri ile, işleri ile yardım etmesi zaten vâcibdir. İslâmiyete yardımın en kıymetlisi ve önemlisi, Ehl-i sünnet îtikatını ve ahkâm-ı şer'ıyyeyi meydana çıkarmak, [Ehl-i sünnet velcemâ'at îtikatını bozmak için çıkarılan kitaplara, mecmû'a ve gazetelere cevap yazarak, komünistlerin, masonların, mezhepsizlerin devletimize karşı körükledikleri] fitne ve fesat ateşini söndürmektir. [Böylece, din hırsızlarının, yahudi, hıristiyan ve mürtedlerin, müslüman yavrularını aldatmalarını önlemektir.] İslâmiyete, hükûmete ve millete, bu imdâdı yapacak olan, ancak, doğru yolda olan âlimlerdir. Böyle âlimler siyâsetle uğraşmaz. Dîni, siyâsete, mal, sandalye ve şöhret kazanmaya âlet etmez. Kendilerine din adamı ismini verip Kur'an tercümeleri, din kitapları yazan, mal ve makam âşıkları, âhıret âlimi değil, dünyalık toplayıcılarıdır. Bunların kitapları, mecmû'aları, sözleri zehirdir. Dîni, îmanı bozar ve millet arasına fitne, fesat sokar. Fârisî beyt tercümesi:

Din adamı görünüp, dünyaya tapan kimse,

kendi yoldan sapmıştır, gayra nasıl göstere?

Ekber şâh zamanında, müslümanların başına gelen belâlara hep böyle, din adamı şekline giren, dinsizler sebep olmuştu. Milleti hep bunların kitapları, gazeteleri kışkırtmıştı. Müslüman ismi altında, yanlış yolda gidenlerin başları, hep bu kötü din adamları olmuştur. Din âlimi tanınmıyan bir kimse, yoldan çıkarsa, bu sapıklığı, başkalarına bulaşmaz veya nâdiren bulaşır. Zamanımızın tarîkatçıları da, müslümanları doğru yoldan çıkarıyor. Bunlar da, sahte din adamlarının [kitapları, mecmû'aları ve gazetelerdeki] yazıları gibi, gençlerin dîninin, îmanının bozulmasına sebep oluyor. İşte bugün, her müslüman, elinden gelen yardımı yapmayıp islâmiyet yine bozulur, hakâret altına düşerse, hükûmete yardımı esirgeyen her müslüman âhırette mes'ûl olacaktır. Bunun için, bu fakir [yâni İmâm-ı Rabbânî] gücüm, kuvvetim olmadığı hâlde, yardıma koşmaya özeniyorum. Güçlükleri yenerek, islâmiyete ufacık bir hizmet edebilmek yolunu arıyorum. İyilerin çoğalmasını istiyen de, onlardan sayılır buyurmuşlardır. Belki, bu zevallıya da, müslümanlara serbestlik veren, onların hakkını koruyan, âdil hükûmet adamlarına nasip olan, büyük sevapların damlaları bulaşır diye Ümitleniyorum. Kendimi, Yûsüf aleyhisselâmı, birkaç iplikle satın almak için, pazara çıkan kocakarıya benzetiyorum.

Bu günlerde huzurunuzla şereflenmek Ümidindeyim. Allahü teâlâ, size din üzerinde konuşmak fırsatını ihsân buyurmuştur. Her konuşmanızda, müslümanların, dinlerini rahatca ve kolayca öğrenmeleri ve ibâdet edebilmeleri için [ve mürtedlerin müslümanlara saldırmalarını önlemek için] gayret buyurmanızı cândan diliyoruz. Geçici ve sonsuz devletlere kavuşmanız için duâ ederim.

[İslâmiyet, Allahü teâlânın emirleridir. Hâkim, Allahü teâlâdır. Emri de, Kur'an-ı kerimdir. İslâmiyet, dünyadan kalktı. Hiçbir yerde kalmadı. Allahü teâlâ, Kur'an-ı kerimi, yalnız okumak için göndermedi. Amel için, din âlimlerinin, anlayıp fıkh kitaplarında bildirdiklerini, yapmak için gönderdi. Bunları yapacak, yaptıracak da hakîkî din âlimleridir. Bunlara (Ehl-i sünnet âlimi) denir. Mısr, Sûriye ve Irak çoktan firenkleşti. Fransızlar, İngilizler, birinci cihân harbinden sonra buraları işgâl ettiler. İslâm düşmanlığını, ahlâksızlığı, merhametsizliği getirdiler. Fikir hürriyeti getiriyoruz diyerek, çeşidli fırkalar, partiler kurdular. Her partili, diğerlerine düşman oldu. Milleti parçaladılar. İkinci cihân harbinden sonra, çekilip giderlerken de, din câhili, zâlim kimseleri müslümanların başında bıraktılar. Bu dinsiz hükûmetler, zındanları ve idamları ile, hakîkî islâm âlimlerini imhâ ettiler. Muhammed Abduh, Reşîd Rıza ve Seyyid Kutb gibi mezhepsiz, reformcu, sahte din adamları da, kitapları, mecmû'aları ve gazeteleri ile hakîkî din bilgilerini, Ehl-i sünnet ilimlerini yok ettiler. Müslümanlık, ilim üzerine kurulduğundan, ilim ve âlim kalmayınca, islâmiyet bozuldu. Bulut olmayınca, yağmur beklemek, mucize istemek olur. Allahü teâlâ, bunu yapabilir. Fakat, âdeti böyle değildir. İslâm âlimi yetişebilmesi için, islâm ilimleri meydana çıkıp, yayılıp, yüz sene geçmesi lâzımdır.

Müslüman, yaşadığı memleketin hükûmetine, isyân etmez. Bölücülük yapmaz. Fitne, anarşi çıkaranlardan uzak olur. Kendi îmanını, ibâdetlerini, ahlâkını, hareketlerini düzeltmeye çalışır. Mezhepsizlerin, münâfıkların kitaplarını, gazetelerini okumaz. Ehl-i sünnet bilgilerini öğrenmeye ve yapmaya çalışır. Kimseye fenalık etmez. Kimsenin canına, malına, hakkına, ırzına, nâmusuna saldırmaz. Şeriate ve kanûnlara uygun yaşar. Yukarıda bildirilenlerin hepsi, Ehl-i sünnet âlimlerinin yazdığı hakîkî din kitaplarında mevcûddur.]


48 KIRKSEKİZİNCİ MEKTÛB



Bu mektûb, yine nakîb seyyid şeyh Ferîde yazılmıştır. Din âlimlerine hurmet etmek lâzım olduğunu bildirmektedir:



Allahü teâlâ, Peygamberlerin en üstünü hurmeti için, din düşmanlarına karşı olan mücâdelenizde yardımcınız olsun! Mübârek mektûbunuzu okumakla şereflendik. İlm öğrenen ve tasavvuf yolunda çalışan gençlere sarf etmek üzere, bir miktâr para gönderdiğinizi yazıyorsunuz. İlm öğrenen talebeyi, tasavvufa çalışanlardan önce yazdığınızı görünce çok sevindik. (Zâhir, bâtının alâmetidir) buyurmuşlardır. İnşâallah mübârek kalbinizde de, bu talebe, daha önce bulunmaktadır. Arabî mısra' tercümesi:



Her kabdan, içinde olan, dışarı sızar!



İlm talebesini ileride tutmak, islâmiyetin ilerlemesine sebep olur. Bunlar islâmiyetin bekçileridir. Muhammed aleyhisselâmın dînini, soysuzlara karşı bunlar koruyacaktır. Kıyâmet günü herkese islâmiyetten sorulacak, tasavvuftan sorulmıyacaktır. Cennete girmek, Cehennemden kurtulmak, ancak islâmiyete uymakla olur. İnsanların en iyileri, seçilmişleri olan Peygamberler “salevâtüllahi teâlâ ve teslîmâtühü aleyhim”, herkesi islâmiyete çağırmıştır. Kurtuluş yolu islâmiyettir. O büyükler, islâmiyeti bildirmek için gönderildi. O hâlde en kıymetli ibâdet, insanlara yapılacak en büyük iyilik, islâmiyetin öğrenilmesine, yapılmasına çalışmaktır ve islâmiyetin bir emrini meydana çıkarmaktır. Hele, din düşmanları, azgınca, dîne saldırarak, islâm kitaplarını yok ettikleri, müslüman yavrularını aldattıkları bir memlekette, Allahü teâlânın emirlerinden bir dânesinin yapılmasına sebep olmak, binlerle, milyonlarla lira sadaka vermekten daha sevaptır. Çünkü, bu ufak iş, Peygamberlere uymak, onların vazîfesine ortak olmaktır. Hâlbuki, ibâdetlerin en kıymetlisi, sevapların en çoğu onlaradır. Milyonla sadaka vermek, hayrât, hasenât yapmak ise, herkese müyesser olabilir. İslâmiyetin meydana çıkmasına çalışmak, nefsin istemediği şeydir. Buna çalışan, nefsi ile cihâd etmiş olur. Hayrât yapmak ise, nefsin hoşuna gidebilir. Fakat, islâmiyetin öğrenilmesi, yapılması için para sarf etmek, şüphesiz çok kıymetlidir. Bu niyet ile az bir şey vermek, bu niyet olmadan sarf edilen milyonlardan aşağı değildir.

Suâl: Nefsine uyan ilim talebesi, nefsi ile cihâd eden sôfîden nasıl üstün olabilir?

Cevap: İlm öğrenen kimse, nefsine uymakla kendine zarar yaparsa da, herkes onun ilminden faydalanır. Kendini yakarsa da, başkalarının kurtulmasına sebep olur. Sôfî ise, kendini kurtarmakla uğraşmaktadır. Başkalarına faydası yoktur. İslâmiyet, insanların saadetine çalışanları, kendini kurtarmaya çalışanlardan, daha üstün tutmaktadır. [İbni Âbidîn, c. 5, s. 261]

Evet, tasavvuf yolunda ilerliyen bir sâlik, fena ve bekâ makamlarına erer ve sonra insanları dâvet etmek vazîfesi ile şereflendirilirse, Peygamberlik makamından nasibi olur. İslâmiyeti bildirenlerden, herkesi saadete erdirenlerden olur. İslâm âlimleri gibi üstün ve kıymetli olur. Bu, Allahü teâlânın öyle bir nîmetidir ki, dilediği seçilmişlere ihsân eder. Onun ihsânı pek büyüktür.

[İslâmiyetin öğretilmesine çalışmak, îman edilecek şeyleri, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarında bildirdikleri gibi yaymak ile ve şeriati, yâni Allahü teâlânın emir ve yasak ettiği şeyleri, fıkh kitaplarına uygun olarak bildirmek ile olur. Evvelâ, ingiliz câsûslarının ve bid'at ehlinin, mezhepsizlerin yalanlarına cevap verilir. Böyle çalışanlara,beden ile hizmet edenler ve mâl ile, söz ve yazı ile ve duâ ile yardım edenler de, bu sevaba kavuşurlar. Fakat, bu işleri, yalnız Allah rızası için ve kanûnlara uygun olarak yapmak ve fitneye sebep olmamak lâzımdır.]


49 KIRKDOKUZUNCU MEKTÛB



Bu mektûb, yine nakîb seyyid şeyh Ferîde yazılmıştır. Zâhiri, islâmiyetin emirlerini yapmakla süslemek ve bâtını, Allahü teâlâdan başka şeylere bağlamamak lâzım geldiği bildirilmektedir:



Allahü teâlâ, sizi, bilinen nîmetlere ve bilinmeyen saadetlere kavuştursun! Bilinen nîmetler, zâhirin yâni bedenin, ahkâm-ı şer'ıyyeyi yapmakla süslenmesidir. Görünmeyen, mânevi saadet de, bâtının yâni kalbin ve ruhun, Allahü teâlâdan başka şeylere bağlanmaktan kurtulmasıdır. Acaba hangi seçilmiş kimseyi bu iki nîmetle şereflendirirler?

50 ELLİNCİ MEKTÛB



Bu mektûb, seyyid şeyh Ferîde gönderilmiştir. Dünyanın aşağılığını, kötülüğünü bildirmektedir:



Allahü teâlâ, sevgili Peygamberi hurmetine, kendinden başkalarına köle olmaktan kurtarsın! Bütün varlığımızla kendisine bağlanmamızı nasip eylesin!



Dünya, görünüşte çok tatlıdır ve güzel sanılır. Hakîkatte ise, öldürücü zehirdir. İşe yaramaz bir maldır. Ona bağlananlara, tutulanlara, kurtuluş yoktur. Onun öldürdükleri leş olur. Âşıkları deli olur. Dünya yaldızlanmış pislik gibidir. Şeker kaplanmış zehir gibidir. Aklı olan, bu bozuk mala gönül kaptırmaz. Âlimler buyuruyor ki, (Bir kimse, ölürken malının zamanın en akıllısına verilmesini vasıyet etse, zâhide vermek lâzımdır). Çünkü zâhid, dünyaya rağbet etmez, özenmez, üzerine düşmez. Dünyaya düşkün olmaması, aklının çok olduğunu gösterir.

Daha yazarsam çok uzayacak. Şunu da bildireyim ki, fazîletler sahibi Şeyh Zekeriyyâ, bu yaşta defter tutmakla meşgûldür. Buna tutulmuş olmakla berâber, âhıret muhâsebesi yanında çok kolay kalan, dünya muhâsebesinden korkmaktadır. Sebepler âleminde şerefli teveccüh ve yardımlarınızı kuvvetli dayanak bilmektedir. Yeni divânda da, o yüksek makamın memurlarından olduğunun bildirilmesini Ümit eder. Beyt:



Bana gönül ver ve cesareti gör,

Tilkini çağır, bak aslan oluyor.



Allahü teâlâ size görünen ve görünmiyen devlet ve saadetler versin!

[Akıl, başkadır, zekâ başkadır. Akıl, iyiyi kötüyü, faydalıyı zararlıyı anlar, ayırır. Aklı az olanın zekâsı çok olabilir. Zekâsı çok olan kâfirleri, din düşmanlarını, akıllı sanmak doğru değildir].



Allaha kulluk ederim, taptığım dergâh bir,

Bir lahza ayrılmadım tevhîdden, Allah bir.


51ELLİBİRİNCİ MEKTÛB



Bu mektûb, yine seyyid şeyh Ferîde yazılmıştır. İslâmiyeti yaymaya teşvîk eylemektedir:



Allahü teâlâdan dilerim ki, o büyük sülâlenin yardımı ile, islâmiyet güneşi parlasın, Ahkâm-ı ilâhiyyenin güzelliği, her tarafa yayılsın. Fârisî mısra' tercümesi:



İş budur, bundan başkası hiçtir!



Bugün de, kimsesiz kalan müslümanların, bu dalâlet girdâbından kurtuluş Ümidi, ancak, insanların en iyisinin evladının gemisindedir. Bir hadis-i şerifte: (Ehl-i beytim, yâni evlatlarım, Nuh aleyhisselâmın gemisi gibidir. Buna binen kurtulur, binmeyen helâk olur) buyuruldu. Bu büyük saadeti ele geçirmek için, çok çalışınız! Çok şükür, Allahü teâlâ, mevkı', kuvvet, te'sîrli söz nîmetlerini vermiştir. Zâtınızın şerefi de, bunlara katıldığında saadet meydanında bütün akranlarınızdan ileri gitmeniz pek kolaydır. [Hz. Ali ile Hz. Fâtımaya ve ikisinin çocuklarına ve bütün torunlarına (Ehl-i beyt) denir.]

Bu fakir, doğru olan bu islâmiyeti kuvvetlendirmeye ve yaymaya yarayan böyle şeyleri söylemek için, yüksek hizmetinizle şereflenmeye kalktım. Mübârek Ramazan ayının hilâli Dehlide iken görüldü. Kıymetli vâlidenizin, Dehlide kalmamızı istedikleri anlaşılarak, Kur'an-ı kerimin hatmini dinlemek için orada kaldık. Âmir, Allahü teâlâdır. Dünya ve âhıret saadetinize duâ ederim.


52 ELLİİKİNCİ MEKTÛB



Bu mektûb, yine seyyid şeyh Ferîde yazılmıştır. Nefs-i emmârenin kötülüğünü ve ona mahsûs hastalığı ve ilâcını bildirmektedir:



Merhamet ederek, duâcılarınıza ikrâm eylediğiniz mübârek mektûbu okuyarak şereflendik. Allahü teâlâ, büyük ceddiniz hurmetine, ecrinizi çok, derecenizi yüksek, ilim kaynağı olan göğsünüzü geniş ve işlerinizi kolay eylesin! Allahü teâlâ, zâhirimizi ve bâtınımızı, Onun yolunda bulundursun ve duâmıza âmîn diyenleri affeylesin! Âmîn. Memurlarınız arasında, fitne koparmak, fesat çıkarmak istiyen, bozuk ruhlu kimseler bulunduğundan şikâyet ediyorsunuz. Kıymetli yavrum! İnsanların nefs-i emmâresi mevkı' almak, başa geçmek sevdâsındadır. Onun bütün arzusu, şef olmak, herkesin, kendisine boyun bükmesidir. Kendinin kimseye muhtaç olmasını, başkasının emri altına girmesini istemez. Nefsin bu arzuları, ilah olmak, mâbut olmak, herkesin kendine tapınmasını istemek demektir. Allahü teâlâya şerîk, ortak olmayı istemektir. Hattâ nefis, o kadar alçaktır ki, ortaklığa râzı olmayıp, âmir, hâkim, yalnız kendi olsun, herşey, yalnız onun emri ile olsun ister. Hadis-i kudsîde, Allahü teâlâ buyuruyor ki: (Nefsine düşmanlık et! Çünkü nefsin, benim düşmanımdır). Demek oluyor ki, nefsi kuvvetlendirmek, onun, mal, mevkı', rütbe, herkesin üstünde olmak, herkesi aşağı görmek gibi isteklerini yapmak, Allahü teâlânın bu düşmanına yardım ve onu kuvvetlendirmek olur ki, bunun ne kadar feci, korkunç bir suç olduğunu anlamalıdır. Allahü teâlâ, hadis-i kudsîde buyuruyor ki: (Büyüklük, üstünlük, bana mahsûstur. Bu ikisinde, bana ortak olmak isteyen, büyük düşmanımdır. Hiç acımadan, onu Cehennem ateşine atarım). [Görülüyor ki, mal, mevkı', rütbe, kumandanlık, şeflik gibi dünya zînetlerini, nefse uyarak değil, Allahü teâlânın emirlerini yapmak ve yaptırmak için ve millete, müslümanlara hizmet etmek için istemelidir. Bu niyet ile istemek ve bunları yapmak ibâdet olur.]

Allahü teâlânın dünyaya düşman olması, dünyanın bu kadar alçak olması, nefsi isteklerine kavuşturduğu, nefsi kuvvetlendirdiği içindir. Allahü teâlânın düşmanı olan nefse yardım eden de, elbette Allahın düşmanı olur. Peygamberimiz, fakirlikle öğünmüştür. Çünkü, fakirlik, nefsin isteklerini yaptırmaz. Onu dinlemez. Burnunu kırar. Peygamberlerin gönderilmesi ve islâmiyetin emirleri, yasakları, hep, nefsi kırmak, ezmek içindir. Onun taşkınca isteklerini önlemek içindir. İslâmiyete uyuldukça, nefsin istekleri azalır. Bunun içindir ki, islâmiyetin bir emrini yapmak, nefsin isteklerini yok etmekte, kendi düşüncesi ile yapılan binlerle senelik riyâzet ve mücâhededen daha kuvvetli te'sîr etmektedir.

[(Riyâzet), nefsin isteklerini yapmamak, (Mücâhede), nefsle uğraşmaktır. Nefsin istemediği şeyleri yapmaktır]. Hattâ islâmiyete uygun olmıyan riyâzet ve mücâhedeler nefsin isteklerini arttırır. Onu azdırır. Hindistândaki Berehmen papazları ve cûkiyye ismindeki sihirbazlar, riyâzet ve mücâhedede çok ileri gitmiş, fakat hiç faydası olmamıştır. Hattâ nefslerinin kuvvetlenmesine, azmasına sebep olmuştur.

[Hindistândaki dinsizler, dört ruhanî sınıftan en üstününe, Berehmen derler ki, Berehmânî mezhebinin reîsi demektir. Cûki, hind kâfirlerinin dervîşlerine verilen ismdir].

Meselâ, islâmiyetin emrettiği zekâttan bir kuruşu, islâmiyetin gösterdiği yere vermek, kendiliğinden, binlerce altın sadaka vermekten, hayrât yapmaktan, katkat ziyâde, nefsi tahrîb eder. İslâmiyet emrettiği için, bayram günü, oruç tutmayıp yiyip içmek, kendiliğinden, senelerle oruç tutmaktan daha faydalıdır. İki rekât sabah namazını cemaat ile kılmak sünnet olduğu için, gece sabaha kadar, nâfile namaz kılarak, sabah namazını cemaatsiz kılmaktan daha iyidir.

Hulâsa, nefis temizlenmedikçe ve şeflik, üstünlük hulyâsından kurtulmadıkça, felaketten kurtulmak imkânsızdır. Sonsuz ölüme gitmeden önce, nefsi bu hastalıklardan kurtarmağı düşünmek lâzımdır. Mübârek (Lâ ilâhe illallah) sözü, insanın içindeki ve dışındaki, bütün yalancı mâbutları koğduğu için, nefsi temizlemekte, en faydalı, en te'sîrli ilâcdır. Tasavvuf büyükleri, nefsi tezkiye etmek için, bunu söylemeyi seçmişlerdir. Fârisî beyt tercümesi:



(Lâ) süpürgesi ile, yolu temizlemezsen,

(İllallah) sarayına varamazsın!



Nefis, yoldan çıkıp, inada başlarsa, bu kelimeyi söyliyerek îmanı tâzelemelidir. Peygamberimiz (Lâ ilâhe illallah diyerek îmanınızı yenileyiniz!) buyurdu. Bunu her zaman söylemek lâzımdır. Çünkü, nefs-i emmâre, her zaman pistir. Bu güzel tevhîd kelimesinin fazîletlerini, şu hadis-i şerif bildiriyor: (Yerleri ve gökleri, terâzînin bir kefesine, bu kelime-i tevhîdi, ikinci kefesine koysalar, bu kelimenin bulunduğu kefe, elbette ağır gelir).


53 ELLİÜÇÜNCÜ MEKTÛB



Bu mektûb, yine seyyid şeyh Ferîde yazılmıştır. Âlimlerin birbirleri ile birleşmemesinin, ortalığı karıştıracağını bildirmektedir:



Allahü teâlâ, sizi, mübârek babalarınızın yolundan ayırmasın! İşitiyoruz ki, temiz kalbiniz, müslümanlığa elverişli olduğu için, dînini seven âlimlerden dördünü seçerek yanınızda bulunmalarını ve islâmiyetin emirlerini bildirmelerini, böylece islâmiyete uymayan bir şeyin yapılmamasını arzu buyurmuşsunuz. Bu habere şükrler olsun! Müslümanlara bundan daha büyük ne müjde olur? Kalbleri yanık olanlara, bundan daha tatlı, ne haber olur? Fakir [yâni İmâm-ı Rabbânî], bu hayrlı işin yaptırılması için, yanınıza gelmek istemiş ve geleceğimi, birkaç kere yazmıştım. Bunun için, şimdi de, birşeyler yazmaktan kendimi tutamıyorum. Lutfen kusura bakmayınız! (Maksat sahibi olan, deli gibidir) demişlerdir. Size arz etmek istediğim en mühim şey şudur ki, din adamları içinde, mevkı', maaş arzusunda olmıyan, yalnız islâmiyetin yayılması ve yalnız islâmiyetin kuvvetlenmesi için uğraşan, hemen hemen yok gibi olmuştur. Mevkı' almak, sandalye kapmak arzusu araya karışınca, din adamlarından herbiri, ayrı yol tutup, kendi üstünlüğünü göstermek ister. Birbirinin sözlerini beğenmez olurlar. Bu sûretle gözünüze girmeye çalışırlar. Maalesef din işi ikinci derecede kalır. Geçen senelerde müslümanların başına çöken her belâ din adamı geçinen kimseler tarafından geldi. [Göze girmek için, uydurma Kur'an tercümeleri, yanlış fetvâlar, Ehl-i sünnet âlimlerinin sözlerine uymıyan din kitapları yazdılar. Din düşmanları da, din adamı şekline girip, istedikleri gibi yazdı. İslâmiyeti, akla, fenne ve ilerlemeye uymuyormuş gibi gösterdiler.] Müslümanlar, şimdi de, böyle belâdan korkmaktayız. Dînin ilerlemesi nerede? Yine yıkılmasından endişe duyuyoruz. Allahü teâlâ müslümanları bu sahte din adamlarının şerrinden korusun! Dînini seven bir âlim bulup, seçmeniz yetişir ve büyük bir nîmet olur. Çünkü, âhıreti düşünen âlimin sözleri, yazıları, aklı, vicdânı olan herkesi yola getirir. Kalblere te'sîr eder. Fakat, şimdi böyle bir âlim nerede? Bunu bulamazsanız, diğerleri içinden, zararı en az olanı bulmaya çalışınız. (Bir şeyin hepsi ele geçmezse, hepsini de elden kaçırmamalıdır), sözü meşhûrdur. Ne yazacağımı şaşırıyorum. İnsanların saadeti, âlimlerin elinde olduğu gibi, insanları felakete, Cehenneme sürükliyenler de, din adamı şeklinde görünen, din düşmanlarıdır. Din adamlarının iyisi, insanların en iyisidir. Dîni dünya isteklerine âlet eden, herkesin îmanını bozan din adamı da, dünyanın en kötüsüdür. İnsanların saadeti ve felaketi, doğru yola gelmesi ve yoldan çıkmaları din adamlarının elindedir. Büyüklerden biri, şeytanı boş oturuyor görüp, sebebini sormuş. Şeytan demiş ki: (Bu zamanın din adamları, bizim işimizi görüyor. İnsanları yoldan çıkarmak için bize iş bırakmıyorlar). Fârisî beyt tercümesi:



Din adamı görünüp, dünya toplıyan kimse,

kendi sapıtmış yolu, gayra nasıl göstere?



Bunun için, çok düşünerek hareket ediniz! Fırsat elden çıkınca, bir daha gelmez. Size fikir vermeye utanmam lâzım idi. Fakat, bu mektûbumu, kıyâmette kurtulmaya senet bilerek yazdım. Vesselâm.

54 ELLİDÖRDÜNCÜ MEKTÛB



Bu mektûb, yine nakîb seyyid şeyh Ferîde yazılmıştır. Bid'at sahiplerini ve zararlarını, Eshâb-ı kirâmın büyüklüğünü bildirmektedir:



Allahü teâlâ, insanların Seyyidi hurmeti için, ecrinizi arttırsın. Kıymetinizi, derecenizi yükseltsin! İşlerinizi kolaylaştırsın! Kalbinizi genişletsin! İnsana Şükretmiyen kimse, Allahü teâlâya da Şükretmez. Bunun için biz fakirlerin, sizin ihsânlarınıza Şükretmemiz lâzımdır. Nasıl Şükretmiyelim ki, yüksek hocamızın, dünyaya nûr salmasına sebep siz idiniz. Sizin arkanızdan, bizlere de, orada Hak teâlâyı istemek sırası nasip olmuştu. Sonra, (Büyüklerin ölmesi ile, büyük sanıldım) dedikleri gibi, sıra bu fakire gelince, şarktan, garbdan, Hak âşıklarının, bu fakirin yanına üşüşmesi, hep sizin yardımınız ile olmaktadır. Allahü teâlâ, size, bizim tarafımızdan sonsuz mükâfâtlar, en iyi karşılıklar ihsân buyursun! Fârisî beyt tercümesi:



Vücûdümün her kılı, dile gelse de,

Şükretmiş olamam, nîmetlerine!



Allahü teâlâ mübârek ceddiniz, Peygamberlerin seyyidi hurmetine, sizi, dünyada ve âhırette, şânınıza yakışmıyan şeylerden muhâfaza buyursun! Âmîn. Mübârek sohbetinizden uzak düştüm. Nasıl kimselerle konuştuğunuzu, kimlerin yazılarını okuduğunuzu bilemiyorum. Resmî ve husûsî görüştüklerinizin, kimler olabileceğini düşünemiyorum. Fârisî beyt tercümesi:

Ciğerleri yakan bu düşünce, uykumu kaçırdı her gün,

ki, kimin âğûşuna düştün, rü'yâda kimi gördün?

İyi biliniz ki, bid'at sahibi ile konuşmak, kâfirle arkadaşlık etmekten, katkat daha fenadır. Yetmişiki türlü bid'at sahibi vardır. Bunların içinden en kötüsü, Peygamberimizin Eshâbına düşmanlık edenlerdir. Allahü teâlâ, Kur'an-ı kerimde, bunlara kâfir diyor. Sûre-i Fethin son âyetinde meâlen, (Senin Eshâbına kâfirlerin düşman olması için) buyuruldu. Kur'an-ı kerimi ve islâmiyeti bizlere bildiren, Eshâb-ı kirâmdır. Onlardan biri kötü olursa, Kur'an-ı kerim, sağlam olmaz. İslâmiyete güven kalmaz. Kur'an-ı kerimi, Osman topladı. Osman için, dil uzatılırsa, Kur'an-ı kerime dil uzatılmış olur. Zındıkların böyle îtikatlarından Allahü teâlâya sığınırız! Eshâb-ı kirâm arasındaki ayrılıklar, muharebeler, nefslerine uyarak değildi. Onların mübârek nefsleri, insanların en iyisinin sohbetinde bulunmakla, kalbleri cilâlıyan sözlerini dinlemekle, tezkiye bulmuş, emmârelikten kurtulmuştu. Nefslerinde, islâmiyete uymıyan istek kalmamıştı. Şu kadar biliyoruz ki, Emîr haklı idi, Ona karşı duranlar hatâ etti. Fakat, bu hatâları, ictihâdda yanılma idi. İctihâd hatâsı, fısk, günah değildir. Hattâ, ayblamaya bile izin yoktur. Çünkü, ictihâdda hatâ edene de, bir sevap vardır. Evet, nasipsiz Yezîd, Eshâb-ı kirâmdan değildi. Onun tâlihsizliğine karşı, kim ne diyebilir ki, hiçbir kâfirin yapmadığı işi, o bedbaht kimse yapmıştır. Ehl-i sünnet âlimlerinden bazısının, ona lânete izin vermemesi, onun işini beğendikleri için değil, belki pişman olmuş, tevbe etmiştir dedikleri içindir.

Meclis-i şerifinizde, kıymetli kitaplardan, kutb-i zaman Bendegî Mahdûm Cihâniyân kitaplarından, hergün bir miktâr okutulursa, Eshâb-ı kirâmın nasıl medh ve senâ edildiği, ismlerinin ne kadar edeble yazıldığı görülür. Böylece, o din büyüklerine dil uzatanlar, mahcûb olur, utanır. Bu kötü yolu tutmuş olan zındıklar, bugünlerde işi azıttı. Her memlekete yayılarak, Eshâb-ı kirâmı kendileri gibi sanıp, kötülüyorlar. Bunun için, birkaç kelime yazdım, ki meclis-i şerifinizde böylelere yer verilmesin!

[(İbdâ') kitabı dörtyüzüçüncü sayfasında diyor ki, (Lânet etmek ve millete, mezhebe söğmek çok çirkin, pek kötü bir bid'attir. Bunu, önce yahudiler söyledi. Müslümanlar arasında da yayıldı. Tirmüzîdeki hadis-i şerifte, (Mümin lânet etmez) buyuruldu. Hz. Muaviyenin oğlu Yezîde, Hz. Hüseyni öldürmek için emretti sanarak, lânet etmek de doğru değildir). (İhyâ) kitabında diyor ki, (Yezîdin, Hz. Hüseyni öldürdüğü veya öldürmek için emir verdiği hiç belli değildir. Belli olmıyan bir kötülüğü söylemek câiz değildir. Hele lânet etmek hiç doğru olamaz. Çünkü, bir müslümana, açıkça bilinmiyen bir günahı yüklemek câiz değildir. Hz. Hüseyni öldürene lânet olsun da denilemez. Eğer tevbe etmedi ise, lânet olsun denilebilir. Çünkü, Hz. Hamzayı şehit eden Vahşî kâfir idi. Sonra, îman etti ve tevbe etti. Buna lânet câiz olmadı.)].


55 ELLİBEŞİNCİ MEKTÛB



Bu mektûb, seyyid şeyh Abdülvehhâb-i Buhârîye yazılmıştır. Muhabbet bildirilmektedir:



Çok zamandan beri, huzurunuzda bulunanlara karşı kalbimde bir muhabbet hâsıl olmuştur. Daha önce aramızda bulunan bağlılıktan başka olan bu sevgi, bizleri uzaktan duânız ile meşgûl etmektedir. Âlemlerin efendisi ve her varlığın övündüğü, sevgili Peygamberimiz (Bir kimse din kardeşini severse, bu sevgisini ona bildirsin!) buyurdu. Fakir de sevgimi bildirmenin iyi ve uygun olduğunu gördüm. Resûlullaha yakın olanlara karşı bu sevginin hâsıl olması, kıyâmette kurtulmak Ümidimizi arttırdı. Allahü teâlâ, sizleri hep sevmemizi nasip eylesin. İnsanların efendisi hurmetine duâmızı kabûl buyursun!


56 ELLİALTINCI MEKTÛB



Bu mektûb da, şeyh Abdülvehhâba yazılmıştır. Bir seyyide yardım etmesini dilemektedir:



Bereketleri çok olan kıymetli seyyidler din ve dünya efendisinin zerrelerini taşıdıkları için, kırık kalem ve kısa dil ile hâllerini bildirmekten ve kendilerini övebilmekten çok yüksektirler. Ancak, saadete kavuşmaya sebep olacağını düşünerek bu işe kalkışılabilir. Belki de onları ağzına almakla şereflenmeyi ve onlara karşı sevgi beslemek emrini yerine getirmek için bu büyük işe kalkışılır. Yâ Rabbî! Peygamberlerin efendisi hurmeti için o sevgilileri, bizim de sevmemizi nasip eyle!

Bu mektûbu getiren Mîr Seyyid Ahmed, Sâmâne şehri seyyidlerindendir. İlm öğrenmekte, islâmiyete sımsıkı sarılmaktadır. Geçim sıkıntısından dolayı oraya gelmiştir. Yüksek kapınızda yer varsa, kendisi çok yakışır ve uygun olur. Eğer yer yoksa, sevenlerinizden birine gönderirseniz, geçim sıkıntısından kurtarılmış olur. Hizmetçilerinizin fakirlere ve muhtaçlara olan yardımlarını iyi bildiğimden, hele çok kıymetli seyyidlerin imdâdına yetişilmesi için birkaç kelime yazmaya kalkıştım. Yola çıkarken izin almak saadetine kavuşamadı ise de, bizi sevenlerdendir. Allahü teâlâ sevgisini ve ihlâsını arttırsın! Daha uzun yazmak saygısızlığından çekindim.


57 ELLİYEDİNCİ MEKTÛB



Bu mektûb, şeyh Muhammed Yûsüfe yazılmıştır. Nasihat etmektedir:



Allahü teâlâ, Peygamberlerin efendisi hurmeti için sizi kıymetli babalarınızın yolunda bulundursun! Yüksek hânedânınıza bağlı olanların hepsine yükseklik miras olarak gelmektedir. Öyle yaşayınız ki, bu mirası kazanmak hakkına kavuşabilesiniz. Zâhirinizi islâmiyetin zâhiri ile, bâtınınızı da, islâmiyetin bâtını ile yâni hakîkat ile süsleyiniz! Çünkü, hakîkat ve tarîkat, islâmiyetin hakîkatindendirler. Tarîkat ise, o hakîkatin kendisidir. Yanlış anlamamalı! İslâmiyeti başka, tarîkatı ve hakîkatı başka sanmamalıdır. Böyle söylemek ilhâd ve zındıklıktır. Bu fakirin size karşı duygusu çok iyidir. Birkaç rü'yâ, vak'a buna şâhittir. Rahmete kavuşmuş olan yüksek babanıza bunu biraz duyurmuştum. Ayrıca bildireyim ki, şeyh Abdülganî islâmiyete çok bağlıdır. Yaradılışta iyi bir kimsedir. İşlerinizden birini yaparak yüksek hizmetinizde bulunmak isterse, ihsân buyurunuz! Vesselâm, vel ikrâm.


58 ELLİSEKİZİNCİ MEKTÛB



Bu mektûb, seyyid Mahmûda gönderilmiştir. Tasavvuf büyüklerinin yolunu ve Eshâb-ı kirâmın şânının yüksekliğini bildirmektedir:



Kıymetli iltifâtnâmenizi almakla şereflendik. Büyüklerimizin yazılarını zevkle okuduğunuzu anlayınca, birkaç kelime yazarak göndermek Îcap etti. Böylece, suâliniz cevaplandırılmış ve arzumuza teşvîk edilmiş olur.

Yavrum! Büyüklerimizin seçtiği tasavvuf yolu, yedi basamaktır. Nitekim, insan da, yedi ayrı cevherden yapılmıştır. Bu basamaklardan ikisi, beden ile nefsin yolu olup, âlem-i halktandırlar. Beş basamak ise, âlem-i emirdendir ve kalb, ruh, sır, hafî ve ahfânın yoludur. Bu yedi basamaktan her biri geçildikçe, nûrdan ve zulmetten, onbin perde açılır. Nitekim, (Allahü teâlâ ile kul arasında nûrdan ve zulmetten, yetmişbin perde vardır) buyurulmuştur. Âlem-i emirde olan birinci basamakta, Allahü teâlânın (Sıfât-ı ef'âliyye)si tecellî eder. İkinci basamakta (Sıfât-i hakîkıyye)si tecellî eder. Üçüncü basamakta, Zat-i ilâhînin tecellîleri başlar. Erbâbına saklı olmadığı gibi bu tecellîler artar. Sâlik, her basamakta, kendinden uzaklaşır ve Hak teâlâya yaklaşır. Yedi basamak bitince, yakînlik de tamam olur. Fena ve Bekâ ile şereflenir. Vilâyet-i hâssa denilen makama erişir. Büyüklerimiz, bu yola Âlem-i emirdeki basamaktan başlıyor. Bu beş basamağı aşarken, Âlem-i halkı da aşıyorlar. Başka tasavvuf büyükleri ise, önce Âlem-i halktan başlıyor. Bu iki basamağı atlamak için senelerle uğraşıyorlar. Bunun için, büyüklerimizin yolu, en kısa yoldur. Başkalarının sonda kavuştuklarını, bu büyükler, başlangıçta ele geçirir. Fârisî mısra' tercümesi:



Gül bahçemi gör de behârımı anla!



Bu büyüklerin yolu Eshâb-ı kirâmın yoludur. Hayr-ül-beşerin sohbetinde [ve mübârek nazarları karşısında] bir kere bulunmakla, Eshâb-ı kirâmdan herbiri, öyle bir dereceye yükselirdi ki, onlardan sonra gelen Evliyânın en büyüklerinden pek azı, en son olarak, bu dereceye yükselebilmişlerdir. Bundan dolayı, Uhud gazvesinde Hz. Hamzanın şehit olmasına sebep olan Vahşî îman edip, bir kere Peygamberin huzurunda bulunduğu için, Tâbiînin en üstünü olan Veysel Karânîden eftal olmuştur. [Bunun için, Vahşîye dil uzatmamalıdır. Şarap içip, had olarak sopa vuruldu sözü doğru değildir.] Büyük islâm âlimi Abdüllah ibni Mübâreke, (Muaviye ile Ömer bin Abdülazîzden hangisi eftaldir?) diye soruldukta, (Resûlullahın yanında giderken Muaviyenin bindiği atın burnuna giren toz, Ömer bin Abdülazîzden yüzlerce daha kıymetlidir) buyurdu. [Eshâb-ı kirâm onlardır ki, Allahü teâlâ onları Habîbinin meclisine, sohbetine lâyık olarak halk etmiştir.]

Büyüklerimiz, Eshâb-ı kirâmın yolunda yürüdüklerinden, başkalarının, en sonda vardıkları derecelere, daha başlangıçta ermişlerdir. Bu yolun sonunun nasıl olacağını, bundan anlamalıdır. Bu büyüklerin, nihâyette eriştikleri dereceleri kim anlıyabilir. Fârisî iki beyt tercümesi:



Dil uzatırsa, bunlara, eğer bir câhil,

Allah korusun! Ağza almam sözlerini,

Cihân arslanları, bu zincire bağlıdır,

Kurnaz tilki, nasıl koparır bu zinciri?



Allahü teâlâ bizleri ve sizleri, bu büyükleri sevmekle şereflendirsin! Âmîn.


59 ELLİDOKUZUNCU MEKTÛB



Bu mektûb, yine seyyid Mahmûda yazılmıştır. Ehl-i sünnet vel cemaate uymıyanların, Cehenneme girmekten kurtulamıyacağı bildirilmektedir:



Hak teâlâ, hepimize islâmiyet yolunda yürümek ihsân eylesin. Kendisine esîr eylesin! Kıymetli mektûbunuz ve tatlı yazılarınız, bu fakirleri çok sevindirdi. Büyüklerimize olan sevginizi ve onlara karşı ihlâsınızı okumakla mesrûr olduk. Allahü teâlâ, bu nîmetini daha arttırsın! Nasihat istiyorsunuz. Yavrum! Sonsuz kurtuluşa kavuşabilmek için, üç şey, muhakkak lâzımdır: İlm, amel, ihlâs. İlm de, iki kısmdır: Birisi yapılacak şeyleri öğrenmektir ki, bunları öğreten ilme (Fıkh ilmi) denir. İkincisi, îtikat edilecek, kalb ile inanılacak şeylerin bilgisidir ki, bunları bildiren ilme (İlm-i kelâm) denir. İlm-i kelâmda Ehl-i sünnet vel cemaat âlimlerinin, Kur'an-ı kerimden ve hadis-i şeriflerden anladığı bilgiler vardır. Cehennemden kurtulan, yalnız bu âlimlerdir. Bunlara uymıyan, Cehenneme girmekten kurtulamaz. Bu büyüklerin bildirdiği îtikattan kıl ucu kadar ayrılmanın, büyük tehlike olduğu, Evliyânın keşfi ve kalblerine gelen ilhâm ile de anlaşılmaktadır. Yanlışlık ihtimali yoktur. Ehl-i sünnet âlimlerine uyanlara, onların yolunda bulunanlara müjdeler olsun. Onlara uymıyanlara, yollarından sapanlara, onların bilgilerini beğenmiyenlere ve aralarından ayrılanlara, yazıklar olsun! Ayrıldılar, başkalarını da saptırdılar. Müminlerin Cennette Allahü teâlâyı göreceklerine inanmıyanlar oldu. Kıyâmet günü, iyilerin, günahlılara şefaat edeceklerine inanmıyanlar oldu. Eshâb-ı kirâmın kıymetini ve yüksekliğini anlamıyanlar ve Ehl-i beyt-i Resûlü sevmiyenler oldu.

Ehl-i sünnet âlimleri diyor ki: (Eshâb-ı kirâm kendileri arasında, en yükseği, Hz. Ebû Bekr-i Sıddîk olduğunu sözbirliği ile söylemiştir). Ehl-i sünnet âlimlerinden, Eshâb-ı kirâm üzerindeki bilgisi çok kuvvetli olan, imam-ı Muhammed bin İdrîs-i Şâfi'î, buyuruyor ki: (Fahr-i âlem âhıreti şereflendirdiği zaman, Eshâb-ı kirâm, aradı, taradı, yeryüzünde Hz. Ebû Bekr-i Sıddîktan daha üstün birini bulamadı. Onu halîfe yapıp emrine girdiler). Bu söz, Hz. Ebû Bekr-i Sıddîkın, Sahâbenin en üstünü olduğunda, müttefik olduklarını göstermektedir. Yâni Eshâb-ı kirâmın en yükseği olduğunda icmâ-i ümmet bulunduğunu göstermektedir. İcmâ'-i ümmet ise senettir, şüphe olamaz.

Ehl-i beyt için ise, (Ehl-i beytim, Nuh aleyhisselâmın gemisi gibidir. Binen kurtulur, binmiyen boğulur) hadis-i şerifi yetişir. Büyüklerimizden bazısı buyurdu ki, Peygamberimiz, Eshâb-ı kirâmı yıldızlara benzetti. Yıldıza uyan, yolu bulur. Ehl-i beyti de, gemiye benzetti. Çünkü gemide olanın, yıldıza göre yol alması lâzımdır. Yıldızlara göre yürümezse, gemi sâhile kavuşamaz. Görülüyor ki, boğulmamak için, hem gemi, hem yıldız lâzım olduğu gibi, Eshâb-ı kirâmın hepsini ve Ehl-i beytin hepsini sevmek, saymak lâzımdır. Birini sevmemek, hepsini sevmemek olur. Çünkü, insanların en iyisinin sohbeti ile şereflenmek fazîleti, hepsinde vardır. Sohbetin fazîleti ise, bütün fazîletlerin üstündedir.

[(Sohbet), bir kere de olsa, berâber bulunmak demektir. (Hazânetürrivâyât)da diyor ki, (Din âliminin bir saat kadar sohbetinde bulunmak, yediyüz sene ibâdet etmekten daha hayrlı olduğu (Mudmerât)da yazılıdır. Emîr-ül-müminin Ali vasıyetlerinden birinde diyor ki, Resûlullahdan işittim. Buyurdu ki, (Kırk gün içinde bir âlim meclisinde bulunmıyan bir kimsenin kalbi kararır. Büyük günah işlemeye başlar. Çünkü ilim kalbe hayat verir. İlmsiz ibâdet olmaz. İlmsiz yapılan ibâdetin faydası olmaz!). (Künûz-üd-dekâ'ık)daki hadis-i şerifte, (Âlimin yanında bulunmak ibâdettir) ve (Fıkh ilmi meclisinde bulunmak, bir senelik ibâdetten daha hayrlıdır) ve (Evliyâyı görünce, Allah hâtırlanır) ve (Herşeyin kaynağı vardır. Takvânın menba'ı, âriflerin kalbleridir) ve (Âlimin yüzüne bakmak ibâdettir) ve (Onlarla birlikte bulunan kötü olmaz!) ve (Ümmetimin âlimlerine hurmet ediniz! Onlar yeryüzünün yıldızlarıdır) buyuruldu. Bu hadis-i şerifler gösteriyor ki, hayatta hakîkî rehber islâm âlimleridir].

İşte bunun için, Tâbiînin en üstünü olan Veysel Karânî, Eshâb-ı kirâmın en aşağısının derecesine yetişememiştir. [Peygamberimizi îmanı var iken görenlere (Eshâb) denir. Göremiyen, fakat Eshâbdan birini görenlere (Tâbiîn) denir.] Hiçbir üstünlük, sohbetin üstünlüğü kadar olamaz. Çünkü, sohbete kavuşanların [yâni Eshâb-ı kirâmın] îmanları, sohbetin bereketi ve vahyin bereketi sâyesinde, görmüş gibi kuvvetli îman olur. Sonra gelenlerden hiçbir kimsenin îmanı, bu kadar yüksek olmamıştır. Ameller, ibâdetler, îmana bağlıdır ve yükseklikleri, îmanın yüksekliği gibi olur.

Eshâb-ı kirâm arasındaki uygunsuzluklar ve muhârebeler iyi düşünceler ve olgun görüşler ile idi. Nefsin arzuları ile ve cehâlet ile değildi. İlm ile idi. İctihâd ayrılığından idi. Evet bir kısmı ictihâdda hatâ etmişti. Fakat, Allahü teâlâ, ictihâdda hatâ edene, yanılana da, bir sevap vermektedir.

İşte, Eshâb-ı kirâm için, Ehl-i sünnet âlimlerinin tuttuğu yol, bu orta yoldur. Yâni, taşkınlık da, gevşeklik de etmeyip, doğruyu söylemişlerdir. En sâlim ve sağlam yol da budur.

[Şî'îler, Ehl-i beyti sevmekte taşkınlık yaptılar. Ehl-i beyti sevmek için, üç halîfeyi ve bunlara bî'at eden Eshâbın hepsini sevmemek, hepsine düşman olmak lâzımdır dediler. Hâricîler, yâni Yezîdîler ise, bu sevgide gevşeklik yaptılar. Ehl-i beyte düşman oldular].

İlmi ve ameli, islâmiyet gösterir. İlmin ve amelin ruhu gibi, kökü gibi olan ihlâsı elde etmek için, tasavvuf yolunda ilerlemek lâzımdır. (Seyr-i ilallah) yâni Allahü teâlâya doğru olan yol gidilmedikce, (Seyr-i fillah) hâsıl olmadıkça, tâm ihlâs elde edilemez. Muhlislerin olgunluğuna kavuşulamaz. Evet, müminlerin hepsi bazı ibâdetlerinde, az da olsa, güçlükle ihlâs elde edebilir. Bizim dediğimiz ise, her sözde, her işte, her harekette ve hareketsizlikte, her zaman, kendiliğinden kolayca hâsıl olan ihlâstır. [(İhlâs), hâlis, temiz etmek, niyeti temizlemek, yalnız Allah için yapmak demektir.] Böyle ihlâsın hâsıl olması için, Allahü teâlâdan başka, enfüsî ve âfâkî, hiçbir şeye tapınmamak, bir şeye düşkün olmamak lâzımdır. Bu da, ancak fena ve bekâdan ve vilâyet-i hâssaya kavuştuktan sonra, ele geçen bir devlettir. Güçlükle ele geçen ihlâs, devam etmez, biter. Zahmet çekmeden ele giren ihlâs, devamlıdır ve Hakk-ul-yakîn mertebesinde hâsıl olur. İşte, bu mertebeye varan Evliyâ ne yaparsa, yalnız Allahü teâlâ için yapar. Nefsleri için, birşey yapmaz. Çünkü, nefsleri, Allah için feda olmuştur.

İhlâs elde etmeleri için, niyet etmelerine lüzûm yoktur. Bunlar Fena-fillah ve Bekâ-billah derecelerine yükselince niyetleri doğrulmuştur. Bir kimse, nefsine uyduğu günlerde, herşeyi nefsi için yaptığı, bunun için niyet etmesine lüzûm olmadığı gibi, nefsine uymaktan kurtulup, Allahü teâlâya tutulunca, herşeyi Allahü teâlâ için yapar. Niyet etmesine hiç lüzûm olmaz. Şüpheli olan şeylerde niyet edilir. Belli olan şeyleri, niyet ederek, belli etmeye lüzûm yoktur. Bu, öyle bir nîmettir ki, Allahü teâlâ dilediği kullarına verir. Devamlı ihlâs sahiplerine (Muhlas) denir. İhlâsı devamsız olup, ihlâs elde etmek için uğraşanlara (Muhlis) denir. Muhlaslar ile muhlisler arasında çok fark vardır. Tasavvuf yolunda ilerliyenlerin, ilimde ve amelde de kazançları olur. Başkalarına, çalışmakla, öğrenmekle, anlamakla, hâsıl olan, kelâm ilminin bilgileri, bunlara keşf yolu ile hâsıl olur. Ameller ibâdetler kolayca, seve seve yapılıp nefsten ve şeytandan hâsıl olan tenbellik ve gevşeklik kalmaz. Günahlar, haram olan şeyler, çirkin, iğrenç görünür. Fârisî mısra' tercümesi:



Bu büyük nîmeti, bakalım kime verirler?



Sonsuz selâm ederim.

60 ALTMIŞINCI MEKTÛB



Bu mektûb, yine seyyid Mahmûda yazılmış olup, Allahü teâlâdan başka, birşey düşünmemeyi bildirmektedir:



Hak teâlâ, hepimizi, her an kendinin esîri olmak şerefine kavuştursun! Hakîkî kurtuluş, Ona esîr olmak, tutulmaktır. Ondan başka birşey düşünmemek, hâtıra birşey getirmemek, büyüklerimizin yolunda, pek kolay hâsıl olmaktadır. Hattâ, bu yolun büyüklerinden birkaçı, kırk gün çile çekmiş, kırk gün sonra, hâtırlarına dünya düşünceleri gelmez olmuştur. Hâce-i Ahrâr buyurdu ki, (Yok edilmesi lâzım gelen, dünya düşünceleri, dâimâ Allahü teâlâ ile olmaya mani olan düşüncelerdir. Yoksa bütün düşünceleri yok etmek lâzım değildir). Bu büyüklerin sevgisi ile dolu olan bir dervîş [yâni, İmâm-ı Rabbânî], (Rabbinin nîmetlerini say!) emrine uyarak, kendi hâlini şöyle bildirir ki, kalbden, düşünceler, o kadar yok olmuştur ki, meselâ bu kalbin sahibi Nuh aleyhisselâmın ömrü kadar [yâni Peygamberliği zamanı olan dokuzyüzelli (950) sene] yaşasa, bu kadar zamanda kalbine bir düşünce gelmez. Bunun için uğraşmasına lüzûm olmaz. Çünkü, uğraşmakla olan şey, devamlı olmaz. Belki kalbine bir düşünce getirmek için senelerle uğraşsa, getiremez. Çile çekmek, uğraşmak demektir. Uğraşmak, tarîkatta olur. Hakîkat ise güçlük çekmekten, uğraşmaktan kurtulmaktır. (Yâd-i gird) tarîkatta olur. (Yâd-i dâşt) hakîkattadır. Düşüncelerin yok edilmesi, uğraşmakla olursa, devam edemez. On gün, kırk gün, bir yerde kapanıp çile çekmekle, düşünceler, devamlı yok edilemez ve Allahü teâlâ ile berâberlik, devamlı olamaz. Çünkü, uğraşmak tarîkatta olur. Tarîkatta kazanılanlar ise, devamlı olamaz, tükenir. Hakîkatta devam bulunmasına sebep, hakîkatta, uğraşmak olmadığı içindir. Uğraşmak bulunan bir mertebede, sâlike, dünya düşüncesi gelince, Allahü teâlâya olan teveccühü, bağlılığı bozar. Bu yolun başında bulunan sâliklerde hâsıl olan, devamlı teveccüh, başkadır. Yukarda bildirilen devamlı teveccühe (Yâd-i dâşt) denir ki, en yüksek mertebedir. Hâce Abdülhâlık-ı Goncdevânî buyurdu ki, (Yâd-i dâşttan sonra, mertebe yoktur, ötesi cehâlettir).

Tasavvuf hâllerini anlatmaya sebep, bu yolun talebesini teşvîktir. Evet, bu yola inanmıyanın, bu yazılara, boş lâf diyeceğini biliyoruz. Bazılarına doğru yolu gösterir. Bazılarının da, büsbütün sapıtmasına sebep olur. Fârisî iki beyt tercümesi:



Masal diye okuyan için, masaldır.

Kıymetini anlıyana, tükenmez hazînedir.

Nil nehri çingeneye kan göründü.

Mûsâ aleyhisselâma ise, sâf sudur.


61 ALTMIŞBİRİNCİ MEKTÛB



Bu mektûb, yine seyyid Mahmûda yazılmıştır. Olgun üstâd bulup, câhil şeyhlerden kaçmak lâzım olduğunu bildirmektedir:



Allahü teâlâ, kendini aramak arzusunu arttırsın. Ona kavuşmaya mani olan şeylerden sakınmak nasip eylesin! Lutf ettiğiniz kıymetli mektûb geldi. Allahü teâlâyı istemekte, Onun için yanıp yakılmakta olduğunuzu bildirdiği için, çok hoşa gitti. Çünkü, istemek, kavuşmanın müjdecisidir. Yanıp yakılmak da, kavuşmanın başlangıcı demektir. Büyüklerden biri buyuruyor ki, (Vermek istemeseydi, istek vermezdi). İstek nîmetinin kıymetini bilip, bunun elden kaçmasına sebep olacak şeylerden sakınmalıdır. İsteğin gevşememesine ve ateşin soğumamasına dikkat etmelidir. Bu nîmetim elden çıkmamasına en çok yarayan şey, buna Şükretmektir. Çünkü, sûre-i İbrâhîm yedinci âyetinde meâlen, (Nîmetlerime Şükrederseniz, elbette arttırırım) buyuruldu. Hem Şükretmek, hem de, Ona sığınmak ve başka birşeyi sevmemek için ağlamak yalvarmak lâzımdır. İçten, ağlamak, yalvarmak gelmezse, kendini zorlamalıdır. (Ağlamazsanız kendinizi ağlatınız!) demişlerdir. Kâmil ve mükemmil bir zâtı [yâni yetişmiş ve yetiştirebileni] buluncıya kadar, bu isteği, bütün sıcaklığı ile kalbinizde saklamak lâzımdır. Böyle birisi ele geçerse, bütün arzuları, istekleri, onun eline bırakmalı, ölü yıkayıcının elinde teneşirdeki meyyit gibi olmalıdır. Önce (Fena-fişşeyh)dir. Bu Fena, sonra (Fillah) hâline döner. [Yâni, tasavvuf yolunun sonuna ermiş ve başkalarını da erdirmek için geri dönüp, herkes gibi görünen, bir kâmil bulunca, ona teslim olmalı. Önce, kendini onda yok etmeli, yâni kendine değil, ona uymalı. Böyle olan kimse, yavaş yavaş, Allahü teâlâda yok olur. Yâni kendi arzuları aradan kalkıp, Allahü teâlânın irâdesi ile hareket eder. Kendi irâdesi kalmaz.] Allahü teâlâdan alıp insanlara verecek zâtın, iki tarafı olmak lâzımdır. İnsan çok âdî, kötü sıfatlı olduğundan, Allahü teâlâ ile münâsebeti olamaz. İki taraflı bir aracı lâzımdır ki, bu da (İnsan-ı kâmil)dir.

Tâlibin isteğini gevşeten, ateşini söndüren, en kötü şey, nâkıs olan, yolu bitirmemiş olan kimseye teslim olmaktır. Nâkıs demek, sülûk ve cezbe ile yolu tamamlamayıp, kendisine şeyh, mürşid ismini veren kimse demektir. Nâkıs şeyhlerin sohbeti semm-i kâtildir. Ona teslim olan, felakete gider. Böyle sohbetler, tâlibin yüksek isti'dâdını, kâbiliyyetini bozar. Meselâ, bir hasta, mütehassıs olmıyan, icâzeti bulunmıyan bir tabîbin ilâcını içerse, iyi olmak şöyle dursun, hastalığı artar. İyi olmak kâbiliyyeti de bozulur. O ilâc, önce, ağrıları durdurabilir. Fakat, sinirleri bozduğu, zarar yaptığı için ağrı duyulmaz. Bu hâl, iyilik değil, kötülüktür. Bu hasta hakîkî bir tabîbe giderse, bu tabîb, önce o ilâcın zararlarını gidermeye uğraşır. Ondan sonra hastalığı tedâvîye başlar.

Bizim büyüklerimizin yolunun esası sohbettir. Tasavvuf büyüklerinin birkaç sözünü ezberleyip, söylemekle birşey ele geçmez. Hattâ, tâliblerin isteğinde gevşeklik yapar. Marifetler sahibi şeyh Tâc, size yakın bulunmaktadır. Onun mübârek vücûdü, oradaki müslümanlar için büyük bir nîmettir. Onunla münâsebetiniz azdır. Münâsebet olmayınca, istifâde olmaz. Ara sıra, hâlinizi yazarsanız, cevabında kusur etmeyiz. Böylece sevgi, ihlâs zinciri harekete getirilmiş olur.



Hak teâlâ, intikâmını yine kul ile alır.

Bilmiyen (ilm-i ledünnî) anı kul yaptı sanır.

Cümle eşya Hâlıkındır, kul elîle işlenir.

Emr-i Bârî olmayınca, sanma bir çöp deprenir!


62 ALTMIŞİKİNCİ MEKTÛB



Bu mektûb, Mirza Hüsâmeddîn-i Ahmed cenâbına yazılmıştır. Cezbe ve sülûk anlatılmaktadır:



Allahü teâlâya hamd olsun. Onun sevdiği, seçtiği kimselere selâm olsun! Tasavvuf yolu iki kısmdır: Cezbe ve sülûk. Bunlara tasfiye ve tezkiye de denir. [(Sülûk), uğraşarak ilerlemektir. (Cezbe) çekip götürülmektir.] Sülûktan önce olan cezbenin, yâni tezkiyeden önce olan tasfiyenin kıymeti yoktur. Sülûk tamamlandıktan sonra olan cezbe yâni tezkiyeden sonra olan tasfiye lâzımdır ve seyr-i fillahda hâsıl olur. Önce olan cezbe ve tasfiye, sülûkü kolaylaştırmaya yarar. Sülûk olmadan, maksada kavuşulamaz. Yol tamam gidilmedikçe, cemâl-i ilâhî görünmez. Önceki cezbe, sonra olan cezbenin sûreti, nümûnesi gibidir. Hakîkatta, birbirinden başkadırlar. Büyüklerimizin, (Sonda olan şeyler, başlangıçta yerleştirilmiştir) sözünden maksat, (Nihâyetin sûreti, görünüşü yerleştirilmiştir) demektir. Nihâyetin kendisi, başlangıca sığabilir mi? Elbet sığmaz. Nihâyet, başlangıca, hiç benzemez. O hâlde sûretten, hakîkata geçmek lâzımdır. Hakîkati bırakıp, sûretle oyalanmak, uzakta kalmak, ilerliyememektir. Allahü teâlâ, hepimizi sûretten kurtarıp, hakîkata kavuştursun! Âmîn.

63 ALTMIŞÜÇÜNCÜ MEKTÛB



Bu mektûb, nakîb seyyid şeyh Ferîde yazılmıştır. Peygamberlerin hep, aynı îmanı söyledikleri bildirilmektedir:



Allahü teâlâ bizi ve sizi kerim olan babalarınızın yolundan ayırmasın! Babalarınızın en üstününe ve geri kalanların hepsine selâmlar olsun!

Allahü teâlâ, Peygamberler vâsıtası ile, insanlara, sonsuz kurtuluş yolunu göstermiş ve sonsuz azâbdan kurtarmıştır. Eğer Peygamberlerin mübârek vücûdları olmasaydı, Allahü teâlâ zâtını ve sıfatlarını kimseye bildirmezdi. Kimsenin, Allahü teâlâdan haberi olmazdı. Kimse Ona yol bulamazdı. Allahü teâlânın emirleri ve yasakları bilinemezdi. Allahü teâlâ ganîdir. Yâni hiçbir şeye muhtaç değildir. İnsanlara acıdığı için, insanlara iyilik ederek, emir ve yasakları göndermiştir. Emirlerin ve yasakların faydaları insanlaradır. Allahü teâlâya hiç faydaları yoktur. Allahü teâlânın, bunlara ihtiyacı yoktur. Peygamberler olmasaydı, Allahü teâlânın beğendiği şeyler ve beğenmediği şeyler belli olmaz, birbirinden ayrılamazdı. O hâlde, Peygamberlerin gönderilmesi, pek büyük nîmettir. Bu nîmetim şükrünü hangi dil söyliyebilir. Kim, bu şükrü yapabilir? Bize nîmetlerini gönderen, bizlere islâm dînini bildiren, bizleri Peygamberlere inanmak saadetine kavuşturan Rabbimize hamd ederiz.

Bütün Peygamberlerin dinlerinin aslı, temeli birdir. Başka başka değildir. Hep aynı şeyi söylemişlerdir. Allahü teâlânın zâtı ve sıfatları için, (Haşr) [mezardan kalkınca, arasat meydanında toplanmak] ve (Neşr) [hesaptan sonra Cennete ve Cehenneme gitmek, dağılmak] için ve Peygamberler için ve melek gönderilmesi için ve melekle kitaplar gönderilmesi için, Cennetin sonsuz nîmetleri ve Cehennemin sonsuz azâbları için söyledikleri hep aynıdır. Sözleri birbirine uygundur. Helâl, haram ve ibâdetler için olan sözleri, yâni fürû'âta âid sözleri ise, başka başkadır, birbirine uymaz.

Allahü teâlâ, bir vakit, o vaktin insanları için, zamanlarına ve hâllerine uygun emirleri, bir ülül'azm Peygambere göndermiş ve o insanların, buna uymalarını emir buyurmuştur. Birçok sebepler, faydalar için, Allahü teâlâ, ahkâm-ı şer'ıyyede değişiklikler yapmaktadır. Çok defa, din sahibi, aynı bir Peygambere, başka başka zamanlarda, birbirine uymıyan emirler göndermiştir. Yâni, önceki emirleri, sonradan nesh etmiş, değiştirmiştir.

Bütün Peygamberlerin, söz birliği ile söylediği hiç değişmiyen sözlerden biri, Allahü teâlâdan başka, bir şeye ibâdet etmemek, Allahü teâlâya şerîk, ortak yapmamaktır. Mahlûklardan bazısını, başkalarına rab, mâbut yapmamaktır. Bu sözü, yalnız Peygamberler söylemiştir. Onların yolunda gidenlerden başka, hiç kimse bu devletle şereflenmemiştir. Peygamberlerden başkaları, bu sözü söylememiştir. Peygamberlere inanmıyanlardan bir kısmı, Allahü teâlânın bir olduğunu söylemişse de, bunlar, yâ müslümanlardan işiterek söylemiş veya varlığı lâzım olan, birdir, demiştir. İbâdet olunacak, yalnız Odur dememişlerdir. Hâlbuki müslümanlar hem varlığı lâzım olan, hem de ibâdet olunmaya hakkı olan birdir, demektedir. (Lâ ilâhe illallah) demek, ibâdet olunacak, Allahü teâlâdan başka hiçbir şey yoktur. İbâdet ancak Ona yapılır, demektir.

Bu büyüklerin birlikte söyledikleri ikinci söz, kendilerini, herkes gibi insan bilir, yalnız Hak teâlâya ibâdet olunur derler. Herkesi, yalnız Ona ibâdet etmeye çağırırlar. Hak teâlâ, hiçbir şeyle birleşmemiştir. Hiçbir maddede yerleşmemiştir derler. Peygamberlere inanmıyanlar ise, böyle söylememiş, hattâ, başta bulunanlar, kendilerine taptırmak istemiş, Hak teâlâ bize hulûl etti, bizdedir demişlerdir. Böylece, kendilerine ibâdet olunmak lâzım geldiğini, ilah olduklarını söylemekten sıkılmamışlardır. Kendileri, kulluk vazîfelerinden çekilerek, her türlü çirkin, kötü şeyleri yapmışlardır. İlah oldukları için, kendilerinin sorumsuz olduklarını, herşeye tecâvüz edebileceklerini, kendilerine hiçbir şeyin yasak olmıyacağını sanmışlardır. Her sözlerinin doğru olduğunu, hiç yanılmıyacaklarını, her istediklerini yapabileceklerini sanarak aldanmışlar, milleti de, aldatmışlardır. Böyle alçaklara lânet olsun! Bunlara aldanan ahmaklara, yazıklar olsun!

Peygamberlerin sözbirliği ile bildirdikleri birşey de, kendilerine melek geldiğini söylemişlerdir. Peygamberlere inanmıyanlardan hiçbiri, bu devlete kavuşmamıştır. Melekler, muhakkak mâsumdur. Yâni vazîfelerini elbette doğru yapar. Hiç yanılmaz ve hiç kötü, pis değildirler. Vahyi, değiştirmeden, unutmadan getirirler. Allahü teâlânın kelâmını taşırlar.

İşte, Peygamberlerin her sözü, Hak teâlâdandır. Her getirdikleri emr, haber, hep Hak teâlâdandır. İctihâd ettikleri her söz de, vahy ile sağlamlaştırılmıştır. İctihâdlarında ufak şaşırsalar, Hak teâlâ, hemen vahy göndererek düzeltir. Hâlbuki, Peygamberlere inanmayıp, kendilerini ilah, tanrı tanıtan, sizi, biz yarattık, biz kurtardık, deyip kendilerine taptıran kâfirlerin her sözü kendilerindendir. Sözlerini doğru sanırlar. O hâlde, insâf edelim! Ahmak, câhil bir kimse, kendini ilah, tanrı sanıp, kendine tapınmasını emreder, her kötü zararlı işi yaparsa, buna inanılır mı? Onun yolunda gidilir mi? Fârisî mısra' tercümesi:

Senenin nasıl mahsûl vereceği, behârından belli olur.

Bu kadar uzun anlatmamıza sebep, açıkça anlaşılmak içindir. Yoksa, hak bâtıldan, nûr zulmetten ayrıdır. Nitekim Allahü teâlâ İsrâ sûresi seksen birinci âyet-i kerimesinde meâlen, (Hak gelince, bâtıl gider, bâtıl her zaman gidicidir) buyuruyor. Yâ Rabbî, bizleri, o büyüklerin yolunda bulundur! Âmîn.

Seyyid Meyân pîr Kemâli iyi tanırsınız. Bu husûsta birşey yazmamıza lüzûm yok. Şu kadar var ki, bu fakir, bir müddetten beri onun yakınlığından haz duyuyorum. Kapınızın eşiğini öpmek arzusunda idi. Amma şu sıralarda hasta olup, yatağa düşmüştür. Düzelince hizmet ve huzurunuza kavuşacaktır.

64 ALTMIŞTÖRDÜNCÜ MEKTÛB



Bu mektûb, yine nakîb seyyid şeyh Ferîde yazılmıştır. Cismin ve ruhun lezzet ve elemlerini bildirmekte ve cisme olan musîbet ve acılara, sabr tavsıye edilmektedir:



Allahü teâlâ, sizi her sıkıntıdan korusun! Dünya ve âhıretin efendisinin hurmetine dünya ve âhıretin iyiliklerine kavuştursun!

Dünya lezzetleri ve elemleri iki türlüdür: Birisi cismin, ikincisi ruhun lezzetleri ve acılarıdır. Cisme lezzet veren herşey, ruha elem verir. Cismi inciten herşey, ruha tatlı gelir. Görülüyor ki, ruh ile ceset, birbirinin nakîzi, aksidir. Fakat, bu dünyada ruh, cism derecesine düşmüş ve cismle birleşmiş, kendini cisme kaptırmıştır. Ruh, cism hâlini almış, ona lezzet veren şeylerden lezzet duymaya ve cisme acı gelen şeylerden elem duymaya başlamıştır. İşte avâm, yâni câhil halk böyledir. Vettîn sûresinin, (Onu [ruhu], sonra en aşağı dereceye indirdik) meâlindeki âyet-i kerimesi bunların hâlini göstermektedir. Bir kimsenin ruhu, eğer bu esîrlikten, bu bağlılıktan kurtulmaz, kendi derecesine yükselmez, kendi vatanına kavuşmaz ise, ona yazıklar, binlerle yazıklar olsun! Fârisî iki beyt tercümesi:

Mahlûkların en yükseği insandır.

O makamdan mahrum kalan da, odur.

Bu yoldan, eğer geri dönmezse,

Ondan daha mahrum, olmaz kimse.

İşte, ruhun hastalıklarından biri, elemini lezzet sanması, lezzetini elem anlamasıdır. Onun bu hâli, mi'desi hasta bir kimseye benzer ki, bu kimse safrası bozuk olduğundan, tatlıyı acı sanır. Bu kimseyi tedâvî etmek lâzım olduğu gibi, ruhu da, bu hastalıktan kurtarmak, akıl îcâbıdır. Ruhun tedâvî edilerek cismin elemlerinden, acılarından lezzet duyması, sevinmesi lâzımdır. Fârisî beyt tercümesi:

Kavuşmak için, bu lezzet ve sevince,

Can çıkıncaya dek, çalış, gündüz ve gece!

İyi düşünerek ve inceleyerek anlaşılıyor ki, dünyada eğer, derd ve musîbetler olmasaydı, dünyanın hiç kıymeti olmazdı. Dünyanın zulmetini, sıkıntısını, hâdiseler, acı olaylar gidermektedir. [Dünya dertleri, ruha elem verir. Bu elemi, inkisârı, ibâdet olur, derecesi yükselir.] Dertlerin, elemlerin acılıkları, bir hastalığı iyi edecek, faydalı ilâcın acılığı gibidir. Bu fakir, anlıyorum ki, bozuk niyet ile, gösteriş için, menfaat için yapılan, bazı ziyâfetlerde, yemeye kusur bulmak veya başka sûretle, yapılan eziyyet ile, ziyâfet verenin kalbinin kırılması, yemekteki zulmeti, niyetin bozukluğu ile hâsıl olan günahı gidermekte, kabûl olmasına sebep olmaktadır. Eğer misafirlerin şikâyeti, hakâreti olmasaydı ve ziyâfet sahibinin kalbi kırılmasaydı, yemek karanlık ve günah olacak, kabûl edilmiyecekti. Kalbin kırılması, kabûle sebep oldu.

O hâlde, hep cism ve cesedimizin rahatını ve tadını düşünen ve hep bunun peşinde koşan bizler, çok zor durumda bulunuyoruz: Vezzâriyât sûresinde, ellialtıncı âyet-i kerimede meâlen, (İnsanları ve cinni, yalnız ibâdet etmeleri için yarattım) buyuruldu. İbâdet de, kalbin ve ruhun kırıklığı, kendini aşağı bilmesidir. İnsanın yaratılması, kendini hakîr bilmesi, aşağı görmesi içindir. Bu dünya, müslümanların âhıretlerine, Cennetteki nîmetlerine göre, bir zindân gibidir. Müslümanların, bu zindânda zevk ve safâ aramaları, akla uygun olmaz. O hâlde, dünyada eziyyet, sıkıntı çekmeye alışmak lâzımdır. Burada mihnetlere katlanmaktan başka çâre yoktur. Allahü teâlâ, mübârek ceddiniz hurmetine, biz zayıf kullarına bu yolda yürüyebilmek nasip eylesin. Âmîn.

[(Reşehât)da, Ubeydüllah-ı Ahrâr hazretleri buyuruyor ki, (İnsanlar ibâdet yapmak için yaratıldı. İbâdetin hulâsası, özü de, kalbin her zaman Allahü teâlâdan âgâh olmasıdır). 46. ve 99. mektubları ve 155. Mâsumîyeyi okuyunuz!]

65 ALTMIŞBEŞİNCİ MEKTÛB



Bu mektûb, Hân-ı a'zama yazılmıştır. Müslümanlığın bugünkü hâline ve müslümanların çektiği sıkıntılara teessüf etmektedir:



Allahü teâlâ kuvvetinizi arttırsın. Onun dînini yükseltmek için, din düşmanları ile olan mücâdelelerinizde yardımcınız olsun. Muhbir-i sâdık buyurdu ki: (İslâmiyet garîb, kimsesiz olarak başladı. Son zamanlarda, başladığı gibi, garîb olarak geri döner. Garîb olan müslümanlara müjdeler olsun!). Bundan önceki hükûmet zamanında [Ekber şâh [Ekber şâh, Celâleddîn Muhammed 1014 de Agrada öldü.] zamanında] müslümanlar, o kadar garîb olmuştu ki, kâfirler, açıkça müslümanlığı kötülüyor, müslümanlarla alay ediyorlardı. Dinsizliklerini, ahlâksızlıklarını, sıkılmadan açıklıyordu. Çarşıda, pazarda kâfirleri ve dinsizliği övüyorlardı. Müslümanların, Allahü teâlânın emirlerinden birçoklarını yapması, [söylemesi ve yazması] yasak edilmişti. İbâdet edenler, islâmiyete uyanlar ayblanıyor ve kötüleniyordu. Fârisî beyt tercümesi:

Peri yanaklarını saklamış, şeytan nâz ediyor,

şaşırdım kaldım, hayretten aklım gidiyor.

Sübhânallah! Yâ Rabbî, sana hamd ederim! (İslâmiyet kılıncın altındadır) buyuruldu. Bu şerefli dînin parlaklığı, hükûmet reîslerine bağlı kılındı. Hâlbuki iş tersine dönmüş, devlet, hükûmet, islâmiyeti yıkmaya uğraşıyordu. Bu hâle yazıklar olsun, teessüfler olsun, pişmanlıklar olsun! Sizin mübârek varlığınızı, cenâb-ı Hakkın büyük nîmeti biliyoruz. Din düşmanlarının hücûmları karşısında, perîşan olan müminleri kanadı altında koruyacak, sizden başka bir kahraman bilmiyoruz. Allahü teâlâ sevgili Peygamberi ve Onun Ehl-i beyti hurmetine, kuvvetinizi arttırsın! Yardımcınız olsun! Hadis-i şerifte buyuruldu ki: (Bir kimseye deli denmedikçe, onun îmanı tamam olmaz!). Bu zamanda, islâm sevgisinin, islâm gayretinin alâmeti olan, bu cünûn [delilik], sizin temiz ruhunuzda görülmektedir. Bu nîmeti veren, Allahü teâlâya hamd olsun! Bugün, öyle bir gündür ki, az bir hareket, [bir söz, bir yazı] hemen kabûl olunup pekçok sevap verilir. Eshâb-ı Kehfin, bu kadar kıymet ve şöhret kazanmasının sebebi, yalnız hicret etmeleri idi. Düşman saldırdığı zaman, suvârîlerin az bir hareketi, çok kıymetli olur. Sulh zamanında, pek ince, güç talimleri, bu kıymeti alamaz. Bugün sizin, söz ile yaptığınız cihâd, cihâd-ı ekberdir. Size nasip olan bu nîmetim kıymetini biliniz. Var kuvvetiniz ile, din düşmanlarını rezil edip, [islâmiyetin emirlerinin yapılmasına, haramların çirkinliğinin, zararlarının anlaşılarak kaçınılmasına], hakkı söylemeye çalışınız! Bu söz ile [ve kalem ile] olan cihâdı, [top ile] kılınç ile olan cihâddan daha kârlı biliniz! Bizim gibi eli yazmaz, dili söylemez zevallılar, bu nîmetten mahrumuz. Arabî beyt tercümesi:

Nîmete kavuşanlara, nîmetler âfiyet olsun,

zevallı âşık da, birkaç damla ile doysun!

Fârisî beyt tercümesi:

Aranan hazînenin yolunu gösterdim sana,

belki sen kavuşursun, biz varamadıksa da!



Hâce-i Ahrâr [Ubeydüllah-i Taşkendî] [Ubeydüllah-i Ahrâr 895 de Semerkandda vefât etti.] buyurdu ki, (Eğer şeyhlik yapsaydım, hiçbir şeyh, bir yerde, bir mürîd bulamazdı. Fakat, bana başka vazîfe verildi. O vazîfe de, islâmiyeti yaymak ve islâmiyeti kuvvetlendirmektir). Bunun için, sultânlara, [devlet reîslerine, meb'ûslara] gidip nasihat verirdi. Te'sîrli sözleri ile, hepsini doğru yola getirirdi. Onlar vâsıtası ile, islâmiyeti yayardı. Allahü teâlâ, büyüklerimize olan sevginiz ve saygınız hurmetine, sözlerinize te'sîr ihsân etmiş, dîne olan bağlılığınızı, arkadaşlarınıza heybetli olarak göstermiştir. O hâlde, hiç olmazsa, müslümanlar arasına yayılmış, âdet hâline gelmiş olan, kâfirlerin âdetlerinin [bayramları, noel geceleri, dansları, baloları, erkek-kadın bir arada oturmaları] müslümanlar arasından kaldırılması için çalışmanızı, müslüman evlatlarını kâfirlere mahsûs olan, bu gibi çirkin şeylerden korumanızı istirhâm ederim. Allahü teâlâ, bizim tarafımızdan ve bütün müslümanlar tarafından size bol bol mükâfât versin! Bundan önceki hükûmet zamanında, islâmiyete karşı, açıkça düşmanlık vardı. Şimdi, böyle düşmanlık, öyle kin ve inat görülmiyor. Bazı kusurlar varsa da, inat ile değil, bilinmediği içindir. Bugün müslümanlar da, kâfirler gibi serbest konuşabilmekte, onlardaki hürriyete kavuşmaktadır. Kâfirlerin kazanmaması, eski kin ve düşmanlığın başımıza gelmemesi, müslümanların zulüm ve işkenceye düşmemesi için, duâ edelim ve uyanalım. Din düşmanlarına fırsat vermiyelim. Fârisî mısra' tercümesi:

Îmanıma saldırdıklarından, söğüd yaprağı gibi titriyorum!

Allahü teâlâ, bizi ve sizi, Peygamberlerin efendisinin yolundan ayırmasın! Fakir, ânî bir yolculukla, buraya geldim. Size haber vermeden, birkaç hâtıra yazıp bırakmadan ve kalbimdeki, size karşı olan sevgiyi bildirmeden, ayrılmak istemedim. Peygamberimiz buyurdu ki: (Bir kimse, din kardeşini seviyorsa, sevdiğini ona bildirsin!). Size ve doğru yolda bulunanların hepsine selâm olsun!

Âlimin bir nazarı, bulunmaz hazînedir,

Bir sohbeti, yıllarca, bitmez kütübhânedir.


66 ALTMIŞALTINCI MEKTÛB



Bu mektûb, yine Hân-ı a'zama yazılmıştır. Bu yolu medh etmekte ve Eshâb-ı kirâmın büyüklüğünü bildirmektedir:



Allahü teâlâya hamd olsun! Onun seçtiği, sevdiği kimselere selâm olsun! Büyüklerimizin yolunda, nihâyet, başta yerleştirilmiştir. Hâce-i Nakşibend [Behâeddîn-i Buhârî] buyurdu ki: (Nihâyeti, bidâyette yerleştirdik.) Bu yol, tam Eshâb-ı kirâmın yoludur. Çünkü, o büyükler, o Serverin sohbetinde, daha birinci günde, öyle şeylere kavuştu ki, sonra gelen en büyük Evliyâ, en nihâyette, ancak, bundan bir parçaya kavuşabilmiştir. İşte bunun içindir ki, Vahşî, Hz. Hamzayı şehit etmiş iken, müslüman olunca, bir kerecik, Seyyid-il-evvelîn vel-âhirînin sohbeti ile şereflendiği için, Tâbiînin en üstünü olan, Veysel Karânîden daha yukarı oldu. Hayr-ül-beşerin sohbetinin başlangıcında Vahşîye nasip olanlara, Veysel Karânî, o kadar yüksek olduğu hâlde, en nihâyette bile kavuşamadı. Demek ki, zamanların, asırların en iyisi, Eshâb-ı kirâmın asrıdır. Sonra gelenler, (Sonra) kelimesinden dolayı çok geride kaldı. Dereceleri de, hep sona kaldı. Abdüllah ibni Mübârekten birisi sordu ki, (Muaviye mi daha yüksektir, Ömer bin Abdülazîz mi?). Cevabında buyurdu ki, (Resûlullahın yanında giderken, Hz. Muaviyenin bindiği atın burnuna giren toz, Ömer bin Abdülazîzden, birkaç kere daha hayrlıdır).

İşte büyüklerimizin yolu, (Silsiletüzzeheb)dir. Bu yolun, başka yollardan üstünlüğü, Eshâb-ı kirâm zamanının, sonraki zamanlardan üstünlüğü gibidir. Bu yolun büyükleri, öyle kimselerdir ki, Allahü teâlâ, bunlara fadl ve merhameti ile, daha başlangıcda, nihâyetin tadını tattırmıştır. Bunların derecelerini, başkaları anlıyamaz. Bunların vardığı makamlar, başkalarının vardıkları makamların çok üstündedir. Fârisî mısra' tercümesi:

Gül bahçemi gör de, behârımı anla!

Fârisî mısra' tercümesi:

Senenin bereketi, behârından belli olur.

Bu nîmet, çok büyüktür. Allahü teâlâ, bunu ancak dilediğine nasip eder. Onun nîmetleri pek çoktur. Hâce Nakşibend buyurdu ki: (Biz, cenâb-ı Hakkın fadlına, ihsânına kavuştuk). Allahü teâlâ, bizi ve sizi, bu büyükleri sevmekle şereflendirsin ve yollarında bulundursun! Âmîn.


67 ALTMIŞYEDİNCİ MEKTÛB



Bu mektûb, Hân-ı Hânâna yazılmıştır. Bir muhtacın gönderildiği bildirilmektedir:



Allahü teâlâ, bizi ve sizleri Peygamberlerin efendisinin yolunda bulundursun. Zâhirimizi ve bâtınımızı bu yoldan ayırmasın. Bu duâmıza âmîn diyenlere rahmet eylesin! Çok mühim olan iki şey, elimde olmıyarak, bu yazımla başınızı ağrıtmaya beni sürükledi. Birincisi, incindiğimizi zannetmeyiniz. Belki sevgimiz ve ihlâsımız artmaktadır. İkincisi fazîlet ve salâh sahibi olan bir muhtacın ihtiyacını bildirmektir. Kendisi marifet ve şühûd zînetleri ile süslüdür. Nesebi kerim, hasebi şeriftir. Muhterem efendim! Doğru sözü bildirmek biraz acı olur. Çoklarına çok acı gelir. Az kimseye de az acı gelir. Bu acılığı bal gibi tatlı olarak alabilecek ve daha var mı diyecek mes'ûd bir kimse lâzımdır.

Hâllerin değişik olması, mahlûkların sıfatıdır, özelliğidir. Temkîne yâni hâllerin değişmemesine kavuşanlar da, az da olsa değişiklikten kurtulamaz. Zevallı mahlûk, çok olur ki, celâl sıfatlarının saltanatı altında kıvranır. Başka zaman da, cemâl sıfatlarının esîri olur. Bir zaman (Kabz) yâni sıkıntı olan yerdedir. Başka zaman (Bast), genişlik meydanındadır. Her zamanın hükmleri birbirine benzemez. Dün öyle idi. Bugün böyledir. Hadis-i şerifte, (Müminin kalbi, Allahü teâlânın parmaklarından iki parmak arasındadır. [Yâni Onun kudreti altındadır.] Kalbi, istediği gibi değiştirir) buyuruldu. Vesselâm.

68 ALTMIŞSEKİZİNCİ MEKTÛB



Bu mektûb, yine Hân-ı Hânâna yazılmıştır. Tevâzu zenginlere, nazlanma da fakirlere yakışır demektedir:



Allahü teâlânın yaptığında hayr vardır.



Fârisî beyt tercümesi:

Bildirilmesi lâzım olanı söyledim sana,

Yâ faydalanırsın, yâ da çarpar kulağına.



Tevâzu, gınâ sahiplerine yakışır, istignâ ise fakirlere yaraşır. Çünkü, herşeyin ilâcı, zıddı iledir. Üç mektûbunuzdan da yalnız istignâ, nazlılık anlaşılmaktadır. Tevâzu yâni alçak gönüllülük yapmak istediğinizi biliyoruz. Fakat, meselâ son mektûbunuzda (Allahü teâlâya hamd ettikten ve Resûlüne salâttan sonra mâlûm olsun ki...) diyorsunuz. Bu sözü nereye ve kime karşı yazdığınızı iyi anlamalısınız. Evet, fakirlere çok hizmet ettiniz. Fakat hizmetin edeblerini gözetmek de lâzımdır. Ancak, faydasına böyle kavuşulabilir. Böyle olmazsa boşuna uğraşılmış olur. Evet Onun ümmetinin sâlihleri tekellüf, gösteriş yapmaktan uzaktır. Fakat tekebbür edenlere karşı tekebbür yapmak, sadaka vermek gibi sevaptır. Bir kimse, Hâce Nakşibend hazretleri için, kibrlidir dedi. Bunu işitince, (Benim kibrliliğim, Onun büyüklüğündendir) buyurdu. Bu yolun yolcularını aşağı ve gerici sanmamalıdır. Hadis-i şerifte, (Saçı sakalı karışmış çok kimseler vardır ki, hangi kapıya gitseler kovulurlar. Allaha yemin etseler, istedikleri şeyi ihsân eder) buyurdu. Fârisî beyt tercümesi:



Az söyledim, dikkat ettim kalbini kırmamaya,

Bilirim üzülürsün, yoksa sözüm çoktur sana.

Size bağlı olanların, sizi sevenlerin, herşeyin doğrusunu düşünmeleri ve size doğru söylemeleri lâzımdır. Her toplantıda sizin iyiliğinizi ve başarınızı özlemeleri, kendi çıkarlarını düşünmemeleri gerekir. Böyle yapılmazsa hıyânet olur. Yalnız size birkaç fayda sağlamak için, bu sefere başlamıştık. Fakat sevenleriniz ve hizmetcileriniz kavuşmamıza sed çektiler. Kusuru bizden bilmeyiniz. Bu sözler, her ne kadar acı görünüyor ise de, sağ ol, yaşa diyenleriniz çoktur. Onlar size yetişir. Fakirlerle görüşmek, kendi ayblarını, kusurlarını anlamak içindir ve gizli kötülüklerini meydana çıkarmak içindir. Şunu da bildirelim ki, bu sözlerimiz sizi incitmek için değildir. Size iyilik yapmak içindir. Kalbinizi yakmak, nasihat yapmak için olduğunu iyi biliniz! Hâce Muhammed Sıddîk, bir gün önce gelmiş olsaydı, elbette yanınıza gelirdim. Fakat Serhend yakınlarında kendisiyle karşılaştık. Özrümüzü kabûl buyurunuz. Hayr yalnız Allahü teâlânın yaptığındadır.


69 ALTMIŞDOKUZUNCU MEKTÛB



Bu mektûb, yine Hân-ı Hânâna yazılmıştır. İnsanı dünyada ve âhırette yükseltecek olan tevâzuun ne olduğu ve kurtuluşun ancak Ehl-i sünnete uymakla olduğu bildirilmektedir:



Her hamd Allahü teâlâya mahsûstur. Allahü teâlânın Resûlüne salât ve selâm olsun! Kardeşimiz Mevlânâ Muhammed Sıddîk ile gönderilen okşayıcı, kıymetli mektûbunuz geldi. Lutf buyurmuşsunuz. Allahü teâlâ, size hayrlı karşılıklar versin! Mektûbunuzda, fakirlerin, edeblerini gözetmişsiniz ve alçak gönüllülük göstermişsiniz. (Allah için tevâzu edeni, Allahü teâlâ yükseltir) hadis-i şerifine göre, bu aşağı davranışınızın dünyada ve âhırette yükselmenize sebep olacağını umarım. Belki de sebep olmuştur. Size müjdeler olsun!

İnâbet ve rücû', yâni bir rehbere bağlanmak kelimelerini yazıyorsunuz. Dervîşlerden birinin elinde inâbet yaptığınızı tasavvur buyurunuz. Bunun iyi netîcelerini ve meyvalarını bekleyiniz! Fakat, bu inâbetin haklarını, şartlarını elden geldiği kadar gözetmelidir. Vasıyetlerden, nasihatlardan hangi birini yazayım? İlmlerden, marifetlerden hangisini bildireyim? Çünkü, müctehid olan derin âlimler ve doğru yolda olan tasavvufcular “şekkerallahü teâlâ sa'yehüm” söylemedik bir şey bırakmadılar. Sermâyesi az olan bu fakirin mektûblarından birkaçını, sevdiklerimiz size götürmüşlerdir. Onları gözden geçiriniz. Sözün özü şudur ki, kurtuluş yolu, ancak Ehl-i sünnet vel-cemaate uymaktır. Allahü teâlâ, onların sözlerine, işlerine, îman edenleri ve ibâdetlerdeki bildirdiklerine uyanları çoğaltsın! Çünkü, Cehennemden kurtulacağı müjdelenmiş olan bir fırka, bunlardır. Bunlardan başka olan fırkalar, helâk olacak, felakete sürüklenecektir. Bugün bir kimse, böyle olduğunu bilse de, bilmese de, yarın herkes anlayacaktır. Fakat, o zaman faydası olmayacaktır. Yâ Rabbî! Ölüm bizi uyandırmadan önce, sen bizi uyandır!

Seyyid İbrâhîm çok eskiden beri yüksek kapınıza bağlı olanlardandır. Duâcılarınız arasında bulunmaktadır. Kereminizden, ihsânınızdan beklenilir ki, ihtiyârlık ve ihtiyaç zamanını, çoluk çocuğu ile üzüntüsüz geçirmesi ve son nefesinizde selâmete kavuşmanıza duâya bol zaman bulması için kendisine sığınak olasınız. Vesselâm.


70 YETMİŞİNCİ MEKTÛB



Bu mektûb, yine Hân-ı Hânâna yazılmıştır. İnsanın âlem-i halkı ve âlem-i emri kendinde toplaması, hem Haktan uzaklaşmasına, hem de Hakka yaklaşmasına sebep olduğunu bildirmektedir:



Allahü teâlâ, sizi Muhammed Mustafânın dîninin gösterdiği doğru yolda bulundursun! Bu duâya âmîn diyenlere merhamet eylesin! Âlem-i emrin ve âlem-i halkın insanda toplanması, onun Hakka yaklaşmasına, kıymetli ve üstün olmasına sebep oldu. İnsanın Haktan uzaklaşmasına, doğru yoldan sapmasına ve Ondan câhil kalmasına sebep olan da, yine bu topluluğudur. Bu topluluktan dolayı insanın aynası, tâm olup, Hakka yaklaşmıştır. Allahü teâlânın ismlerinin ve sıfatlarının, hattâ Zat-i ilâhînin kendinde görünmesine müste'id olmuştur. Hadis-i kudsîde, (Göke ve yere sığmam. Fakat, mümin kulumun kalbine sığarım) buyurması, buna işarettir. İnsanın, âlemdeki zerrelerden, her zerreye muhtaç olması, onun Haktan uzaklaşmasına sebep olmuştur. Çünkü, insanın herşeye, her zerreye ihtiyacı vardır. Bekara sûresinde, (Yerde olan herşeyi, sizin ihtiyacınızı karşılamak için yarattım) meâlindeki, yirmisekizinci âyet-i kerime, bunu bildiriyor. İnsan, bu ihtiyacından dolayı herşeye gönül vermektedir. Bu yüzden, Haktan uzaklaşmakta, doğru yoldan ayrılmaktadır. Fârisî iki beyt tercümesi:

Mahlûkların en üstünü insandır,

o makamdan, mahrum kalan da odur.

Bu yoldan eğer, geri dönmezse,

ondan daha mahrum olmaz kimse.

Görülüyor ki, varlıkların en üstünü insandır. Mahlûkların en aşağısı, en kötüsü de, yine odur. Çünkü, âlemlerin Rabbinin sevgilisi olan Muhammed Mustafâ insan olduğu gibi, âlemlerin Rabbinin düşmanı olan Ebû Cehl bin Hişâm da insandır. O hâlde kalb, herşeyi sevmekten kurtulmadıkça, herşeyden münezzeh [ayrı] olan, bir varlığın sevgisine kavuşamaz. Bu ise, en büyük haraplık, aşağılıktır. Birşeyin hepsi ele geçmezse, hepsi de elden kaçırılmamalıdır, formülüne göre, birkaç günlük ömrü, islâmiyetin sahibine uyarak geçirmelidir. Çünkü âhıretin azâbından kurtulup, sonsuz nîmetlere kavuşmak, ancak Ona uymakla olur. Bunun için de, altın, gümüş eşyası ve kâğıd parası ve ticâret eşyası ve çayırda otlayan hayvanları olanın, islâmiyete uygun olarak, zekât vermesi, böylece mala ve hayvanlara bağlı olmadığını göstermesi lâzımdır. Yirken, içerken, güzel elbise giyerken, keyfini, zevkini düşünmeyip, ibâdetleri yapmak için kuvvetlenmeyi ve A'râf sûresinin (Namaz kılarken süslü, temiz örtününüz!) meâlindeki otuzuncu âyet-i kerimesine uymağı niyet etmelidir. Bunlara, başka niyetleri karıştırmamalıdır. Böyle niyet yapılmazsa, yapmak için, kendini zorlamalıdır. Ağlıyamazsan, kendini ağlat, sözü meşhûrdur. Böyle niyet edebilmek için, durmadan Allahü teâlâya duâ etmeli, yalvarmalıdır. Fârisî beyt tercümesi:

Umarım, kabûl ede, göz yaşımı,

O ki, inci yapar, su damlasını.

Bunun gibi, her şeyi, dînini seven ve kayıran, doğru âlimlerin, yazılarına uygun yapmalı, islâmiyetin izin verdiği (Ruhsat)lardan kaçınıp, islâmiyetin üstün gördüğü (Azîmet)lere sarılan bu âlimlere uymağı, sonsuz azâbdan kurtulmaya vesîle bilmelidir. Nisâ sûresi, yüzkırkaltıncı âyet-i kerimesinde meâlen, (Îman eder ve nîmetlere Şükrederseniz, Allahü teâlâ, size azâb etmez!) buyuruldu.

71 YETMİŞBİRİNCİ MEKTÛB



Bu mektûb, Hân-ı Hânânın oğlu Mirzâ Dârâb için yazılmış olup, Allahü teâlâya Şükretmek, islâmiyete uymakla olduğunu bildirmektedir:



Allahü teâlâ, kuvvetinizi arttırsın ve yardımcınız olsun! İyilik edene teşekkür lâzım olduğunu akıl da, islâmiyet de göstermektedir. Şükrün derecesi, gelen nîmetlerin miktârına bağlıdır. Nîmet, ne kadar çok ise, Şükretmek lüzûmu da çok olur. Görülüyor ki, zenginlerin, zenginlik derecesine göre, fakirlerden daha çok Şükretmesi lâzımdır. Bunun içindir ki, bu ümmetin fakirleri, zenginlerinden beşyüz sene önce Cennete girecektir.

Allahü teâlâya Şükretmek için, önce Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiğine uygun bir îtikat edinmek lâzımdır. Çünkü, Cehennemden kurtulan, yalnız bu fırkadır. Îtikatı düzelttikten sonra, islâmiyete uygun hareket etmelidir. İslâmiyeti de, bu fırkanın müctehidlerinin kitaplarından öğrenmelidir. [Dinden haberi olmıyan, reformcu müftîden, câhil hâfızdan, dinsizlerin, gençleri aldatmak için gazetelerdeki, dîni medh eden, aldatıcı yazılarından öğrenmemelidir.] Bundan sonra, Ehl-i sünnetten olan, tasavvuf büyüklerinin gösterdiği yolda tasfiye ve tezkiyeye sıra gelir. Şükrün bu üçüncü kısmı, şart değilse de, faydası pek büyüktür. Fakat, iki önceki kısm şarttır. Çünkü, islâmiyetin aslı, temeli bu ikisidir. İslâmiyetin kemâli, olgunlaşması ise, üçüncü kısm ile olur. Bu üç kısm, yâni Ehl-i sünnet îtikadı ve islâmiyetin emirleri ve tasavvuf büyüklerinin yolu dışında kalan herşey, sıkıntılı riyâzetler ve şiddetli mücâhedeler olsa dahî, hep günahtır ve itaatsizliktir ve Şükretmemektir. Hind Berehmenleri ve eski Yunan filozofları, çok riyâzet ve mücâhede yaptı. Fakat, Peygamberlere uymadıkları için, Allahü teâlâya şükür değil, günah oldu. Hiçbiri kabûl edilmedi. Kıyâmette Cehennemden kurtulamıyacaklardır. O hâlde, seyyidimizin, efendimizin, kurtarıcımızın ve günahlarımızın affı için şefaatcimizin, kalblerimizi, ruhlarımızı tedâvî eden mütehassısımızın, yâni Muhammed Resûlullah efendimizin yoluna ve Onun dört halîfesinin yoluna yapışınız! Onun dört halîfesi hidâyete ulaştırıcı, saadete erdiricidir. Allahü teâlâ, bu yolda gidenlerden râzı olur.

[Allah, senden râzı olsun demek, bu hâl ile râzı olsun demek değildir. Allahü teâlâ, senin ahlâkını, işlerini ıslâh edip, seni, râzı olduğu hâle soksun demektir].


72 YETMİŞİKİNCİ MEKTÛB



Bu mektûb, hâce Cihâna yazılmış olup, âhıreti istiyenin dünyaya düşkün olmaması lâzımdır. Dünyayı terk etmek nasıl olacağını bildirmektedir:



Allahü teâlâ, selâmet ve âfiyet versin! Din ile dünyayı birlikte kazanmak imkânsızdır. Âhıreti kazanmak istiyenin, dünyadan vazgeçmesi lâzımdır. Bu zamanda, dünyayı tamamen terk etmek, kolay değildir. Hiç olmazsa, hükmen terk etmek, yâni terk etmiş sayılmak lâzımdır. Bu da, her işte islâmiyete uymak demektir. Yiyecekte, içecekte, giyecekte ve ev kurmakta islâmiyete uymak lâzımdır. İslâmiyetin emirlerini aşmamak lâzımdır. Altın ve gümüşün ve ticâret eşyasının ve kırda, çayırda otlıyan dört ayaklı hayvanların zekâtını vermek farzdır. Bunların zekâtını elbette vermelidir.

İslâmiyete uymakla zînetlenen bir kimse, dünyanın zararından kurtulmuş olur ve âhıreti kazanır. Dünyayı, böyle hükmen de terk edemiyen kimse, münâfık demektir. Îmanlı olduğunu söylemesi, âhırette kendisini kurtaramaz. Yalnız dünyada, malını ve cânını korur. Fârisî beyt tercümesi:

Söyledim sana, işin özünü,

İster sıkıl, ister dinle sözümü.

Dünyanın bu kadar gösterişli hâli, hademesi, hizmetçileri, tatlı yemekleri, çeşidli şerbetleri, süslü, câzibeli elbiseleri ve nice zevkleri karşısında, hangi baba yiğit, hangi bahtiyar kimse, bu doğru söze kulak verip dinler? Fârisî beyt tercümesi:

İncilerin ağırlığı sağır etmiş kulağını,

duymaz olmuş, ne yapayım, ağlamamı, sızlamamı.

[Dünya, ednâ kelimesinin müennesidir. Yâni, ism-i taftîldir. Mastarı, dünüv veya denâettir. Birinci mastardan gelince, çok yakîn demektir. (Biz en yakîn olan gökü, çırağlarla süsledik) âyet-i kerimesindeki dünya kelimesi böyledir. Bazı yerde de, ikinci mâna ile kullanılmıştır. Meselâ, (Denî, alçak şeyler mel'ûndur) hadis-i şerifinde böyledir. Yâni, (Dünya mel'ûndur) demektir. Alçak şeyler, cenâb-ı Hakkın, nehy-i iktizâî ve nehy-i gayri iktizâîsidir. Yâni, haram ile mekruhlardır. Şu hâlde, Kur'an-ı kerimde zem edilen, kötü denilen dünya, haramlar ve mekruhlardır. Mal kötülenmemiştir. Çünkü, cenâb-ı Hak, mala hayr adını vermektedir. Bu sözümüzü isbât eden vesika, varlığın ve insanlığın ikincisi olan, İbrâhîm halîl-ür-rahmânın malıdır. Yalnız yarım milyonu sığır olmak üzere, davarları, ova ve vâdîleri dolduruyordu].

Allahü teâlâ, bizi ve sizi, Muhammed aleyhisselâmın yoluna uymakla şereflendirsin!

Şeyh meyân Zekeriyyâ eski defterdardır. Âlim ve fazîletli bir insandır. Bir zamandan beri habstedir. İhtiyârlık, geçim darlığı ve habste uzun zaman kalması yüzünden muhtaç ve acınacak hâldedir. Fakiri bulunduğu birliğe çağırıp, kurtulmasını istiyor. Mesâfe uzak olduğu için gelemedim. Kardeşimiz Hâce Muhammed Sâdık, huzurunuza geldiğinden, birkaç sözle başınızı ağrıttım. İnşâallah o zevâllı, yüksek teveccüh ve kereminizden umulana kavuşur. Çünkü, âlimdir ve yaşlıdır. Vesselâm evvelen ve âhıren.

Âkıl isen kıl namazı, çün saadet tâcıdır.

Sen namazı öyle bil ki, müminin mîracıdır.


73 YETMİŞÜÇÜNCÜ MEKTÛB



Bu mektûb, Kılınç hânın oğlu Kılıcullaha yazılmış olup, kaçınması ve yapılması lâzım gelen şeyleri bildirmektedir:



Allahü teâlâ, Muhammed Mustafânın parlak olan yolunda yürümekle şereflendirsin! Yavrum! Bu dünya, imtihan yeridir. Dünyanın görünüşü, yalancı yaldızlarla süslüdür. Kötü kadına benzer. Yüzünü saçlar, kaşlar, ben ile boyamışlardır. Görünüşü tatlıdır. Tâze, güzel, körpe sanılır. Fakat aslında, güzel koku sürülmüş bir ölü gibidir. Sanki bir leştir ve böcekler, akrebler dolu bir çöplüktür. Su gibi görünen bir serâbdır. Zehirlenmiş şeker gibidir. Aslı haraptır, elde kalmaz. Kendini sevenlere, arkasına takılanlara, hiç acımayıp, en kötü şeyleri yapar. Ona tutulan akılsızdır, büyülenmiştir. Âşıkları delidir, aldatılmıştır. Onun görünüşüne aldanan, sonsuz felakete düşer. Tadına, güzelliğine bakan nihâyetsiz pişmanlık çeker. Server-i kâinât, Habîb-i Rabbil'âlemîn buyurdu ki, (Dünya ile âhıret birbirinin zıddıdır, birbirine uymaz. Birini râzı edersen, öteki gücenir). Demek ki, bir kimse, dünyayı râzı ederse, âhıret ondan gücenir. Yâni, âhırette, eline bir şey geçmez. Allahü teâlâ, bizi ve sizi, dünyaya düşkün olmaktan ve dünyayı ele geçirmek için insanlık vazîfelerini çiğneyenleri sevmekten muhâfaza eylesin!

Yavrum! Bu, pek kötü olduğunu anladığın dünya, nedir biliyor musun? Dünya, seni, Allahü teâlâdan uzaklaştıran şeyler demektir. Kadın, çocuk, mal, rütbe, mevkı' düşüncesi, Allahü teâlâyı unutturacak kadar aşırı olursa, dünya olur. Çalgılar, oyunlar, (Mâlâ-yâni) ile, yâni faydasız, boş şeylerle vakit geçirmek, [kumarlar, kötü arkadaş, kötü filmler, mecmû'a ve romanlar], hep bunun için dünya demektir. Âhırete faydası olmıyan ilimler, dersler de, hep dünyadır. Hesap, hendese [yâni matematik ve geometri], astronomi, mantık, eğer Allahü teâlânın gösterdiği yerlerde kullanılmazsa [yâni kâfirlerle mücâdele ve onlardan üstün olmak için ve insanlara hizmet etmek için kullanılmazsa] bunlarla uğraşmak, boşuna vakit öldürmek olur ve dünya olur. Bu bilgileri bütün derinliği ile, incelikleri ile okumak, yalnız başına işe yarasaydı, eski Yunan felsefecileri [ve son zamanlardaki Avrupanın, Amerikanın fen adamları, mütehassısları] saadet yolunu bulur, âhıretteki ebedî azâbdan kurtulurlardı.

[Liselerde, üniversitelerde okunan ulûm-i akliyye, yâni tecribî ilimler, yâni fen bilgileri ve yabancı diller, islâmiyete ve mahlûklara hizmet etmek niyeti ile öğrenilirse ve bu yolda kullanılırsa, faydalı olur. Bunlara çalışmak lâzım olur ve sevap olur. Bunun içindir ki, ecdadımız, Şâm, Bağdat, Semerkand ve Endülüs müslümanları her türlü fende ve güzel sanatta pek ileri gitmiş, dünya birinciliğini ellerinde tutmuşlardı. Avrupanın ilim ve fen adamları, asırlar boyunca, islâm fakültelerine gelip ihtisas kazanırlar ve bununla öğünürlerdi. Müslümanların o parlak medeniyetlerinin eserleri, bugün meydandadır ve dünya münevverlerini hayrân bırakmaktadır.

Bugün liselerde, üniversitelerde okutulan ve insanın bütün gençlik hayatına mal olan bilgiler, Allahü teâlânın emirlerine uyarak kullanılırsa, faydalı olur ve dünya ve âhıretin kazanılmasına sebep olur.

Medeniyet demek, yalnız ilim ve fen demek değildir. İlm ve fen, medeniyet için, ancak bir âlet, bir vâsıtadır. İlmde, fende çok ileri olan milletlere, fen vâsıtalarını ne yolda kullandıklarını incelemeden, medenî demek büyük gaflettir. Pek yanlıştır. Fabrikaların, motorlu vâsıtaların, gemi, tayyâre, atom cihâzlarının çok olması, gözleri kamaştıran yeni buluşların artması, medeniyeti göstermez. Bunları medeniyet sanmak, her silâhlıyı gâzi, mücâhid sanmaya benzer. Evet, mücâhid olmak için en yeni harp vâsıtalarına mâlik olmak lâzımdır. Fakat, bunlara mâlik olan, eşkıyâlık da yapabilir.

Medeniyet, tâmîr-i bilâd ve terfîh-i ibâddır. Yâni, beldeleri, memleketleri imâr etmek ve bütün insanları, ruh, düşünce ve beden bakımlarından rahat yaşatmaktır. Bu iki gayeye vâsıl olmak, ancak ve yalnız ahkâm-ı islâmiyyeye, yâni Allahü teâlânın emirlerine ve yasaklarına uymakla olur. İslâmiyetten ayrıldıkca medeniyet geriler. İşte liselerde, üniversitelerde öğrenilen bilgiler, bütün fen vâsıtaları, fabrikalar, ağır sanayi, memleketleri imâr için, insanları rahat ettirmek için kullanılırsa, faydalı olur, sevap olur. Memleketleri tahrîb, insanların hürriyetini ellerinden almak, köle yapmak için kullanılırsa, faydasız olur, günah olur. Bunların faydalı olması, medeniyete hizmet etmesi ancak ve yalnız islâm dînine uygun kullanmakla olur. Avrupa, Amerika, asırlardan beri, islâm ahlâkını, islâm hukûkunu inceliyor. İslâm dîninin emirlerini, yasaklarını alıp, kendilerine mal ediyor. Onların bugünkü ilerlemesi, kanûnlarında bile yer verdikleri, islâmî kıymetler ve esaslar sâyesinde olduğu açıkça görülmektedir. Demek ki, bir milleti, bir gemiye benzetirsek, islâm ahkâmı, yâni Allahü teâlânın emirleri ve yasakları, bu geminin güverte ve kaptan teşkilâtıdır. Bütün ilimler, fen bilgileri, endüstri kolları, ağır sanayi de bu geminin, çarkçı, makinist kısmı demektir. Gemide kaptan da, makinist de lâzımdır. Biri bulunmazsa, gemi işe yaramaz, helâk olur.

O hâlde, dedelerimizin dünya çapındaki başarılarını, üstünlüklerini, yine elde etmek için, islâm bilgilerinin her iki kısmını, yâni hem dînimizi iyi öğrenmemiz ve ona sarılmamız, hem de ulûm-i akliyyeyi, asrımızın bütün teknik buluşlarını öğrenmeye ve en iyi şekilde yapmaya çalışıp, bunları islâm ahkâmına uygun olarak kullanmamız lâzımdır. Bunu başarınca, maddî, mânevi olgunlaşacak, bütün milletlere örnek olacak, bütün dünyaca sevilerek, hâkim ve hâmî seçileceğiz.

Hadis-i şerifte, (El Cennetü tahte zılâlissüyûf) buyuruldu. Yâni (İslâmiyet, kâfirlerdeki silâhların hepsini yapmakla ve bunları iyi kullanmak ile sağlam kalır). Bunun için, fen bilgilerine çok çalışmamız, atom bombası, roket, radar, füze yapmamız lâzımdır. Aksi takdirde din yıkılır. Bindörtyüz bu kadar sene evvel, bugünün kurtuluş yolunu, bu hadis-i şerif, bizlere göstermiştir. (İnsanların (milletlerin) dinleri, kendilerini idare edenlerin dinleri gibi olur!) hadis-i şerifi de, müslümanların çalışarak, kâfirlerden üstün olmasını emir buyurmaktadır. Bu hadis-i şerifleri iyi anlamalı ve dört el ile sarılmalıdır].

Peygamberimiz buyurdu ki: (Bir kimsenin mâlâ-yâni ile, yâni faydasız şeylerle uğraşması, boş vakit geçirmesi, Allahü teâlânın onu sevmediğine işarettir!) Fârisî beyt tercümesi:

Ne varsa güzel, Allah sevgisinden başka,

hepsi câna zehirdir, şeker bile olsa.

Yıldızlarla uğraşmak, yâni astronomi ilmi, namaz vakitlerini anlamaya yarar demişlerdir. Bunun mânası, namaz vakitlerinin bilinmesine yarıyan ilimlerden biri de, ilm-i nücûmdur demektir. Yoksa kozmoğrafya bilinmezse, namaz vakitleri anlaşılamaz demek değildir. Astronomiden haberi olmıyan çok kimseler vardır ki, namaz vakitlerini, bu ilimleri bilenlerden daha iyi anlar. Mantık, hesap ve diğer lise dersleri, hep böyle olup, bunların hepsi islâmiyetin gösterdiği yerlerde kullanılırsa ve ilm-i kelâm da, islâmiyetin tek saadet ve medeniyet yolu olduğunu isbât etmek için kullanılırsa câiz olur [ve çok sevap olur].

Mubâh olan şeyleri yapmak, vâciblerin, farzların yapılmasına mani olursa, bunlarla uğraşmak, yine mubâh olur mu olmaz mı? Elbet olmaz! İnsâf etmek lâzımdır. Dîni, îmanı, farzları, haramları öğrenmeden önce, lise bilgileri ile uğraşmak da bu zarûrî bilgileri öğrenmeye mani olmaktadır.

[(Kimyâ-i saadet) kitabı ilim kısmında buyuruyor ki: Her müminin, en önce, Ehl-i sünnet îtikatını, kısaca öğrenmesi farzdır. Bundan sonra, iki şey öğrenmesi lâzım olur. Biri kalb için olan, ikincisi beden için lâzım olan bilgidir. Beden için olan bilgi de ikidir. Biri yapacağı emirler, ikincisi sakınacağı yasaklardır. Emirleri öğrenmek şöyle olur: Sabah vakti, yeni müslüman olan kimsenin, öğle vakti gelince abdestin ve namazın farzlarını öğrenmesi, hemen farz olur. Sünnetlerini öğrenmesi de sünnet olur. Akşam olunca, akşâm namazının üç rekât olduğunu öğrenmesi farz olur. Ramazan gelince, orucun farzlarını öğrenmesi farz olur. Zengin olunca, bir sene sonra, zekâtı öğrenmesi farz olur. Haccı öğrenmesi, hacca gideceği zaman farz olur. İşte, herşeyi zamanı gelince öğrenmesi farz-ı ayn olur. Meselâ evlenmek istediği zaman, nikâh bilgilerini, kadın, erkek haklarını, kadınların özr hâllerini öğrenmesi farz olur. Bir sanata, ticârete başlayınca, bunlardaki emir ve yasakları, fâizi öğrenmesi lâzım olur. Hangi sanata başlıyacaksa zamanın ona âid fen bilgilerini de mektepte öğrenmesi farz olur. (Meselâ diş tabîbi olacaksa, liseyi ve dişçi mektebini bitirmesi, staj ve ihtisas yapması farz olur. Her sanat, ticâret, ziraat da hep böyledir. Herkese kendi sanatını okuması, öğrenmesi farz olur. Başka sanat bilgilerini öğrenmesi farz olmaz. Harp zamanında da askerliği ve yeni silâhları yapmak, kullanmak, korunmak için, fen bilgilerini kısaca öğrenmek, her müslümana farz-ı ayn, bunlarda ihtisas kazanmak ise farz-ı kifâyedir).

Haramları öğrenmek de, herkese başka türlü farz olur. Meselâ, erkeklerin ipek giydiği bir yerde bulunanların, ipek giymenin haram olduğunu öğrenmesi ve bilenlerin bilmiyenlere öğretmesi farz olur. (Sun'î ipek giymek erkeklere de haram değildir). Alkollü içkiler içilen, domuz eti yinilen, başkasının hakkı, fâiz, rüşvet alınan, kumar oynanan yerde bulunanların, bunların haram olduğunu öğrenmesi farz olur. Kadın erkek birlikte oturanların da mahrem ve nâmahrem olan kadınları ve bakmak câiz olan ve olmıyan kadınları öğrenmesi farz olur. [Kadınların, kızların açık gezdiği, erkeklerin de dizden yukarısını açtığı yerlerde bulunan müslümanların, örtmesi farz olan yerlerini öğrenmeleri lâzımdır. Bu yerlerini açmak ve başkasının açık yerine bakmak günah olduğu gibi, bunu bilmemek de ayrı günahtır.]

Kalbe âid bilgileri, yâni ilm-i ahlâk öğrenmek, her erkeğe ve kadına farz-ı ayndır. Meselâ (Hıkt) “yâni kin bağlamak”, (Haset) [Başkasında bulunan nîmetim onda olmayıp, kendinde olmasını istemektir. Onda olduğu gibi, kendisinde de olmasını istemek haset değildir. Buna (Gıbta) etmek, imrenmek denir ki sevaptır], (Kibir) [Kendini büyük bilmek, üstün görmektir. Kibrli olana karşı kendini büyük göstermek, kibir olmaz. Sadaka vermek gibi sevap olur], (Sû'i zan) etmek [İyi insânı fena bilmek] gibi şeylerin haram olduğunu öğrenmek, her mümine farz-ı ayndır. Görülüyor ki, îmanı, yâni Ehl-i sünnet îtikatını kısaca öğrenmek ve iyi ve kötü huyları öğrenmek, farz-ı ayndır. Yâni, herkesin öğrenmesi farzdır. Abdesti, guslü, namazı ve orucu ve haramları da, her müslümanın öğrenmesi farz-ı ayndır. Cenâze namazını, ölüye hizmeti ve sanat ve ticâret bilgilerini (ve bugünün silâhlarını yapmak ve kullanmak için, fen bilgilerini iyi) öğrenmek farz-ı kifâyedir. Yâni lâzım olan kimselerin öğrenmesi farz olup, başkalarına farz olmaz. Fakat, lüzûmu kadar kimse öğrenmezse, bütün müslümanlar, hükûmet ve millet, büyük günaha girer. Meselâ, doktor olacak kimsenin lise ve tıbbiyyede okuması farz olup, mühendis olacak kimsenin tıbbiyyede okuması farz değildir. İbni Âbidîn (Dürr-ül-muhtâr) şerhinde, ön sözde diyor ki: (Ulûm-i nakliyyeden yâni din bilgilerinden kendine lâzım olanları öğrenmek farz-ı ayndır. Bundan fazlasını öğrenmek ve ulûm-i akliyyeden faydalı olanları öğrenmek farz-ı kifâyedir). Namazda kırâ'eti anlatırken diyor ki: (Bir âyet ezberlemek, herkese farz-ı ayndır. Fâtihayı ve üç âyet veya bir kısa sûre ezberlemek vâcibdir. Kur'an-ı kerimin hepsini ezberlemek farz-ı kifâyedir. Kendine lâzım olmıyan fıkh bilgilerini öğrenmek, hâfız olmaktan daha iyidir). Beşinci ciltte buyuruyor ki: (Başkalarına öğretmek için ilim öğrenmek, kendi işlemesi için öğrenmekten daha sevaptır).]

Yavrum! Hak teâlâ, sana çok lutf ve ihsân ederek, bu genç yaşta tevbe etmekle ve islâm âlimlerinin yolunda bulunan birinin sohbetine kavuşturmakla şereflendirmişti. Bilemiyorum ki, nefis ve şeytanın ve din bilgisi olmıyan kötü arkadaşların arasında, o temiz hâlde kalabildin mi? Din düşmanları her yoldan gençleri aldatmaya uğraşırken, değişmeden, akıntıya karşı durmak kolay değildir. Gençlik zamanıdır. Para bol, nefsin her arzusunu yerine getirmek kolay ve arkadaşların çoğu da uygunsuz! Fârisî beyt tercümesi:

Cânım, yavrum! Sana sözüm, yalnız şudur:

körpeciksin, yolun da çok korkuludur.

Kıymetli oğlum! Mubâhların fazlasından sakınmalısın. Mubâhları, lüzûmu kadar kullanmalısın. Bunları da, Allahü teâlâya kulluk etmek niyeti ile yapmalısın. Meselâ, birşey yirken, Allahü teâlânın emirlerini yerine getirmek için kuvvetlenmeye, giyinirken avret yerini örtmeye ve soğuktan, sıcaktan korunmaya niyet etmeli ve her mubâh için [ve ders çalışırken böyle] gerekli niyetler yapmalıdır. Büyüklerimiz azîmet ile hareket etmiş, ruhsattan elden geldiği kadar kaçınmıştır. Mubâhları, zarûret miktârı kullanmak da azîmettir. Bu devlet, bu nîmet ele geçmezse, mubâhlardan dışarı çıkmamalı, haram ve şüphelilere taşmamalıdır. Allahü teâlâ kullarına çok merhamet ve ikrâm ederek, mubâh olan şeylerle zevklenmeye izin vermiştir. Pekçok şeyleri mubâh etmiştir. Helâl olan bu sayısız zevkleri, lezzetleri bırakıp da, haram edilen birkaç zevke sapmak, Allahü teâlâya karşı, ne kadar edebsizlik olur. Hem de, haram ettiği lezzetleri, daha fazlası ile mubâhlarda da yaratmıştır. Helâl olan çeşit çeşit nîmetlerin zevkleri bir yana, insanın işinden, Rabbinin râzı olmasından daha büyük zevk olur mu? Bir kimsenin işini, efendisinin beğenmemesinden daha büyük cefâ, sıkıntı olur mu? Cennette Allahü teâlânın râzı olması, Cennet nîmetlerinin hepsinden daha tatlıdır. Cehennemdekilerden Allahü teâlânın râzı olmaması, Cehennem azâblarından daha acıdır.

Biz kuluz. Sahibimizin emrindeyiz. Başı boş değiliz. Her istediğimizi yapmaya serbest değiliz. İyi düşünelim! Uzağı gören akıl sahibi olalım! Kıyâmet günü utanmaktan, pişman olmaktan başka, ele birşey geçmez. Gençlik çağı, kazanc zamanıdır. Merd olan, bu vaktin kıymetini bilip, elden kaçırmaz. İhtiyârlık herkese nasip olmaz. Nasip olsa da, rahat, elverişli vakit ele geçmez. Vakit de bulunsa, kuvvetsizlik, hâlsizlik zamanında, yarar iş yapılamaz. Bugün, her vaziyet elverişli iken, ananın babanın varlığı büyük nîmet iken, geçim derdi olmayıp fırsat elde iken, güç kuvvet yerinde iken, hangi özr ile, hangi sebeple, bugünün işi yarına bırakılabilir? Peygamberimiz, (Yarın yaparım diyen helâk oldu, ziyân etti) buyurdu. Eğer dünya işlerini yarına bırakırsan ve bugün hep âhıret işlerini yaparsan güzel olur. Fakat, bunun aksini yaparsan çok çirkin olur.

Gençlik zamanında, insanı üç din düşmanı olan, nefis, şeytan ve kötü insanlar aldatmaya uğraşmaktadır. Bunlar karşısında az bir ibâdet pek kıymetli olur. İhtiyârlıkta yapılan, bundan katkat fazla ibâdetlerin bu kadar kıymeti olmaz. Düşman hücûm ettiği zaman, askerin ufak bir hareketi, çok kıymetli olur. Sulh zamanında yapılan büyük talimlerin, manevraların, bu kadar kıymeti olmaz.

Oğlum, bütün varlıkların hülâsası, özü olan insan, eğlence için, oyun için, yiyip içmek, gezmek, yatmak, keyf sürmek için yaratılmadı. Kulluk vazîfelerini yapmak için, Rabbine itaat, tevâzu, kuvvetsizliğini, ihtiyacını göstermek, Ona sığınmak ve yalvarmak için yaratıldı. Muhammed aleyhisselâmın bildirdiği ibâdetlerin hepsi, insanlara faydalı şeylerdir. İnsanlara yaradığı için emredilmiştir. Yoksa, hiçbir ibâdetin Allahü teâlâya faydası yoktur. Candan teşekkür ederek, minnet ile ibâdet yapmalı. Tâm teslim olarak, emirleri yapmaya ve yasaklardan kaçınmaya çalışmalıdır. Allahü teâlâ hiçbirşeye muhtaç olmadığı hâlde, kullarını emir ve yasaklar vermekle şereflendirdi. Herşeye muhtaç olan, biz kulların, bu büyük ihsâna, bol bol teşekkür etmemiz, bunun için de, emirleri yapmaya, cândan sarılmamız lâzımdır.

Ey Oğlum! İyi biliyorsun ki, dünyada biri, mevkı', rütbe sahibi olsa, emrinde bulunanlardan birine, mühim bir vazîfe verse, bu vazîfenin yapılmasında, emir verene de fayda olduğu hâlde, bu işçi, bu vazîfeye ne kadar çok önem ve kıymet verir. Bu vazîfeyi, bana büyük bir zat verdi diye öğünür ve seve seve, zevk ile yapmaya çalışır değil mi? Yazıklar olsun! Allahü teâlânın büyüklüğü, yüksekliği, bu kimsenin büyüklüğü kadar değil midir de, islâm dîninin istediklerini yapmaya, böyle çalışılmıyor. [Allahü teâlânın emirleri vazîfe bilinmiyor ve (vazîfe mukaddestir! Önce vazîfe, sonra namaz) gibi şeyler deniyor. Hâlbuki, Allahü teâlânın emirleri birinci vazîfe olmak lâzımdır.]

Utanmak lâzımdır. Gaflet uykusundan uyanmamız lâzımdır. Allahü teâlânın emirlerini yapmamak, iki sebebden ileri gelir:

1- Allahü teâlânın emirlerine, yasaklarına inanılmamıştır. [Bu ibâdetler arablar içindir. Çöldeki insanların sağlam olması içindir. Bugün İsveç hareketleri, spor, fiziko-terapi, masaj, namazın işini görmekte, duşlar, banyolar, plâjlar, abdestten daha modern temizlemektedir denilmesidir.]

2- Allahü teâlânın emirlerine önem vermemektir. Bu emirlerin büyüklüğünü, mevkı', kumanda sahibi kimselerin büyüklüğünden aşağı görmektir. Her iki sebep ile de, ibâdet etmemenin şenâ'atini, çirkinliğini düşünmemiz lâzımdır.

Ey evladım! Yalancılığı çok defa görülmüş olan birisi, düşman bu gece, filan yerden baskın yapacak dese, idareciler, akıllılar, karşı koyma güçlerini düşünmez mi? O kimsenin yalancı olduğunu bildikleri hâlde, tehlike bulunan işlerde, ihtiyâtlı, tedbîrli, uyanık bulunmak lâzımdır demezler mi?

Muhbir-i sâdık, yâni hep doğru söyleyici, doğruluğu ile şöhret bulmuş, tekrar tekrar, açıkça, âhıretin sonsuz azâblarını bildiriyor. Buna inanmıyorlar. İnanılsa da, tedbîr, kurtulma çâresi düşünmüyorlar. Hâlbuki, Muhbir-i sâdık, kurtuluş yolunu da, göstermektedir. O hâlde, Muhbir-i sâdıkın sözlerine, bir yalancının sözleri kadar kıymet vermemek, nasıl bir îmandır? Îmanım var demek, müslümanım demek, insanı kurtarmaz. Kalbin inanması, yakîn hâsıl etmesi lâzımdır. Hâlbuki, yakîn nerede? Zan bile yok. Belki vehm bile değil. Çünkü, tehlikeli zamanlarda vehm edilen şeye karşı da, tedbîr almak, akıl îcâbıdır.

Hucürât sûresi, onsekizinci âyetinde meâlen, (Allahü teâlâ, yaptıklarınızı hep görmektedir) buyurulduğu hâlde, haramları, yapıyorlar. Hâlbuki, herhangi bayağı bir kimse, bu çirkin işleri görecek olsa, belki görmek ihtimali olsa, yapmaktan vazgeçerler. Bu hâlin iki sebebi olabilir: Yâ, Allahü teâlânın verdiği habere inanmıyorlar. Yâhut da, Allahü teâlânın görmesine önem vermiyorlar. Haramları, bu iki sebep ile işlemek, îmanı mı gösterir, kâfir olmayı mı gösterir?

Yavrum, yeniden îmanını tâzelemelisin! Peygamberimiz buyurdu ki, (Lâ ilâhe illallah, diyerek, îmanınızı yenileyiniz!) Sonra, Allahü teâlânın râzı olmadığı işlerinden tevbe etmelisin. Yasak ettiği, haram eylediği şeylerden sakınmalısın. Beş vakit namazı cemaat ile kılmalısın. Gece namaz kılabilirsen, teheccüde kalkabilirsen, büyük saadet olur.

[Cuma, Arefe, Bayram, Kadr, Berât, Mîraç, Aşûre, Mevlid ve Regâib gecelerinde ibâdet etmek çok sevaptır. Mevlânâ Muhammed Rebhâmî (Rıyâd-un-nâsıhîn) kitabının, Hind basması, yüzyetmişikinci sayfasında buyuruyor ki, büyük islâm âlimi, imam-ı Nevevî, (Ezkâr) kitabında buyuruyor ki, gecenin oniki kısmından bir kısmını (yâni bir saat kadar) ihyâ etmek, yâni okumak, kılmak, duâ etmek, bütün geceyi ihyâ etmek olur. Yaz ve kış geceleri için hep böyledir. (İbni Âbidîn)in dörtyüzaltmışbirinci (461) sayfasındaki yazıdan da, böyle olduğu anlaşılmaktadır. (Hakâyık-ı manzûme)de diyor ki, fıkh kitaplarında, saat demek, bir miktâr zaman demektir. Nevevî, şâfi'î mezhebinde müctehiddir. Hanefîlerin de, geceleri, böyle ihyâ etmeleri uygun olur). Hakâyık-i manzûme kitabı, Mahmûd-i Buhârînin olup iki cilttir ve (Manzûme-i Nesefî)nin şerhidir. Kıymetli fıkh kitabıdır. Mahmûd-i Buhârî, 671 [m. 1271] senesinde, Buhârâda vefât etmiştir.]

Zekât vermek de, islâmın beş şartından biridir. Zekât vermek elbette lâzımdır. [Birçok kitaplar, meselâ Murâd Molla kütübhânesinde, (1113) numaralı (Surre-tül-fetâvâ) kitabı ondördüncü sayfasında, (Zekât vermek lâzım olup da, (o sene vermeyip), özürsüz geciktiren günaha girer ve şehâdeti kabûl olmaz) buyurmaktadır.] Zekâtı kolayca verebilmek için, altından ve gümüşten ve ticâret eşyasından, fakirlerin hakkı olan kırkta biri, senede bir kere [meselâ her Ramazan-ı şerif ayında] zekât niyeti ile ayrılıp, saklanır. Bütün sene içinde, istediği zaman, zekât vermesi câiz olanlardan, dilediğine verir. Her verişte, ayrıca zekât için, niyet etmeye lüzûm yoktur. Ayırırken, bir kere niyet etmek yetişir. Herkes, fakirlere ve zekâttan hakkı olanlara, bir senede ne kadar vereceğini bilir. Buna göre zekâtından ayırıp saklar. Ayırırken, niyet etmezse, fakirlere verdikleri zekât olmaz. [Nâfile sadaka olur.] İşte böylece, hem zekât verilmiş olur, hem de, her zaman muhtaçlara yaptığı yardım, yerini bulur. Bir sene içinde, fakirlere yaptığı yardım, zekât için ayrılandan az olursa, artan zekâtı, yine kendi malından ayrı saklamalı, gelecek sene ayrılacak olan zekât ile karıştırıp vermelidir. Her sene, böyle ayırıp, yavaş yavaş vermek câizdir. Yavrum! İnsanların nefsi bahîldir, cimridir, tama'kârdır. Allahü teâlânın emirlerini yapmakta inatçıdır. Onun için, biraz aşırı yazdım. Yoksa, malı da, cânı da, mülkü de, hep O vermiştir. Onun verdiğine el uzatmaya kimin hakkı vardır? O hâlde zekâtı ve uşru seve seve vermek lâzımdır.

Her ibâdeti seve seve yapmalıdır. Kul hakkına dokunmamaya, hakkı olanları ödemeye, titizlikle çalışmalıdır. Üzerimizde kimsenin hakkı kalmamasına çok dikkat etmeliyiz! Hakkı dünyada ödemek kolaydır. Nezâket ile, yumuşaklıkla haktan kurtulmak mümkün olur. Fakat, âhırette, iş böyle değildir. Orada, hak altından kurtulmak çok gücdür, çâresi bulunmaz.

[Kâfirlerin haklarını da gözetmek lâzımdır. Kâfir memleketlerindeki kâfirlerin de mallarına, canlarına ve nâmuslarına saldırmamalıdır. Kâfirlerin kanûnlarına da karşı gelmemelidir.] İslâmiyeti, dînini iyi bilen ve âhıreti düşünen doğru âlimlere sorup öğrenmelidir. Böyle mübârek insanların sözleri ve kitapları, te'sîrli olur. Bunların nefeslerinin bereketi ile, sözlerini yapmak kolay olur. [Para kazanmak için, rey kazanmak, mevkı' almak için, din kitabı yazan, nutk söyliyen, müslümanları aldatmak için yüzlerine gülen, din hırsızlarının yanından ve kitaplarından kaçmak lâzımdır.] Doğru âlim, güvenilir kitap bulunamayan yerlerde, bu gibilerden ancak, çok lüzûmlu şeyler sorulabilir. Vaazları, nutkları dinlenmez.

Ey oğlum! Bizim gibi fakirlerin, yukarıda tarif ettiğimiz, alçak dünya düşkünleri ile, ne işimiz vardır ki, onların gidişlerinin iyiliğine, kötülüğüne karışalım? Allahü teâlânın Peygamberi lâzım olan nasihatları, açıkça bildirmiş, söylenmedik birşey kalmamıştır. Fakat bu yavru, bu fakirlere gelip, nasihat ve yardım istemiş olduğu için, bu yavrunun nasıl, ne yolda bulunduğu sık sık kalbe gelmektedir. Bu bağlılık bu satırların yazılmasına sebep olmuştur. Evet, bu yavrunun böyle sözleri çok işitmiş olduğunu biliyorum. Fakat, yalnız işitmekle, birşey kazanılmaz. Duyduklarını, öğrendiklerini yapmak lâzımdır. Bir hasta, ilâcını öğrenebilir. Fakat, ilâcı kullanmadıkça, iyi olamaz. İlâcı bilmek, onu iyi edemez. Bütün Peygamberlerin ve âlimlerin milyonlarca sözleri ve binlerle kitapları, hep işlemek içindir. Bilmek, kıyâmette faydalı değil, şefaatcı değil, azâb yapılması için huccet ve şâhit olacaktır. Peygamber efendimiz buyurdu ki, (Kıyâmet günü, azâbın en şiddetlisine, en kötüsüne düşecek olan, ilminin faydasını görmiyen, gidişi ilmine uymıyan âlimdir).

Yavrum, o zamanki tevbenin, bağlılığın bir netîce vermediğini sen de biliyorsun! Çünkü, Allahü teâlâyı seven ve unutmıyanlardan uzak kalman, o saadet tohumunun açılıp büyümesine mani oldu. Fakat, o tohumun çürümemiş olması, bu yavrunun yetişmeye elverişli, nefîs bir cevher olduğunu göstermektedir. O tevbenin, o bağlılığın bereketi ile, Allahü teâlânın, bu yavruyu, ergeç, sevdiği, seçtiği yola kavuşturacağı Ümit olunur. Herne behâsına olursa olsun, Allah yolunda bulunanlara olan sevgiyi elden kaçırmayınız! Bunlara sığınmak, bunlarla berâber olmak iştiyâkını kalbinize yerleştiriniz! Bu büyüklere olan sevginiz sebebi ile, Allahü teâlânın, kendi sevgisini içinize yerleştirmesini ve kalbinizi, bu dünya çerçöplerine bağlamaktan kurtarıp, büsbütün kendisine çekmesini isteyiniz! Fârisî beytler tercümesi:

Aşk öyle bir ateştir ki, yanarsa eğer,

Mâşuktan başka herşeyi yakar, kül eder.

Haktan gayrıyı katl için (LÂ) kılıncı çek,

(LÂ) dedikten sonra, birşey kaldımı bir bak.

(İLLALLAH)dan başka ne varsa, hepsi gitti;

Sevin ey aşk! Hakka ortak kalmadı bitti.


74 YETMİŞTÖRDÜNCÜ MEKTÛB



Bu mektûb, Mirzâ Bedî'uz-zamana yazılmıştır. Fakirleri sevmek ve onlara iyilik etmek ve islâmiyete uymak lâzım olduğu bildirilmektedir:



Şerefli mektûbunuz ve latîf yazılarınız geldi. Allahü teâlâya hamd olsun! Okuyunca, fakirlere sevginiz ve bağlılığınız anlaşıldı. Çünkü bu sevgi, saadetin sermâyesidir. Onlar, Allahü teâlânın celîsleridir, hep Onunla birliktedirler. [Çünkü, Buhârî ve Müslimdeki hadis-i şerifte, (Beni zikrederken onunla berâberim) buyuruldu.] (Onlarla birlikte olanlar şakî olmaz) buyuruldu. [Bu hadis-i şerif, (Buhârî) ve (Müslim) sahihinde yazılıdır.] Resûlullahın, kâfirlere gâlib gelmesi ve işlerin kolaylaşması için, muhâcirlerin fakirleri hurmetine duâ buyurduğu, [Taberânîde ve Ebû Nu'aym ve Hâfız-ı Münzirînin (Tergîb) kitabında] bildirilmektedir. Peygamberimiz muhâcirlerin fakirlerinin şânlarını bildirmek için, (Saçları karışmış çok kimse vardır ki, kapılardan kovulurlar. Allahü teâlâya yemin etseler, yemin ettikleri şeyi elbette yaratıp verir) buyurdu.

Ey mes'ûd insan! Kıymetli mektûbunuzda, (Dünya ve âhıretin sahibi...) yazmışsınız. Bu söz, ancak Allahü teâlâ için söylenir. Elinden hiçbirşey gelmiyen bir köle, nasıl olur da, herhangi bir bakımdan sahibi ile ortaklığı arayabilir? Sahip olmak yolunu tutabilir? Hele âhırette. İster hakîkat olarak, isterse mecâz olarak düşünülsün, mâlik ve sahip yalnız Allahü teâlâdır. Hak teâlâ, kıyâmet günü, (Bugün, mülk kim içindir?) buyurur. Cevap olarak yine kendisi, (Kahhâr, Gâlib olan bir Allah içindir) buyurur. O gün kullar için, korkudan sığınmaktan başka birşey yoktur. Pişmanlıktan, şaşkınlıktan başka birşey yapamazlar. Allahü teâlâ, o günün şiddetini, kulların sıkıntısının çokluğunu bildirmek için, Hac sûresinin birinci [1] âyetinde meâlen, (O günün zelzelesi çok büyük şeydir. O gün kadınlar memedeki çocuklarını unuturlar. Hâmile hâtûnlar çocuklarını düşürürler. İnsanlar sarhoş olmuşlar sanılır. Onlar sarhoş değildir. Fakat, Allahü teâlânın azâbı çok şiddetlidir) buyuruldu. Fârisî iki beyt tercümesi:

Sorulur o gün işlerden, sözlerden,

Kalbi titrer Nebîlerin korkudan.

Enbiyânın şaşırdığı bir yerde,

Günahlara özr bulmak nerede?

Nasihatların başı şudur ki, islâmiyetin sahibine uymak lâzımdır. Resûlullaha uymıyanlar, âhırette azâbdan kurtulamaz. Bundan sonra, dünyanın süslerine düşkün olmamak, varlığına ve yokluğuna aldırış etmemek lâzımdır. Çünkü, Allahü teâlâ dünyayı sevmez, ona kıymet vermez. Bunun için, kulun dünyalığı olmaktansa, olmaması daha iyidir. Dünyanın kimseye fayda vermediğini ve elden çabuk çıktığını herkes bilmekte, hattâ görmektedir. Dünyanın malına, mevkı'ine düşkün olanların, bunlara kavuşmak için uğraşıp da, ânsızın hepsini bırakıp gidenlerin hâlini görerek ibret alınız! Allahü teâlâ, bizi ve sizi, Peygamberlerin en üstününe uymakla şereflendirsin! Âmîn.


75 YETMİŞBEŞİNCİ MEKTÛB



Bu mektûb, yine Mirzâ Bedî'uz-zamana yazılmıştır. Mahlûkların en üstününe uymağı, önce îtikadı düzeltmeği, sonra fıkh bilgilerini öğrenmeyi bildirmektedir:



Allahü teâlâ, size selâmet ve âfiyet versin! Dünya ve âhıret saadetlerine kavuşmak için, dünya ve âhıretin efendisine uymak lâzımdır. Ona uymak için, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiklerine uygun olarak, önce îtikadı düzeltmek lâzımdır. Bundan sonra, o büyüklerin Kur'an-ı kerimden ve hadis-i şeriflerden anlayıp bildirdikleri helâl, haram, farz, vâcib, sünnet, mendûb, mubâh ve müştebeh bilgilerini öğrenmek ve bütün işlerini bunlara uygun olarak yapmak lâzımdır. Bu iki îtikat ve amel kanadları elde edildikten sonra, eğer ezelde mes'ûd olmuş ise, mukaddes âleme uçmak nasip olur. Bu iki kanat olmadan yükselmek olamaz. Bu alçak dünya, arkasından koşmaya değmez. Malının, mevkı'inin değeri yoktur ki özenilsin. Değerli, kıymetli şeyleri aramalıdır. Allahü teâlâ, herşeyi bir sebeple yarattığı, gönderdiği için, kendisine kavuşturan sebebi, o vesîleyi Ondan istemelidir. Fârisî mısra' tercümesi:

İş budur, bundan başkası hiçtir.

Bu fakirlere yakınlık göstererek yardım istiyorsunuz. Size müjdeler olsun! Sağlam olarak ve kazanarak geri dönersiniz. Fakat, bir şartı gözetmek lâzımdır. O da, kalbi yalnız bir yere bağlamaktır. Kalbi birkaç yere bağlamak, insanı harap eder. (Bir yerde olan, her yere kavuşur. Heryere dağılan hiçbir yer bulamaz) sözü meşhûrdur. Allahü teâlâ, Muhammed aleyhisselâmın nûrlu caddesinde bulundursun. Doğru yolda olanlara ve Muhammed aleyhisselâmın izinde bulunanlara selâm olsun!


76 YETMİŞALTINCI MEKTÛB



Bu mektûb, Kılınc hâna gönderilmiş olup, terakkî, verâ ve takvâ ile olur. Mubâhların fazlasını terk etmelidir. Hiç olmazsa, haramlardan sakınıp, mubâhları azaltmalıdır. Haramlardan sakınmak, iki türlü olduğu bildirilmektedir:



Allahü teâlâ, sizi her üzüntüden korusun. İnsanların en üstünü hurmeti için, her kusurdan muhâfaza buyursun!

Sûre-i Haşrin yedinci âyetinde meâlen, (Resûlümün getirdiği emirleri alınız, itaat ediniz! Nehy, men, yasak ettiği şeylerden sakınınız!) buyuruldu. Görülüyor ki, dünyada felaketlerden, âhırette azâbdan kurtulmak için, iki şey lâzımdır: Emirlere sarılmak, yasaklardan sakınmak! Bu ikisinden, en büyüğü, daha lüzûmlusu, ikincisidir ki, (Verâ) ve (Takvâ) denir. Resûlullahın yanında, birisinin çok ibâdet ettiğini, çok uğraştığını söylediler. Birisinin de, yasak edilen şeylerden çok sakındığını söylediklerinde, (Hiçbirşey, verâ gibi olamaz!) buyurdu. Yâni, yasaklardan sakınmak, daha kıymetlidir buyurdu. Bir hadis-i şerifte de, (Dîninizin direği verâdır) buyurdu. İnsanların meleklerden daha üstün olabilmesi, verâ sâyesindedir ve terakkî etmeleri, yükselmeleri bu sâyededir. Melekler de, emirlere itaat etmektedir. Hâlbuki melekler, terakkî edemiyor. O hâlde, verâa sarılmak ve takvâ üzere olmak, herşeyden daha lüzûmludur. İslâmiyette en kıymetli şey takvâdır. Dînin temeli takvâdır. Verâ ve takvâ, haramlardan kaçınmak demektir. Haramlardan tamamen kaçınabilmek için, mubâhların fazlasından kaçınmalıdır. Mubâhları, lâzım olduğu kadar, kullanmalıdır. Bir insan, mubâh, yâni islâmiyetin izin verdiği şeylerden, her istediğini yapar, taşkınca mubâh işlerse, şüpheli şeyleri yapmaya başlar. Şüpheliler ise, haram olanlara yakındır. İnsanın nefsi, hayvân gibi, kendine düşkündür. Uçurum yanında dolaşan, birgün uçuruma düşebilir. Verâ ve takvâyı tâm yapabilmek için, mubâhları lâzım olduğu kadar kullanmalı, zarûret miktârını aşmamalıdır. Bu kadarını kullanırken de kulluk vazîfelerini yapabilmek için kullanmaya niyet etmelidir. Böyle niyet etmeden, az kullanmak da günah olur. Azı da çoğu gibi zararlı olur. Mubâhların fazlasından tamamen kaçınabilmek, her vakit ve hele bu zamanda, hemen hemen mümkün değildir. Hiç olmazsa, haramlardan kaçınmalı, mubâhların fazlasından da elden geldiği kadar sakınmaya çalışmalıdır. Mubâhlar, lüzûmundan fazla işlendikte, pişman olup tevbe etmelidir. Bu işleri, haram işlemeye başlangıç bilmelidir. Allahü teâlâya sığınmalı ve yalvarmalıdır. Bu pişmanlık, tevbe ve yalvarmak, belki mubâhların fazlasından büsbütün sakınmak yerine geçerek, böyle işlerin âfetinden, zararından korur. Büyüklerden biri buyuruyor ki, (Günah işleyenlerin, boynunu bükmesi, bana, ibâdet edenlerin göğsünü kabartmasından daha iyi geliyor).

Haramlardan kaçınmak da, iki türlüdür: Birinci kısmı, yalnız Allahü teâlânın haklarına dokunan günahlardan kaçınmaktır. İkinci kısmı, insanların, mahlûkların hakları da bulunan günahlardan kaçınmaktır. İkinci kısmı, daha mühimdir. Allahü teâlâ, hiçbirşeye muhtaç değildir ve çok merhametlidir. Kullar ise, pekçok şeye muhtaç oldukları gibi, hasîs ve alçaktır. Resûlullah buyurdu ki: (Üzerinde kul hakkı olan, mahlûkların malına, ırzına dokunan, ölmeden önce helâllaşsın, ödesin! Zîrâ o gün altının, malın değeri olmaz. O gün, hak ödeninceye kadar, kendi sevaplarından alınacak, sevapları olmazsa, hak sahibinin günahları, buna yüklenecektir).

[İbni Âbidîn (Dürr-ül-muhtâr) kitabını açıklarken, namaza niyet bahsi, ikiyüzdoksanbeşinci sayfada buyuruyor ki, (Kıyâmet günü, hak sahibi, hakkını affetmezse, bir dank hak için, cemaat ile kılınmış, kabûl olmuş yediyüz namazı alınıp, hak sahibine verilecektir). Bir dank, dirhemin altıda biri, yaklaşık olarak, yarım gram gümüştür.]

Birgün, Eshâb-ı kirâma karşı: (Müflis kime denir, biliyor musunuz?) buyuruldukta: (Parası ve malı kalmayan kimseye diyoruz) dediler. Buyurdu ki: (Ümmetim arasında müflis, şu kimsedir ki, kıyâmet günü, defterinde çok namaz, oruç ve zekât sevabı bulunur. Fakat, bir kimseye sövmüş, iftirâ etmiş, malını almış, kanını dökmüş, döğmüş. Sevapları, bu hak sahiplerine dağıtılır. Hakları ödenmeden önce, sevapları biterse, hak sahiplerinin günahları, bunun üzerine yükletilir. Sonra Cehenneme atılır). [Bu hadis-i şerif de gösteriyor ki, Eshâb-ı kirâmdan herhangi birine dil uzatan, söğen, iftirâ eden, âhırette muhakkak cezâsını görecektir.]

Sizin için ne kadar hamd etsek, ne kadar teşekkür etsek azdır. Çünkü sizin mübârek vücûdunüz sâyesinde, büyük Lâhor şehrinde, böyle bir zamanda, ahkâm-ı şer'ıyyenin çoğu meydana çıkmakta, tatbîk edilmektedir. Bu memlekette din kuvvetlenmekte, islâmiyet yerleşmektedir. Bu fakire göre, Lâhor şehri, Hindistânın kalbi gibidir. Bu şehrin hayr ve bereketi, bütün Hindistân şehirlerine yayılmaktadır. İslâmiyetin bu şehirde kuvvetlenmesi, bütün şehirlerde kuvvetlenmesine yol açıyor. Allahü sübhânehü ve teâlâ, kuvvetinizi arttırsın. Her işinizde yardımcınız olsun! Resûlullah buyurdu ki: (Ümmetimden, hak üzere olan, doğru yolda yürüyen, her zaman bulunacaktır. Bunlara karşı duranlar, bunlara zarar yapamaz. Bunlar, Allahü teâlânın takdir ettiği saate kadar, işlerini yapacaktır). İlm deryası, başımın tâcı olan hocama karşı kuvvetli bağlılığınızı düşünerek, şu birkaç satırımla, o kıymetli sevgiyi tâzelemek istedim. Rahatsız etmemek için bu kadar yazıyorum. Cenâb-ı Hak, zat-i âlînizi hakîkî devletlere ve sonsuz saadetlere kavuştursun. Sevgili Peygamberi hurmetine duâmı kabûl buyursun! Âmîn.

77 YETMİŞYEDİNCİ MEKTÛB

Bu mektûb, Cebbârî hâna yazılmıştır. Allahü teâlâya ibâdetin nasıl olacağı bildirilmektedir:



Her türlü hamd, Allahü teâlâ içindir. Onun seçtiği kullarına selâm olsun. Fârisî beyt tercümesi:

Allahdan başkasına tapınmak hiçtir,

Hiç ile uğraşmak ise deliliktir.

Bîçûn ve bî-çigûne olan yâni nasıl olduğu bilinemiyen bir yaratana “celle sultânüh” ibâdet edebilmek için, Ondan başka şeylere kul olmaktan kurtulmak, kalbini Ondan başka hiçbirşeye bağlamamak lâzımdır. Bunun da işareti, alâmeti, Ondan gelen nîmetler ile sıkıntıları birbirinden başka türlü karşılamamaktır. Başlangıçta, Onun gönderdiği sıkıntılar, verdiği nîmetlerden daha tatlı gelir. Fakat, bu makamın sonuna varılınca, her iş Ona bırakılır. Her gönderdiği uygun gelir, tatlı gelir. Onun nîmetine kavuşmak ve azâbından kurtulmak için yapılan ibâdet, kendi kendine tapınmak olur. Kendi kurtuluşu ve rahatlığı için çalışmış olur. Fârisî beyt tercümesi:

Arzularının ardında koştukça sen.

âşıkım deyince, yalan söylersin!

Bu nîmete kavuşmak, tâm Fena ile olur. Kalbi ona bağlamak, Onun zâtını sevmekle olur. Bu bağlantı, bu teveccüh de, Vilâyet-i hâssa-i Muhammediyyenin başlangıcıdır. Bu büyük nîmete kavuşmak da, Onun dînine tâm uymakla ele geçebilir. Çünkü, her Peygambere Peygamberlik yolundan gönderilmiş olan din, o Peygamberin vilâyetine uygundur. Çünkü, vilâyette sâlikin yüzü, büsbütün Allahü teâlâya karşıdır. Onu Peygamberlik makamına indirdikleri zaman, o nûr ile birlikte iner. O üstünlük, insanlar arasında bulunduğu zaman da, kendinde bulunur. Peygamberlik makamının derecelerine kavuşmak da, hep bu nûr ile olur. Bunun içindir ki, (Bir Peygamberin vilâyeti, kendi Peygamberliğinden daha üstündür) demişlerdir. Görülüyor ki, her Peygamberin yolu kendi vilâyetlerine uygundur. Onun yoluna uymak, Onun vilâyetine kavuşmaya sebep olur.

Suâl: O Serverin yoluna uyanlardan birçoğu, o Serverin vilâyetine kavuşamıyor. Başka bir Peygamberin makamı altında bulunuyor. Onun vilâyetine kavuşuyor. Bu nasıl oluyor?

Cevap: Peygamberimizin yolu, bütün yolları kendinde toplamıştır. Ona indirilmiş olan kitap, gökten inmiş kitapların hepsini içine almıştır. Bundan dolayı, bu dîne uymak, bütün dinlere uymak olur. Sâlik, yaradılışında hangi Peygambere uygun oldu ise, onun vilâyetini alır. Şunu da bildirelim ki, Onun vilâyeti bütün Peygamberlerin vilâyetlerini kendinde toplamıştır. Onların vilâyetlerinden birine kavuşmak, bu vilâyetin parçalarından bir parçaya kavuşmak olur. Bu vilâyetin kendisine yâni o vilâyetlerin toplamına kavuşamamak, Resûlullaha tâm uyamamaktan ileri gelmektedir. Tâm uyamamanın dereceleri vardır. Bunun için, elde edilen vilâyetler de, başka başka olur. Tâm uymak ele geçerse, bu vilâyetin kendine kavuşulur. Başka bir Peygamberin dînine uyan bir kimsede, vilâyet-i hâssa-i Muhammediyye hâsıl olsaydı, yukardaki suâl sorulabilirdi. Hâlbuki, böyle birşey olmamıştır.

Bize nîmetlerini gönderen ve doğru yola kavuşturan ve sağlam dîni ihsân eden Allahü teâlâya hamd olsun! Doğru yol, Muhammed aleyhisselâmın yoludur. Onun dînidir. Yasîn sûresinin başında, (Sen elbette Peygamberlerdensin. Tâm doğru yoldasın!) meâlindeki âyet-i kerimeler, böyle olduğunu göstermektedir. Allahü teâlâ bizi ve sizi, o yüce Peygamberin dînine uymakla şereflendirsin. Ona tâm uyanların ve Evliyâsının büyüklerinin hurmeti için duâmızı kabûl buyursun! Âmîn. Bu duâmızı size ulaştıran zâtın yolculuğu sizin tarafınıza olunca bu birkaç kelime ile muhabbet zincirini harekete getirdi.

78 YETMİŞSEKİZİNCİ MEKTÛB



Bu mektûb, yine Cebbârî hâna yazılmıştır. Sefer der Vatan ve seyr-i âfâkî ve enfüsî bildirilmektedir:



Allahü teâlâ, doğru olan bu islâmiyetin caddesinde ilerlemek ihsân eylesin! Dehli ve Egre yolculuğundan geri döneli birkaç gün oldu. Alıştığımız vatanda yine yerleştik. (Vatanı sevmek îmandandır) hadis-i şerifinde bildirilen sevgi, kendini gösterdi. [Bunun hadis olduğu (Mesnevî)de de bildirilmektedir.] Vatana kavuştuktan sonra, yolculuk olursa, vatan içinde olur. (Sefer der Vatan) Nakşibendiyye büyüklerinin temel sözlerinden biridir. Bu tarîkatte bu seferi, daha başlangıcda tattırırlar. Nihâyeti başlangıcda yerleştirdikleri buradan belli olur. Bu yolun yolcularından dilediklerini (Meczûb-i sâlik) yaparlar. İnsanın dışında ilerletirler. (Seyr-i âfâkî) denilen bu dış yolculuk bittikten sonra (Seyr-i enfüsî) denilen insanın içindeki yolculuğa başlatırlar. (Sefer der Vatan), bu ikinci yolculuk demektir. Fârisî mısra' tercümesi:

Bu büyük nîmeti, bakalım kime verirler?

Arabî beyt tercümesi:

Nîmete kavuşanlara âfiyet olsun,

Zevallı fakir âşık, birkaç damlayla doysun.

Bu büyük nîmete kavuşmak, ancak gelmişlerin ve geleceklerin efendisine uymakla ele geçebilir. Bir kimse, kötü huylarını yok etmezse ve emirlere uyarak ve yasaklardan sakınarak kendini süslemezse, bu nîmetim kokusunu bile duyamaz. İslâmiyetten kıl ucu kadar bile ayrılan bir kimsede ahvâl ve mevâcid hâsıl olursa, bunlara istidrâc denir ki, onu dünyada ve âhırette rezil olmaya sürükler. Allahü teâlânın sevgili Peygamberine ayak uydurmayan bir kimse, felaketlerden kurtulamaz. Birkaç günlük dünya hayatını, Hak teâlânın râzı olduğu şeyleri yapmakla geçirmelidir. Bir kimsenin işlerinden, onun sahibi râzı olmazsa, onun yaşaması nasıl olur? Hak teâlâ, onun büyük, küçük her yaptığını bilmekte ve görmektedir. Hazırdır ve nâzırdır. Utanmak lâzımdır. Eğer bir kimsenin onun çirkin ve kötü işlerini gördüğünü anlasa, onun gördüğü yerde bozuk birşey yapmaz. Ayblarını, kusurlarını onun gördüğünü istemez. Müslümanlara ne oldu ki, Hak teâlânın hazır olduğunu bilerek, Onun beğenmediği şeyleri yapmaktan sıkılmıyorlar? Bu nasıl müslümanlıktır? Hak teâlâya, kendi kusurlarını gören bir kimse kadar kıymet vermiyorlar. Nefslerimizin kötülüklerinden ve işlerimizin bozuk olmasından Allahü teâlâya sığınırız. Hadis-i şerifte, (Lâ ilâhe illallah diyerek îmanınızı tâzeleyiniz!) buyuruldu. Şânı, şerefi çok büyük olan bu sözle her ân, îmanı tâzelemeli. Uygunsuz işlerin hepsinden Allahü teâlâya tevbe etmeli, Ona yalvarmalıdır! Belki, tevbe etmek için başka zaman ele geçmez. Hadis-i şerifte, (Sonra yaparım diyenler helâk oldu) buyuruldu. Yâni, iyi işleri geciktirenler, bu günün işini yarına bırakanlar aldandı, ziyân etti. Boş zamanı kıymetlendirmelidir. Bu zamanlarda, Allahü teâlânın beğendiği şeyleri yapmalıdır. Tevbe yapabilmek, Hak teâlânın büyük nîmetlerinden biridir. Hak teâlâdan, her ân bu nîmeti istemelidir. İslâmiyeti iyi bilen ve hakîkat âleminden haberi olan Allah adamlarından yardım beklemeli, bunlardan imdâd istemelidir. Böylece, Hak teâlânın lütfuna kavuşarak, Onun mukaddes tarafına çekilir. Ona karşı baş kaldıramaz olur. İslâmiyetten kıl ucu kadar ayrılık bulundukça, kendini tehlikede bilmelidir. Bu ayrılıkların, uygunsuzlukların hepsini yok etmelidir. Fârisî beyt tercümesi:

Kurtulurum sanma sakın, ey Sa'dî hoca!

Muhammed aleyhisselâma uymadıkca.

Ehlüllah, yâni Allah adamlarına karşı gelmekten çok sakınmalıdır. Hele arada pîrlik ve rehberlik bağı varsa ve ondan istifâde yolu açılmış ise, onun ufak bir şeyini beğenmemek, öldürücü zehir olur. Daha çok yazmaya lüzûm yok sanırım. Bu birkaç kelime de, aramızdaki muhabbet ve ihlâs dolayısı ile yazıldı. Sizi usandırmıyacağımızı sanırım.

Şununla da başınızı ağrıtayım ki, Molla Ömer ve Şâh Hüseyn, temiz kimselerin çocuklarıdır. Hizmetinizde bulunmak istiyorlar. Hizmetcileriniz arasına girmeleri umulur. İsmâ'îl de bu dilekle hizmetinize gelmiştir. Bineceği yok ise de, hâline uygun bir iş bulacağı Ümidindedir. Başınızı daha ağrıtmıyayım. Vesselâm, vel-ikrâm.


79 YETMİŞDOKUZUNCU MEKTÛB



Bu mektûb, yine Cebbârî hâna yazılmış olup, bu parlak dînin geçmiş dinlerin herbirini bir araya getirmiş olduğunu ve bu dîne uymak, bütün dinlere uymak olacağını bildirmektedir:



Allahü teâlâ, Muhammed aleyhisselâmın getirdiği parlak dîne uymak ve bu doğru yolda ilerlemek, böylece rızasına, sevgisine kavuşmak nasip eylesin! Çünkü, Allahü teâlâ, bütün ismlerinin ve sıfatlarının kemâllerini, üstünlüklerini, en sevgili kulu ve resûlü olan Muhammed aleyhisselâmda toplamıştır. Bütün bu üstünlükler, kula yakışacak şekilde Onda görünmektedir. Ona indirilmiş olan kitap, yâni Kur'an-ı kerim, bütün Peygamberlere indirilmiş olan kitapların hepsinin hulâsasıdır. Hepsinde bildirilmiş olanlar, bunda da vardır. Bu büyük Peygambere verilmiş olan din de, geçmiş dinlerin hepsinin süzülmüş kaymağı gibidir. Hak olan, doğru olan bu dînin bildirdiği her iş, geçmiş dinlerde bildirilen amellerden, işlerden seçilmiş, alınmıştır. Ayrıca meleklerin işlerinden de seçilmiş alınmış bulunmaktadır. Meselâ, meleklerden bir kısmına rükü' etmek emrolunmuştur. Birçoklarına secde etmek, başka meleklere de kıyâm, yâni ayakta ibâdet etmeleri emredilmiştir. Bunun gibi, geçmiş ümmetlerden bazısına yalnız sabah namazı emredilmişti. Başkalarına, başka vakitlerin namazı emrolunmuştu. Geçmiş ümmetlerin ve mukarreb meleklerin ibâdetlerinden, amellerinden süzülenleri, seçilenleri, bu dinde emrolundu. Bunun için, bu dîni tasdik etmek, inanmak ve bu dînin emirlerine uymak, geçmiş bütün dinleri tasdik etmek ve hepsine uymak olur. Demek oluyor ki, bu dîni tasdik edenler, ümmetlerin en hayrlısı, en iyileri olur. Bu dîne inanmıyan, beğenmiyen, buna uymak istemiyen de geçmiş dinlerin hepsine inanmamış, hiçbirine uymamış olur. Bunun gibi, insanların en üstünü, iyilerin seçilmişi olan Muhammed aleyhisselâma inanmıyan, o büyük Peygambere dil uzatan bir kimse, Allahü teâlânın ismlerinin ve sıfatlarının kemâllerine, üstünlüklerine inanmamış olur. Resûlullaha inanmak, Onun üstünlüğünü anlamak da, bütün kemâlleri anlamak ve inanmak olur. Demek ki, bu yüce Peygambere inanmıyan, Onun getirdiği dîni beğenmeyen kimse, ümmetlerin, insanların en kötüsü, en aşağısıdır. Bunun içindir ki, Tevbe sûresinin doksansekizinci [98] âyetinde meâlen, (Arabın küfürleri ve münâfıklıkları, başkalarınınkinden daha şiddetlidir) buyuruldu.

Fârisî iki beyt tercümesi:

Arabistânda doğan, Muhammed,

Dünya ve âhiretin efendisi Odur hemân!

Toprak altında kalsın, ezilsin, batsın her zaman,

Onun kapısında toz, toprak olmak istemiyen!

Bütün nîmetleri, iyilikleri gönderen Allahü teâlâya hamd olsun ki, sizin bu islâmiyeti ve onun sahibini sevdiğiniz, iyice inandığınız ve uygunsuz davranışlarınıza pişman olduğunuz görülmektedir. Allahü teâlâ bu uyanıklığınızı arttırsın! Âmîn.

Allahü teâlâya hamd ve şükür olsun ki, bu islâmiyete ve islâmiyetin sahibine güzel îtikat ve güzel düşünce, güzel şekilde sizde görülmekte ve dâimâ uygunsuz hareketlerinize pişman olmak elinize geçmektedir. Allahü teâlâ daha çoğunu nasip eylesin.

İkinci olarak şunu da ricâ edeyim ki, duâcınızın bu mektûbunu size getiren Şeyh Mustafâ, Kâdı Şerîhin soyundandır. O temiz sülâlenin çocukları bu memlekette saygı gören büyüklerden olmuşlardır. Maddî bakımdan da rahat yaşamışlardır. Adı geçen şeyh Mustafânın maaşı yoktur. Bu yüzden asker olmak yolundadır. Senetler ve emirler de yanındadır. Umulur ki, sizin vâsıtanızla, bu sıkıntıdan kurtulup, cemiyete kavuşur. Daha fazla yazıp başınızı ağrıtmıyayım. Kendisini sadr-ı a'zama o şekilde ısmarlayınız ki, işi olsun ve tefrikadan kurtulup cemiyete ulaşsın. Vesselâm vel ikrâm.

80 SEKSENİNCİ MEKTÛB



Bu mektûb, mirzâ Fethullah-i Hakîme yazılmıştır. Yetmişüç fırka içinde, kurtulan bir fırkanın, Ehl-i sünnet fırkası olduğunu bildirmektedir:



Hak teâlâ, Muhammed Mustafânın nûrlu caddesinde yürümek nasip eylesin! Fârisî mısra' tercümesi:

İş budur. Bundan başkası hiçtir.

Hadis-i şerifte, müslümanların yetmişüç fırkaya ayrılacakları bildirildi. Bu yetmişüç fırkadan herbiri, islâmiyete uyduğunu iddiâ etmektedir. Cehennemden kurtulacağı bildirilen bu fırkanın kendi fırkası olduğunu söylemektedir. Mü'minûn sûresi, ellidördüncü [54] ve Rûm sûresi otuzikinci âyetinde meâlen, (Her fırka, doğru yolda olduğunu sanarak, sevinmektedir) buyuruldu. Hâlbuki, bu çeşidli fırkalar arasında kurtulucu olan birinin alâmetini, işaretini, Peygamberimiz şöyle bildirmektedir: (Bu fırkada olanlar, benim ve Eshâbımın gittiği yolda bulunanlardır). İslâmiyetin sahibi kendini söyledikten sonra, Eshâb-ı kirâmı da, söylemesine lüzûm olmadığı hâlde, bunları da söylemesi, (Benim yolum, Eshâbımın gittiği yoldur. Kurtuluş yolu, yalnız Eshâbımın gittiği yoldur) demektir. Nitekim Nisâ sûresi, yetmişdokuzuncu âyetinde meâlen, (Resûlüme itaat eden, elbette Allahü teâlâya itaat etmiştir) buyuruldu. Resûle itaat, Hak teâlâya itaat demektir. Ona uymamak, Allahü teâlâya isyândır. Allahü teâlâya itaatin, Resûlüne itaatten başka olduğunu sananlar için nâzil olan, Nisâ sûresinin, (Allahü teâlânın yolu ile, Resûlünün yolunu birbirinden ayırmak istiyorlar. Senin söylediklerinin bazısına inanırız, bazısına inanmayız diyorlar. İkisi arasında ayrı bir yol açmak istiyorlar. Bunlar, elbette kâfirdir) meâlindeki yüzkırkdokuzuncu âyeti, bunların kâfir olduklarını bildiriyor. Eshâb-ı kirâmın yolunda gitmeyip de, Peygambere uyduğunu söyliyen, yanılıyor. Ona uymuş değil, isyân etmiş oluyor. Böyle yol tutan, kıyâmette kurtulamıyacaktır. Mücâdele sûresinin, (Doğru birşey yaptıklarını sanıyorlar. Biliniz ki, onlar yalancıdır, kâfirdir) meâlindeki onsekizinci âyeti bu gibilerin hâlini gösteriyor.

Eshâb-ı kirâmın yolunda giden, hiç şüphe yok ki, Ehl-i sünnet vel cemaat fırkasıdır. Allahü teâlâ, bu fırkanın yorulmadan, yılmadan çalışan büyüklerine, bol bol mükâfat versin! Cehennemden kurtulan fırka, yalnız bunlardır. Çünkü, Peygamberimizin Eshâbına dil uzatan, bunlara uymaktan, elbette mahrumdur.

[Şî'îler, oniki kısmdır. Her kısmı da kollara ayrılmıştır. Bazısı abdestsiz, gusülsüz gezer. Namaz kılanları azdır. Hepsinin îtikadı, inanışı Ehl-i sünnetten ayrıdır. Alevî değildirler. (Alevî), Ehl-i beyti seven, onların yolunda giden kimse demektir. İmâm-ı Aliye ve bunun Hz. Fâtımadan olan çocuklarına (Ehl-i beyt) denir. Ehl-i beyti sevmek şerefini Ehl-i sünnet kazanmış, onları sevmeği, onların yolunda bulunmağı, son nefeste îman ile gitmenin alâmeti, işareti demiştir. O hâlde alevî, Ehl-i sünnettir. Bunun için, alevî olmak isteyen kimsenin, Ehl-i sünnet olması lâzımdır. Bugün, zındıklar ve müslümanlıkla ilgileri olmıyan kimseler, mübârek Alevî ismini Ehl-i sünnetten alıp, kendilerine mal etmek istiyorlar. Bu güzel ismin gölgesi altında, gençleri aldatmaya, Resûlullahın yolundan ayırmaya uğraşıyorlar. Bu konuda, (Eshâb-ı kirâm) ve (Hak Sözün Vesîkaları) kitaplarımızda geniş bilgi vardır.]

Mu'tezilî fırkası ise, sonradan meydana çıkmıştır. Bunun kurucusu olan Vâsıl bin Atâ, Hasen-i Basrînin talebesinden idi. Îman ile küfür arasında, bir üçüncü kısm bulunduğunu söyliyerek, Hasen-i Basrînin yolundan ayrıldığı için, Hasen-i Basrî, buna (İ'tezele annâ) buyurdu ki, bizden ayrıldı demektir. Diğer bütün fırkalar da, sonradan meydana çıktı.

Eshâb-ı kirâma dil uzatmak, Allahü teâlânın Peygamberine dil uzatmak olur. (Eshâb-ı kirâma saygı göstermiyen, Allahü teâlânın Resûlüne îman etmemiştir) buyuruldu. Çünkü, onların kötülenmesi, sahiplerinin, efendilerinin kötülenmesi olur. Böyle yanlış îtikata düşmekten, Allahü teâlâya sığınırız! Kur'an-ı kerimden ve hadis-i şeriflerden çıkan ahkâmı bizlere getiren, Eshâb-ı kirâmdır. Onlara dil uzatılınca, onların getirdiği şey de, kıymetten düşer. İslâmiyeti bizlere getiren, Eshâb-ı kirâm arasından belli kimseler değildir. Bunda, herbirinin hizmeti, payı vardır. Hepsi adalette, doğrulukta, öğretmekte müsâvîdir. Eshâb-ı kirâmdan herhangi birine dil uzatılınca, dîn-i islâm kötülenmiş, söğülmüş olur. Allahü teâlâ, bu çirkin hâle düşmekten hepimizi korusun!

Eshâb-ı kirâma söğen eğer, (Biz, yine Eshâb-ı kirâma uyuyoruz. Onların hepsine uymak, şart değildir. Hattâ mümkün değildir. Çünkü, sözleri birbirine uymıyor. Yolları başka başkadır) derse, bunlara deriz ki: Eshâb-ı kirâmdan bazısına uymuş olmak için, hiçbirini inkâr etmemek lâzımdır. Bir kısmını beğenmeyince, başka kısmına uyulmuş olamaz. Çünkü, meselâ Emîr [Ali], diğer üç halîfeyi büyük biliyor, hurmet ediyor ve uyulmaya lâyık olduklarını biliyordu. Bunlara, seve seve bi'at etmiş, hilâfetlerini kabûl etmişti. Diğer üç halîfeyi sevmedikçe, Emîre uyduğunu söylemek yalan olur, iftirâ olur. Hattâ, Emîri beğenmemek, onun sözlerini, hareketlerini, kabûl etmemek olur. Allahü teâlânın arslanı Ali için, onları idare ediyordu, yüzlerine gülüyordu demek, câhilce, ahmakca söz olur. Allahın arslanının, o kadar ilim ve kahramanlığı ile, tâm otuz sene, üç halîfeye karşı düşmanlığını saklayıp, dost göründüğünü ve onlarla yalandan arkadaşlık ettiğini hangi akıl kabûl eder? En aşağı bir müslüman bile böyle iki yüzlülük yapamaz. Emîri bu kadar küçülten, âciz, hîleci ve münâfık yapan böyle sözlerin çirkinliğini anlamak lâzımdır. Allah göstermesin, Emîrin böyle olduğunu, bir ân kabûl etsek bile, Peygamber efendimizin bu üç halîfeyi medh etmesine, büyültmesine, bütün yaşadığı müddetçe, bunlara kıymet vermesine ne diyecekler? Peygamber efendimize de, iki yüzlü mü diyecekler? Hâşâ! Bu, hiç olamaz. Peygamberin doğruyu bildirmesi vâcibdir. İdare ediyordu diyen zındık olur, dinsiz olur. Mâ'ide sûresi, yetmişinci âyetinde meâlen, (Ey kıymetli Resûlüm! Rabbinden sana indirileni, herkese ulaştır! Bunları, doğru bildirmezsen, Peygamberlik vazîfeni yapmamış olursun! Allahü teâlâ, seni, düşmanlık etmek istiyenlerden korur) buyuruldu. Kâfirler diyordu ki, Muhammed, vahy olunan şeylerden, işine gelenleri söylüyor, işine gelmiyenleri söylemiyor. Bunun üzerine, bu âyet-i kerime gelerek herşeyi doğru söylediği bildirildi. Peygamberimiz, âhırete teşrîf edinceye kadar, üç halîfeyi hep över, başkalarından üstün tutardı. Demek ki, bunları övmek, üstün tutmak, hatâ olamaz, yanlış yol olamaz.

Îman edilecek şeylerde Eshâb-ı kirâmın hepsine uymak lâzımdır. Çünkü, îtikat edilecek şeylerde, birbirlerinden hiç ayrılıkları yoktur. Fürû'da, yâni yapılacak işlerde ayrılma olabilir.

Eshâb-ı kirâmdan birine dil uzatan kimse, hepsini lekelemiş olur. Çünkü, hepsinin îmanı, îtikadı birdir. Birine dil uzatan, hiçbirine uymamış olur. Birbirlerine uygun olmadıklarını, aralarında birlik bulunmadığını söylemiş olur. Onlardan birini kötülemek, onun söylediklerine inanmamak olur. Tekrar söyliyelim ki, islâmiyeti bizlere bildiren, onların hepsidir. Onların herbiri âdildir, doğrudur. Herbirinin islâmiyette bildirdiği birşey vardır. Herbiri âyet-i kerimeleri getirerek, Kur'an-ı kerim toplanmıştır. Bir kısmını beğenmiyen, islâmiyeti bildireni beğenmemiş olur. Görülüyor ki, bu kimse, islâmiyetin hepsini yapmamış olur. Böyle olan da, Cehennemden kurtulabilir mi? Bekara sûresi, seksenbeşinci âyetinde meâlen, (Kur'an-ı kerimin bir kısmına inanıyorsunuz da, bir kısmına inanmıyor musunuz? Böyle yapanların cezâsı, dünyada, rezil, rüsvâ olmaktır. Âhırette de, en şiddetli azâba atılacaklardır) buyuruldu.

Kur'an-ı kerimi Osman topladı. Hattâ, Ebû Bekr-i Sıddîk ile Ömer-ül Fârûk topladı. Emîrin topladığı Kur'an-ı kerim, bundan başkadır. Görülüyor ki, bu büyükleri kötülemek, Kur'an-ı kerimi kötülemeye kadar gidiyor. Allahü teâlâ, bütün müslümanları, böyle belâya düşmekten korusun! Şî'î mezhebinin müctehidlerinden birine sordular ki: Kur'an-ı kerimi, Osman toplamıştır. Onun toplamış olduğu, bu Kur'an için ne dersiniz? Ona bir kusur bulmakta, hiç fayda göremem. Çünkü, Kur'an-ı kerime dil uzatılırsa, din yıkılır dedi.

Aklı olan kimse, Peygamber efendimizin vefât ettiği gün, Eshâb-ı kirâmın hepsinin, yanlış bir kararda birleşeceklerini, elbette söyliyemez. Hâlbuki o gün, Eshâb-ı kirâmdan otuzüçbin adedi, hep birden, istekle ve seve seve Ebû Bekr-i Sıddîkı halîfe yaptı. Otuzüçbin Sahâbînin, yanlış bir işte, söz birliği yapması, olacak şey değildir. Nitekim, Peygamberimiz, (Ümmetim yanlış bir iş üzerinde, söz birliği yapmaz!) buyurmuştu. Emîrin önceden, üzülmesi, o konuşmalar için, kendisi çağrılmadığından idi. Kendisi de böyle olduğunu bildirmiş ve (Konuşmaya geç çağrıldığım için üzülmüştüm. Yoksa, iyi biliyorum ki, Ebû Bekr hepimizden üstündür) buyurmuştu. Kendisinin geç çağrılmasının sebebi vardı. Yâni, o zaman, Ehl-i Beytin arasında idi. Onları tesellî ediyordu.

Peygamberimizin Eshâb-ı kirâmı arasında olan ayrılıklar, nefsin isteklerinden, kötü düşüncelerden değildi. Çünkü onların mübârek nefsleri tezkiye bulmuş, tertemiz olmuştu. Emmârelikten kurtulmuş, itmînâna [doğruyu anlamaya, inanmaya] kavuşmuştu. Onların bütün istekleri, islâmiyete uymaktı. Ayrılıkları, ictihâd ayrılığı idi. Doğruyu meydana çıkarmak içindi. Yanılanlarına da, Allahü teâlâ bir derece sevap verecektir. Doğru olanlara, en az iki derece vardır. O büyüklerin hiçbirini, dilimizle incitmemeliyiz. Herbiri için hep iyi söylemeliyiz. Ehl-i sünnetin en büyük âlimlerinden imam-ı Şâfi'î buyurdu ki, (Allahü teâlâ, ellerimizi, o kanlara bulaştırmadı. Biz de dillerimizi bulaştırmayalım). Yine buyurdu ki, (Resûlullahdan sonra, Eshâb-ı kirâm çok düşündü. Yer yüzünde Ebû Bekr-i Sıddîktan daha üstün kimseyi bulamayıp, onu halîfe yaptılar. Onun emrine girdiler). İmâm-ı Şâfi'înin bu sözü de, Hz. Alînin hiç ikiyüzlü olmadığını ve Ebû Bekr-i Sıddîkı seve seve halîfe yaptığını göstermektedir.

Meyân şeyh Ebülhayrin oğlu, Meyân Seyyid, büyük zâtların evladıdır. Dekken seferinde de hizmetinizde bulunmuştur. Yardım ve iltifâtınıza kavuşacağı umulur. Mevlânâ Muhammed Ârif de, ilim talebesi olup, büyükler soyundandır. Babası öldü. Hoca idi. Maaşını almak için yanınıza geldi. Kolaylık göstermeniz kereminizden umulur. Vesselâm, vel ikrâm!

[Üç halîfeyi kötüliyenlerin doğru yoldan sapmış olduklarını ve hele bunların, en azgın ve taşkınlarının müslümanlıktan büsbütün ayrıldıklarını, hattâ islâmiyeti yıkmak için uğraşmakta olduklarını göstermek için, islâm âlimleri pekçok kitap yazmıştır. Bunlardan birkaçının ismi ve yazarı aşağıda bildirilmiştir. Alevî olduklarını söyleyen, din kardeşlerimizin, bu kitapları dikkat ile okuyarak, Ehl-i sünnet ile bunların arasındaki ayrılıkları incelemelerini ve akıl, vicdân ve insâf ile, doğru yolu seçmelerini ve bölücü câhillerin yalanlarına, iftirâlarına aldanmamalarını, kurtuluş, selâmet yoluna sarılarak, din ve dünya saadetine kavuşmalarını, din kardeşliği ve insanlık nâmına, Allahü teâlâdan duâ ederiz.

İslâm âlimlerinin müslümanlara nasihat vermek için, yazmış oldukları kitaplardan, elimize geçen birkaçı şunlardır:

1- (İbtâl-ül Menhec-il-bâtıl) kitabını Fadl bin Ruzbehân yazmıştır. Şî'î fırkasından, İbn-ül-Mutahhirin (Minhâc-ül-kerâme) kitabını red etmekte, yanlışlarını vesikalarla çürütmektedir. Kitabı 852 [m. 1448] de İsfehanda yazmıştır.

2- (Nüzhet-ül-isnâ aşeriyye) kitabıdır. Fârisîdir. Mirzâ Ahmed bin Abdürrahîm-i Hindî yazmıştır. Şî'îleri anlatmaktadır. 1255 [m. 1839] de vefât etmiştir.

3- (Nevâkıd) kitabını, Mirzâ mahdûm yazmıştır. (En-nevâkıd lil-Revâfıd) kitabını, seyyid Muhammed bin Abdürresûl Berzencî yazmıştır. 1103 [m. 1711] de denizde boğuldu.

4- (Muhtasar-ı Nevâkıd) kitabı, Nevâkıd kitabının kısaltılmışıdır. Muhammed bin Abdürresûl-i Berzencî kısaltmıştır.

5- (Seyf-ülbâtir li-rikab-işşî'a-ti verrâfida-til-kevâfir) kitabını, şeyh Ali bin Ahmed Hîtî [1025] de İstanbulda yazmıştır.

6- (Ecvibe-tül Irâkıyye alel'es-iletil-Îrâniyye) kitabını Şihâbüddîn seyyid Mahmûd bin Abdüllah Âlûsî yazmıştır. Bağdâdda şâfi'î âlimi idi. 1270 [m. 1854] de vefât etti.

7- (Ecvibe-tül-Irâkıyye alel'es-iletil-lâhûriyye) kitabını da Âlûsî yazmıştır. Hayderî de, böyle bir kitap yazmıştır.

8- (Nefehât-ül-kudsiyye fî mebâhis-il-imamiyye fî-redd-iş-şî'a) kitabında da, Âlûsî, şî'îlere cevap vermektedir.

9- (Nehc-üs-selâme) kitabını da Şihâbüddîn Âlûsî yazmıştır.

10- (Sârım-ül-hadîd) kitabını, Muhammed Emîn bin Ali Bağdâdî yazmıştır. İbni Ebî-hadîdin iftirâlarını cevaplandırmaktadır.

11- (Reddi-alel-imamiyye) kitabını, Ali bin Muhammed Süveydî Bağdâdî yazmıştır. Şâfi'î olup, 1237 [m. 1822] de, Şâmda vefât etmiştir.

12- (Hadîka-tüs-serâir) kitabını, Abdüllah bin Muhammed Bitûşî yazmıştır. Şâfi'î, Bağdâdî olup, 1211 [m. 1797] de Basrada vefât etti.

13- (Tuhfe-i isnâ aşeriyye fî redd-ir-revâfıd) kitabını, şâh Abdülazîz-i Dehlevî, fârisî olarak yazmıştır. 1239 [m. 1824] de vefât etmiştir. Arabîye tercümesi, Şükrî Âlûsî tarafından kısaltılarak, (Muhtasar-ı tuhfe) ismi ile, Bağdâdda ve 1976 da İstanbulda basılmıştır.

14- (Minha-tül-ilâhiyye muhtasar-ı Tuhfe-i isnâ aşeriyye) kitabını, Mahmûd Şükrî Âlûsî yazmıştır. [1373] de Kâhirede basılmıştır.

15- İmâm-ı Rabbânî (Mektûbât) kitabında, Eshâb-ı kirâmın üstünlüklerini, çok kuvvetli delîllerle açıklamaktadır.

16- (Hucec-i kat'ıyye) kitabını, Abdüllah-i Süveydî, arabî olarak yazmıştır. (En-Nâhiye an'ta'n-i Emîril-müminîn Muaviye) arabî kitabı ile birlikte, 1981 de İstanbulda basılmıştır.

17- Şihristânînin (Milel ve Nihal) kitabında ve bunun türkçe, ingilizce, fransızca ve latince tercümelerinde, şî'îlik uzun anlatılmakta ve cevapları verilmektedir.

18- Türkçe (Tezkiye-i ehl-i beyt) kitabı, şî'îlere cevap vermektedir. Yenikapı mevlevî-hânesi şeyhi, Osman efendi tarafından yazılmış, [1295] de İstanbulda basılmıştır. (Hucec-i kat'ıyye) ile birlikte, latin harfleri ile, İstanbulda basılmıştır.

19- İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin (Redd-i revâfıd) kitabı fârisî olup, türkçesi İstanbulda basılmıştır.

20- Büyük âlim, İbni Hacer-i Heytemî, (Savâ'ık-ul-muhrika) kitabında, şî'îlerin yanıldıklarını âyet-i kerime ve hadis-i şerifler ile isbât etmektedir.

21- Yine İbni Hacerin (Tathîr-ul-cenân vel-lisan an Mu'âviyetebni Ebî Süfyân) kitabında, Hz. Muaviyeye dil uzatılamıyacağını, çok güzel isbât etmektedir.

22- İbni Teymiyye (Minhâc-üssünne-tinnebeviyye fî naktı kelâm-ış-şî'a vel-kaderiyye) kitabında, şî'î âlimlerinden İbnil mutahhirin (Minhâc-ül-kerâme) kitabını, kuvvetli vesikalarla çürütmektedir.

23- Yine İbni Teymiyye, (Fedâil-i Ebî Bekr ve Ömer) kitabında, Eshâb-ı kirâmın üstünlüklerini, kuvvetli delîllerle açıklamaktadır.

24- (Mevâhib-i ledünniyye) tercümesinde ve türkçe (Mir'ât-i kâinât)da, Eshâb-ı kirâmın şanları bildirilmektedir.

25- Seyyid Abdülhakîm Efendinin türkçe (Sahâbe-i kiram) risâlesi İstanbulda bastırılmıştır.

26- (Nûr-ül-Hüdâ) kitabı, 1005 [m. 1597] yılında Karakaşzâde Ömer bin Muhammed Bursavî Halvetî tarafından yazılmış olup, şî'îlere ve hurûfîlere cevap vermektedir. [1286] da İstanbulda basılmıştır. 1047 [m. 1638] de Edirnede vefât etti.

27- (Menâkıb-i çıhâr yâr-i güzîn) kitabı, türkçe olup, Eshâb-ı kirâmın üstünlüklerini çok güzel yazmaktadır. Seyyid Eyyûb bin Sıddîk Ürmevî yazmıştır. Muhtelif zamanlarda basılmıştır. [1264] baskısı çok güzeldir.

28- İstanbulda çeşidli baskıları yapılmış olan, türkçe, (Hak Sözün Vesîkaları) ve (Eshâb-ı kirâm) kitaplarında, şî'îlik açıklanmakta, islâm âlimlerinin bunlara verdikleri nasihatler, uzun uzun anlatılmaktadır.

29- Tenâsüha inananların ve Allah insana hulûl etti diyenlerin, kâfir oldukları (Berîka) ve (Hadîka) kitaplarında yazılıdır.

30- Yûsüf Nebhânî, (Şevâhid-ül-hak) kitabının son kısmlarında, şî'îlere vesikalarla cevap vermektedir.

31- Seyyid Ahmed Dahlân (El-fethul-mübîn) kitabında, şî'îleri red etmektedir. Bu kitabı, Süveydînin (Hucec-i kat'iyye)si sonunda basılmıştır.

32- Şâh Veliyyullah-ı Dehlevî (İzâle-tül-hafâ an hilâfetil-hulefâ) kitabında, şî'îlere kuvvetli vesikalarla cevap vermekte, Hz. Muaviyeyi övmektedir. Bu kitap fârisî olup, Urdu diline tercümesi ile birlikte, 1392 [m. 1972] de Pâkistânda basılmıştır. İki cilttir].


81 SEKSENBİRİNCİ MEKTÛB



Bu mektûb, Lala beğe yazılmıştır. Müslümanlığı yaymak lâzım olduğu bildirilmektedir:



Allahü teâlâ, bizim ve sizin islâmın şerefini anlamamızı ve onu korumak için çalışmamızı arttırsın! Yüz seneye yakın bir zamandan beri islâmiyet yardımcısız kaldı. Öyle oldu ki, kâfirler, müslüman memleketlerinde, yalnız dinsizliklerini, kötülüklerini yapmakla kalmıyorlar; müslümanlığı büsbütün yok etmek istiyorlar. Müslümanların ve müslümanlığın izini, adını bile bırakmamak için kıyasıya uğraşıyorlar. İşi oraya kadar götürdüler ki, bir müslüman, islâmiyetin emirlerinden birini açıkça yapmaya, hattâ söylemeye kalksa, öldürüyorlar. Meselâ: Kurban bayramında, Hindistânda müslümanlar öküz kurban ederler. Kâfirler, müslümanlara (Cizye) vermeye belki râzı olurlar. Fakat, öküz kesilmesine hiç râzı olmazlar. Yeni hükümetin ilk zamanlarında müslümanlık yayılırsa ve müslümanlara kıymet verilirse, sonu iyi olur. Fakat, Allah göstermesin böyle olmazsa, müslümanların işi çok güç olur. (El'gıyâs)! Yâni imdâdımıza yetiş yâ Rabbî! Bize yardım et yâ Rabbî! Müslümanlara yardımcı ol yâ Rabbî! Bakalım, hangi mes'ûd, tâlihli kimse, islâmiyete yardım etmekle şereflenecek? Bu şerefi bakalım hangi kahramân kazanacak. Bu, Allahü teâlânın öyle bir nîmetidir ki, dilediğine ihsân eder. Allahü teâlâ, büyük ihsân sahibidir. Allahü teâlâ, bizi ve sizi, Peygamberlerin en üstününe uymak şerefinden ayırmasın! Vesselâm.



Sevdiklerimin ayrılığından ruhum kan ağlıyor.

Onların firâkından, kemiklerimin ilikleri yanıyor.


82 SEKSENİKİNCİ MEKTÛB



Bu mektûb, İskender Hân-ı Lodîye yazılmıştır. Mâ-sivâyı unutmadıkca, kalbin selâmet bulamayacağı bildirilmektedir:



Hak teâlâ, hep kendisi ile bulundursun. Kendisinden başkası ile olmaya bırakmasın. Mîraç gecesi, gözü Allahü teâlâdan hiç ayrılmayan insanların en üstünü hurmetine, bu duâmızı kabûl buyursun! Bize ve size herşeyden önce lâzım olan şey, kalbi Allahü teâlâdan başka şeylerin hepsinden kurtarmaktır. Kalbin bu selâmete kavuşabilmesi için, Hak teâlâdan başka hiçbir şeyin kalbden geçmemesi lâzımdır. Kalbden hiçbirşeyin geçmemesi için de, mâ-sivâyı yâni Allahü teâlâdan başka herşeyi unutmak lâzımdır. Bunları unutmaya (Fena) denir. Bu yolun büyükleri buyuruyorlar ki, (Allahü teâlâdan başka herhangi birşeyi kalbden geçirmek için uğraşılsa, hiç geçmemelidir). İş bu dereceye varmadıkca, kalb selâmet bulamaz. Bugün, bu nîmete kavuşan kimse, anka kuşu gibidir. Yâni yoktur. Hattâ buna inanacak kimse de, kalmamıştır. Arabî beyt tercümesi:



Nîmete kavuşanlara nîmetler âfiyet olsun.

zevallı fakir âşık, birkaç damla ile doysun.



Daha çok ne yazayım? Önceniz ve sonunuz selâmet olsun!


83 SEKSENÜÇÜNCÜ MEKTÛB



Bu mektûb, Behâdır Hâna yazılmıştır. Zâhiri ve bâtını toparlamakla berâber, islâmiyetin zâhirine ve hakîkatine yapışmağı bildirmektedir:



Hak teâlâ, dağınık şeylere olan bağlılıklardan kurtarsın. Mukaddes olan kendisine tâm bağlanmakla şereflendirsin. Bu duâmızı Peygamberlerin efendisi hürmetine kabûl buyursun! Fârisî beyt tercümesi

:

Herne ki güzeldir, Allah sevgisinden başka,

Hepsi câna zehirdir, şeker gibi de olsa!



İnsanın zâhirini, parlak olan islâmiyetin zâhiri ile süslemesi ve bâtınını da hep Hak teâlâ ile bulundurması, çok güç bir iştir. Acaba hangi tâlihli bir kimseyi bu iki nîmetle şereflendirirler? Bugün, bu iki nîmete birlikte kavuşmak, hattâ yalnız islâmiyetin zâhirine uymak elegeçmez bir hazîne gibi olmuştur. Kibrît-i ahmerden, [yâni demire sürtünce altına çevireceği sanılan maddeden] daha kıymetlidir. Hak teâlâ, sonsuz olan merhameti ile, geçmişlerin ve geleceklerin en üstününe uymakla zâhirimizi ve bâtınımızı şereflendirsin!

84 SEKSENDÖRDÜNCÜ MEKTÛB



Bu mektûb, seyyid Ahmed-i Kâdirîye yazılmıştır. Şeriatin ve hakîkatin başka başka olmadıklarını ve hakk-ul-yakîne kavuşmanın alâmetlerini bildirmektedir:



Hak teâlâ, islâmiyet caddesinde ilerlememizi nasip eylesin. Bütün gücümüzle Onun mukaddes zâtına çevrilmemizi ve bizi bizden almasını ve Ondan başka herşeyden büsbütün yüz çevirmemizi ihsân eylesin. Mîraç gecesi, Ondan gözü hiç kaymayan, insanların en üstünü hurmetine, bu duâmızı kabûl buyursun! Âmîn. Fârisî mısra' tercümesi:



Ne olursa olsun, dosttan konuşmak daha tatlı!



Her ne kadar dosttan söylenilen şeylerin hiçbiri, Onun sözü değilse de, o sözün, herhangi bir bakımdan O mukaddes sevgili ile bir bağlılığı vardır. Bu bağlılığı da nîmet sayarak, bu yolda çabalamak ve birşeyler söylemek tatlı olmaktadır. İslâmiyet ve hakîkat birbirinden başka değildirler. Ayrılıkları yalnız, birinde bilgilerin topluca ve ötekinde geniş, açık olmalarında ve düşünce yolu, keşf yolu ile hâsıl olmalarında ve görmeden, anlamadan, görerek inanılmalarında ve uğraşarak ibâdet etmek yerine kendiliğinden ibâdete sarılmaktadır. Parlak olan islâmiyetin bildirdiği bilgiler ve hükmler, hakk-ul-yakîne kavuştuktan sonra, hiç değişiklik olmadan, keşf yolu ile geniş olarak anlaşılmaktadır. Görmeden inanılan şeyler, hiç değişiklik olmadan kalb gözü ile görülür. Sevap kazanmak, ibâdet yapmak için uğraşmak, didinmek arzusu, ortadan kalkar. (Hakk-ul-yakîn) makamına kavuşmanın alâmeti, o makamdaki bilgilerin ve marifetlerin, islâmiyetin bildirdiklerine tâm uygun olmasıdır. Kıl ucu kadar uygunsuzluk bulunursa, hakîkate kavuşulmadığı anlaşılır. Tarîkat büyüklerinden herhangi birinin bilgisinde ve işinde islâmiyete bir uygunsuzluk bulunması, sekrden, şü'ûrsuzluktan ileri gelir. Sekr, yolda ilerlerken hâsıl olmaktadır. Tasavvuf yolunun sonuna kavuşanlar, hep sahv, şü'ûr, uyanıklık hâlindedirler. Onlar vakte değil, vakit onlara uymaktadır. Hâl ve makam, onların yüksek derecelerine uymuştur. Fârisî beyt tercümesi:



Sôfî denince, ibn-ül vakit anlaşılır.

Fakat sâfî vakti ve hâli aşmıştır.



Görülüyor ki, islâmiyete uygunsuzluk hakîkate kavuşulamamış olduğunu gösterir. Tasavvuf büyüklerinden birkaçı, islâmiyet, hakîkatin kabuğudur, hakîkat, islâmiyetin özüdür, demiştir. Böyle sözler, her ne kadar, söz sahibinin doğru yoldan ayrıldığını göstermekte ise de, belki bu sözle, kısa ve toplu olan şey, açık ve geniş olan şeyin kabuğu gibidir ve düşünerek anlamak, kalb gözü ile görmek yanında, özün kabuğu gibidir demek istemişlerdir. Fakat, hâlleri doğru olan büyükler, böyle lâstikli kelimeleri söylemekten kaçınmışlar, kısa ile uzun ve düşünce ile keşf kelimelerinden başka birşey söylememişlerdir. Bir kimse, Hâce Nakşibend hazretlerinden sordu ki, (Tasavvuf yoluna girmek ve ilerlemek niçindir?). Cevap olarak buyurdu ki, (Kısa ve toplu olan bilgilerin genişlemesi için ve düşünerek anlaşılan bilgilerin keşf yolu ile bulunması içindir). Allahü teâlâ, bilgilerimizi ve işlerimizi islâmiyete uygun eylesin!

Ayrıca başınızı ağrıtalım: Duâcınızın mektûbunu getiren meyân şeyh Mustafâ Şüreyhî, Kâdı Şüreyh hazretlerinin soyundandır. Dedeleri hep büyük insanlar idi. Geçim için yardımcı olan vazîfeleri ve gelirleri çoktu. Kendisi şimdi geçim sıkıntısındadır. Senetlerini, fermanlarını yâni iyi hâl kâğıdlarını yanına alarak asker olmak için gelmiştir. Yakınlık göstermenizi, ihsân ederek, rahata kavuşmasına, sıkıntıdan kurtulmasına sebep olmanızı dilerim. Başınızı daha çok ağrıtmayayım.



Ne bahtiyâr, ol kişi kim,

okuduğu, Kur'an ola!

Ezan, ikâmet duyunca,

gönlü dolu, îman ola!



85 SEKSENBEŞİNCİ MEKTÛB



Bu mektûb, mirzâ Fethullah-i Hakîme yazılmıştır. Sâlih işleri yapmak ve namazları cemaat ile kılmak lâzım olduğu bildirilmektedir:



Allahü teâlâ, sizi, beğendiği işleri yapmaya kavuştursun! İnsana önce îtikatını, îmanını düzeltmek lâzımdır. Bundan sonra, sâlih, yarar işleri yapmak lâzımdır. İbâdetlerin hepsini kendinde toplayan ve insanı Allahü teâlâya en çok yaklaştıran yarar şey, namazdır. Peygamberimiz, (Namaz dînin direğidir. Namaz kılan kimse, dînini kuvvetlendirir. Namaz kılmayan, elbette dînini yıkar) buyurdu. Namazı doğru dürüst kılmakla şereflenen bir kimse, çirkin kötü şeyler yapmaktan korunmuş olur. Ankebût sûresinin kırkbeşinci âyetinde meâlen, (Doğru kılınan namaz, insanı fahşâdan ve münkerden herhâlde uzaklaştırır) buyuruldu. İnsanı kötülüklerden uzaklaştırmayan bir namaz, doğru namaz değildir. Görünüşte namazdır. Bununla berâber, doğrusunu yapıncaya kadar, görünüşü yapmayı elden bırakmamalıdır. Büyüklerimiz, (Bir şeyin hepsi yapılamazsa, hepsini de elden kaçırmamalıdır) buyurdu. Sonsuz ihsân sahibi olan Rabbimiz, görünüşü hakîkat olarak kabûl edebilir. [Böyle bozuk namaz kılacağına, hiç kılma dememelidir. Bu sözü din düşmanları çıkarmıştır. Böyle bozuk kılacağına doğru kıl demelidir. Bu inceliği iyi anlamalıdır.]

Namazları cemaat ile ve huşû' ve hudû' ile kılmalıdır. Çünkü, insanı dünyada ve âhırette felaketlerden, sıkıntılardan kurtaracak ancak namazdır. Mü'minûn sûresi başındaki âyet-i kerimede meâlen, (Müminler herhâlde kurtulacaktır. Onlar, namazlarını huşû' ile kılanlardır) buyuruldu. Tehlike, korku bulunan yerde yapılan ibâdetin kıymeti kat kat daha çok olur. Düşman saldırdığı zaman, askerin ufak bir iş görmesi, pekçok kıymetli olur. Gençlerin ibâdet etmeleri de, bunun için daha kıymetlidir. Çünkü, nefslerinin kötü isteklerini kırmakta ve ibâdet etmek istememesine karşı gelmektedirler. Eshâb-ı Kehf, bir hicret yaparak din düşmanları arasından çıktıkları için şerefli oldular. Peygamberimiz bir hadis-i şerifte, (Fitnenin, fesatın çoğaldığı zamanda ibâdet etmek, hicret ederek benim yanıma gelmek gibidir) buyurdu. Görülüyor ki, din düşmanlarının güçlük çıkarması, ibâdetlerin şerefini arttırmakta, sevabı katkat çoğalmaktadır. Zarar yapmak istemeleri, müslümanlar için faydalı olmaktadır. Daha ne yazayım? Oğlumuz şeyh Behâeddîn, Allah adamları ile görüşmekten sıkılıyor. Zenginlerle, dünyaya düşkün olanlarla bulunmak istiyor. Onlarla düşüp kalkmanın, insanı felakete götüreceğini anlıyamıyor. Onların yağlı, tatlı yemeklerinin zehir gibi gönlü öldüreceğini, ahlâkı bozacağını düşünemiyor. Amân, amân kötü arkadaşlardan kaçınız! İnsanın dînine, îmanına saldıran tatlı dilli, güler yüzlü korkunç düşmanlara aldanmamak için, çok uyanık olunuz. Sahih olan hadis-i şerifte, (Mal ve mevkı' sahiplerine, malı için, makamı için alçalan kimsenin dîninin üçte ikisi gider) buyuruldu. Mal için, mevkı' kazanmak için, islâm düşmanlarına eğilenlere, dinlerinden, ibâdetlerinden vazgeçenlere yazıklar olsun! Sonsuz nîmetleri, saadetleri, birkaç günlük eğlence için elden kaçırıyorlar.


86 SEKSENALTINCI MEKTÛB



Bu mektûb, Perkene şehrindeki hâkimlerden birisine yazılmıştır. Kalbi, Allahü teâlâdan başka şeylerin sevgisinden kurtarmağı bildirmektedir:



Hak teâlâ, aşırı ve gerici olmaktan kurtarıp orta yolda bulundursun! Bu duâmızı, Peygamberlerin efendisi hurmetine kabûl buyursun! Bize ve size önce lâzım olan şey, kalbimizi Allahü teâlâdan başka şeylere bağlı olmaktan kurtarmaktır. Kalbin bu selâmete kavuşması için, Allahü teâlâdan başka hiçbirşeyi kalbe getirmemek lâzımdır. Kalb, Allahü teâlâdan başka şeyleri öyle unutmalıdır ki, eğer bir kimse, bin sene yaşamış olsa, kalbine hiçbirşey gelmemelidir. Fârisî mısra' tercümesi:



İş budur, bundan başkası hiçtir!



Buluştuğumuz zaman, bu fakiri okşıyarak, bir işiniz olursa bize yazınız buyurmuştunuz. Bunun için, başınızı ağrıtıyorum. Şeyh Abdüllah-i Sofî, iyi insanlardandır. İhtiyâclarını karşılamak için borca girmiştir. Alacaklılarından yakasını kurtarabilmesi için yardımcı olmanızı dilerim. Vesselâm.



Ne ki kılmış Habîbullah, bize teblig-i ahkâmı

Kabûl ettim anı, âmentü billâh ve hükm-illah.


87 SEKSENYEDİNCİ MEKTÛB



Bu mektûb, Pehlivân Mahmûda yazılmıştır. Allahü teâlânın sevdikleri tarafından bir kimsenin kabûl olunmasının büyük saadet olduğu bildirilmektedir:



Allahü teâlâ, size selâmet versin ve islâmiyetin doğru caddesinde bulundursun! Kıymetli arkadaşlarımıza birinci müjdem, meyân şeyh Müzemmilin oraya gelmesini bildirmektir. Onun sohbetinin kıymetini ve faydalarını nasıl anlatayım? Allahü teâlânın sevdiklerinin, bir kimseyi kabûl etmesi, ne büyük saadettir. Hele onu severler ve yanlarına çekerlerse, dünya ve âhıret saadetine kavuşmuş olur. O büyüklerin yanında bulunanlar, kötülüklerden temizlenir. Sözün kısası, onun sohbetini büyük nîmet biliniz. Sohbetin edeblerini titizlikle gözetiniz ki, faydalanabilirsiniz. Daha ne yazayım? Evveliniz ve sonunuz selâmet olsun! [Yüzaltıncı mektûba bakınız!]


88 SEKSENSEKİZİNCİ MEKTÛB



Bu mektûb, yine Pehlivân Mahmûda yazılmıştır. Bir kimsenin, saçını, sakalını îman ile ve ibâdet ile ağartmasının büyük nîmet olduğu ve gençlikte korku, ihtiyârlıkta merhamete sığınmak lâzım olduğu bildirilmektedir:



Hak teâlâ, her ân kendisi ile bulundursun. Bir kimsenin saçının, sakalının siyahlığını, îman ile ve ibâdetler ile ağartması ne büyük nîmettir. Resûlullah hadis-i şerifte, (Saçını, sakalını müslüman olarak ağartan affolunur) buyurdu. Allahü teâlânın sonsuz merhametini düşününüz. Günahları affedeceğine güveniniz! Gençlikte, Allahü teâlânın kahrından, azâbından korkmak, titremek lâzımdır. İhtiyârlıkta affına, merhametine sığınmalıdır. Evveliniz ve sonunuz selâmet olsun!



Kimseye etmem şikâyet, ağlarım ben hâlime.

Titrerim mücrim gibi, baktıkca istikbâlime!


89 SEKSENDOKUZUNCU MEKTÛB



Bu mektûb, mirzâ Ali Cân için yazılmıştır. Ölüm için sabr dilemektedir:



Hak teâlâ, hepimizi islâmiyetin doğru caddesinde bulundursun! Enbiyâ sûresi otuzbeşinci ve Ankebût sûresi elliyedinci âyetlerinde meâlen, (Her canlı, ölümün tadını tadacaktır!) buyuruldu. Bunun için, her insan ölecektir. Ölümden kurtuluş yoktur. Hadis-i şerifte, (Ömrü uzun, ibâdetleri de çok olana müjdeler olsun!) buyuruldu. Dostu dosta ölümle kavuşturuyorlar. Bunun için, Allahü teâlânın âşıkları, ölümü düşünerek tesellî buluyor, üzüntüleri azalıyor. Ankebût sûresinin beşinci âyetinde meâlen, (Allahü teâlâya kavuşmak istiyenler! Biliniz ki, Allahü teâlâya kavuşmak zamanı herhâlde gelecektir) buyuruldu. Evet, biz geride kalanlar ve nefse esîr olanlar ve Allahü teâlânın rızasına kavuşmuş olanların ve dünyaya düşkün olmaktan kurtulanların sohbetlerinden mahrum kalanlar, zararda ve başı yerdeyiz. Nîmetlerini size saçan merhûme vâlideniz, günümüzün en kıymetli varlığı idi. Onun size olan ihsânlarına karşı, şimdi sizin de ona ihsân etmeniz lâzımdır. Duâ ederek ve sadaka vererek her ân yardımına koşunuz! Hadis-i şerifte, (Mezardaki ölü, denizde boğulmak üzere olan kimse gibidir, babasından, anasından, kardeşinden ve arkadaşlarından gelecek bir duâyı hep beklemektedir) buyuruldu. Bundan başka, onların ölümünü görerek, kendi ölümünü de düşünmeli. Bütün varlığı ile, Allahü teâlânın beğendiği şeyleri yapmaya sarılmalıdır. Dünya hayatının insanı aldatmaktan başka birşey olmadığını düşünmelidir. Dünya kazançlarının Allahü teâlânın yanında az bir kıymeti olsaydı, düşmanı olan kâfirlere ondan kıl ucu kadar vermezdi. Allahü teâlâ, bizi ve sizi, kendisinden başka herşeyden yüz çevirmekle nîmetlendirsin! Yalnız kendisine bağlanmakla şereflendirsin! Bu duâmızı, Peygamberlerin efendisi hurmetine kabûl buyursun! Vesselâm, vel ikrâm.



Âfet-i gamdan aceb, dünyada kim âzâdedir?

Herkesin bir derdi var, madem ki, âdem-zadedir.

Bir hûmâ-yı zevki bin sayyâd-ı gam tâkîb eder,

Böyle bir mevhûma bilmem, halk neden üftâdedir?


90 DOKSANINCI MEKTÛB



Bu mektûb, hâce Kâsıma yazılmıştır. Bütün varlığımızla Allahü teâlâya dönmek lâzım olduğu ve bu nîmete kavuşmak için, Ebû Bekr-i Sıddîkın yoluna sarılmak Îcap ettiği bildirilmektedir:



Hak teâlâ, bu alçak dünyayı gözünüze aşağı ve değersiz göstersin. Kalb aynanızı, âhıretin güzel cemâli ile süslesin! Bu duâmızı, mîraç gecesi, kendisinden gözü hiç ayrılmayan, tertemiz Peygamberi hurmetine kabûl buyursun! Okşayıcı, kıymetli mektûbunuz ve yüksek değerli hediyeleriniz geldi. Lutf eylemişsiniz. Allahü teâlâ, hayrlı karşılıklarını ihsân eylesin! Sevenlerimize ve iyi gözle bakanlarımıza nasihatimiz şudur: Bütün varlığımızla Allahü teâlânın mukaddes zâtına dönmeliyiz! Ondan başka herşeyden yüz çevirmeliyiz! Fârisî mısra' tercümesi:

İş budur, bundan başkası hiçtir!

Bugün, bu büyük nîmete kavuşmak için Ebû Bekr-i Sıddîkın yoluna inanmak ve bağlanmak lâzımdır. Bu yolda bulunan büyüklerin bir sohbeti ile kavuşulan şeyler, sıkı riyâzetlerle ve ağır mücâhedelerle ele geçemez.

[(Riyâzet) nefsin istediklerini yapmamak, haramlardan, mekruhlardan sakınmaktır. (Mücâhede), nefse ağır gelen, onun istemediği şeyleri yapmak, farzları, sünnetleri, müstehabları işlemek demektir].

Bu büyüklerin yolunda, sonda kavuşulan nîmetler, başlangıçta yerleştirilmiştir. Sona varanların kavuştuklarını, daha ilk sohbette ihsân ederler. Bu büyüklerin yolu, Eshâb-ı kirâmın yoludur. Eshâb-ı kirâm insanların en üstününün, daha birinci sohbetinde öyle nîmetlere kavuştular ki, ümmetin Evliyâsı, bunlara en sonda belki kavuşabilir. İşte bu, nihâyetin bidâyete yerleştirilmesidir. Öyle ise, bu büyükleri cân ile, gönül ile seviniz! Çünkü, bütün saadetlerin temeli, sebebi bu sevgidir. Allahü teâlâ, size ve doğru yolda gidenlere ve Muhammed Mustafânın izinde bulunanlara selâmet versin!



Mal sahibi, mülk sahibi,

Hani, bunun ilk sahibi?

91 DOKSANBİRİNCİ MEKTÛB



Bu mektûb, şeyh Kebîre yazılmıştır. Îtikatı düzeltmek ve sâlih, yarar işler yapmak, mukaddes âleme uçabilmek için iki kanat gibidir. İslâmiyete yapışmak ve hakîkat hâllerine kavuşmak, hep nefsin tezkiyesi ve kalbin tasfiyesi için olduğu bildirilmektedir:



Allahü teâlâ, bizi ve sizi sünnet-i seniyyeye uymakla şereflendirsin! Müslümanların birinci vazîfesi îtikadı düzeltmektir. Ehl-i sünnet vel-cemaat âlimlerinin bildirdiklerine uygun olarak inanmaktır. Çünkü, Cehennemden kurtulacağı bildirilmiş olan bir fırka bunlardır. İkinci olarak, lâzım olan şey, fıkh bilgilerini öğrenmek ve herşeyi bu bilgiye göre yapmaktır. İki kanat gibi olan bu îtikat ve amel elde edildikten sonra, mukaddes âleme uçmalıdır. [(Mukaddes) demek aybdan, çirkin, kötü şeylerden uzak, temiz demektir.] Fârisî mısra' tercümesi:

İş budur, bundan başkası hiçtir!

İslâmiyetin emirlerini yapmak ve tarîkatin ve hakîkatin hâllerine kavuşmak, hep nefsin tezkiyesi yâni temizlenmesi ve kalbin tasfiyesi yâni parlatılması içindir. Nefis temizlenmedikçe ve kalb selâmet bulmadıkça, hakîkî îman hâsıl olmaz. Felaketlerden, azâblardan kurtulmak için, hakîkî îmana kavuşmak lâzımdır. Kalbin selâmeti için, Allahü teâlâdan başka hiçbirşeyin kalbe gelmemesi lâzımdır. Bin sene yaşamış olsa, kalbe hiçbirşey gelmemelidir. Çünkü, bu zaman kalb, Allahü teâlâdan başka herşeyi büsbütün unutmuştur. Eğer, birşeyi hâtırlamak için uğraşsa, hâtırlayamaz. Bu hâle (Fena) denilmiştir. Bu yolun basamaklarından birincisi, fena basamağıdır. Fena makamına kavuşulmadıkca, hiçbir şey elde edilemez. Evveliniz ve sonunuz selâmet olsun!


92 DOKSANİKİNCİ MEKTÛB



Bu mektûb, yine şeyh Kebîre yazılmıştır. Kalbin itminâna kavuşması, ancak zikir ile olur. İncelemekle, düşünmekle olmıyacağı bildirilmektedir:



Allahü teâlâ bizi ve sizi Muhammed aleyhisselâmın dînine uygun olan işler yapmaya kavuştursun!

Ra'd sûresinin otuzuncu âyetinde meâlen, (Biliniz ki, kalbler ancak zikir ile itmînâna kavuşur) buyuruldu. Kalbi itmînâna kavuşturan tek yol vardır. Bu tek yol, Allahü teâlâyı zikretmektir. Akıl ile incelemekle ve düşünmekle kalb itmînâna kavuşamaz. Fârisî iki beyt tercümesi:



Herşeyi akıl ile çözmek istiyen kişi,

Tahta ayak takmış bacaksızlara benzer.

Kısa aklına uydurmak ister her işi,

Dün yaptığını, bugün değiştirmek ister.



Çünkü, zikrederken, O mukaddes zat ile bir bağlılık hâsıl olur, her ne kadar, Onunla hiçbir bağlılık kurulamaz. Ayaklar altındaki toprak [yâni insan] nerede, herşeyin sahibi olan [Allahü teâlâ] nerede? Fakat hâtırlayan ile, hâtırlanan arasında az bir bağlantı hâsıl olur. Bu bağlılıktan da, sevgi doğar. Zikredenin kalbini sevgi kaplayınca, kalbde itmînân hâsıl olur. Kalbde itmînân hâsıl olması, insanı sonsuz saadetlere kavuşturur. Fârisî beyt tercümesi:



Zikret zikir, bedende iken cânın,

Kalb temizliği, zikrîledir Rahmânın.

Evveliniz ve sonunuz selâmette olsun!


93 DOKSANÜÇÜNCÜ MEKTÛB



Bu mektûb, İskender Hân-i Lodîye yazılmıştır. Her ân Allahü teâlâyı zikretmek lâzım olduğu bildirilmektedir:



Beş vakit namazı cemaat ile kıldıktan ve bunların sünnetlerini de kıldıktan sonra, bütün vakitlerinde Allahü teâlâyı zikretmek lâzımdır. Kalbde başka hiçbirşeye yer vermemelidir. Yirken, içerken, uyurken, gelirken, giderken hep zikir yapmalıdır. Zikrin nasıl yapılacağını öğrenmiş idiniz. Öğrendiğiniz gibi yapınız! Zikir yapmakta gevşeklik duyarsanız, kalbinizin niçin dağıldığını araştırınız! Bundan sonra, kalbi toparlamaya çalışınız! Boyun bükerek ve ağlayarak, kalbdeki karartının gitmesi için, Allahü teâlâya yalvarınız. Şeyhi, yâni zikretmesini size öğreten kimseyi, araya koyunuz! Her güçlüğü, her sıkıntıyı gideren, ancak Allahü teâlâdır.



Bir kefendir âkıbet, sermâye-i bey ve fakir,

Varlığa mağrur olan, mecnûn değil de, yâ nedir?


94 DOKSANDÖRDÜNCÜ MEKTÛB



Bu mektûb, Hızır Hân-ı Lodîye yazılmıştır. Herkese îtikadı düzeltmek ve amel etmek lâzım olduğu, hakîkat âlemine bu iki kanat ile uçulabileceği bildirilmektedir:



Hak teâlâ hazretleri, Muhammed Mustafânın şeriati caddesinde bulundursun! Herkese önce lâzım olan şey, Ehl-i sünnet vel-cemaat âlimlerinin anladıklarına ve bildirdiklerine uygun olarak îtikadı düzeltmektir. Cehennemden kurtulacağı bildirilen bir fırka, bu âlimlerin fırkasıdır. Îmanı düzelttikten sonra, farzları, sünnetleri, vâcibleri, müstehabları ve haramı, helâli, mekruhu ve müştebehi, yâni şüpheli olan şeyleri öğrenmek ve bu fıkh bilgilerine göre hareket etmek lâzımdır. Bu îtikat ve amel iki kanadına kavuşunca, eğer Allahü teâlâ yardım eder, izin verirse, hakîkat âlemine uçulabilir. Bu iki kanat elde edilmeksizin, hakîkat âlemine uçulamaz. Fârisî beyt tercümesi:



Kurtulurum sanma, ey Sa'dî hoca,

Muhammed aleyhisselâma uymadıkca!



Allahü teâlâ, bizi ve sizi o yüce Peygambere uymak ile şereflendirsin !


95 DOKSANBEŞİNCİ MEKTÛB



Bu mektûb, seyyid Ahmed-i Necvâreye yazılmıştır. İnsan herşeyi kendinde toplamıştır. İnsanın kalbi de böyle yaratılmıştır. Tasavvuf büyüklerinden birkaçının sekr hâlinde iken, kalbin genişliğini bildiren sözlerine islâmiyete uygun mâna vermek lâzım olduğu bildirilmektedir:



Her insan, bir topluluktur. Varlıkta bulunan herşey insanda da vardır. Bu imkân âleminde bulunan herşeyin kendisi, vücûb âleminde bulunanların ise, sûretleri, benzerleri insanda bulunur. (Allahü teâlâ, Âdemi kendisi gibi yarattı) hadis-i şeriftir. Demek ki, vücûb mertebesinde yâni, Allahü teâlâda ve sıfatlarında bulunanların, insanda birer sûreti, birer benzeri vardır. İnsanın kalbi de, böyle bir topluluktur. İnsanda bulunan herşey kalbde de vardır. Bunun için, insanın kalbine (Hakîkat-i câmia) denir. Tasavvuf büyüklerinden birçoğu, herşeyin kalbde bulunduğunu görünce, kalbin genişliğini bildirmek için, (Arş ve içinde bulunan herşey, ârifin kalbinin bir köşesine konsa, hiç duyulmaz) demişlerdir. Çünkü, bütün maddeler ve gökler ve Arş ve Kürsî kalbde bulunmaktadır. Mekânlı ve mekânsız, maddeli ve maddesiz herşey kalbde bulunmaktadır. Kalbde, mekânsız, maddesiz, herşey bulunduğuna göre, Arşın ve Arş içinde bulunanların kalbdeki yeri ne kadarcık olabilir? Çünkü, Arş çok büyük ise de, maddeden yapılmıştır ve mahlûktur. Mekânı olan yâni maddeden yapılmış olan birşey ne kadar geniş olursa olsun, mekânsız olanın yanında çok küçük kalır.

Tasavvuf büyüklerinden sahv sahibi olanlar, yâni sekrden kurtulmuş olanlar böyle sözlerin, sekr sözü olduğunu bildirmişlerdir. Sekr hâlinde olanlar, bir şeyin kendisi ile görünüşünü birbirinden ayıramaz. Görünüşünü kendisi sanır. Arş, tâm zuhûra kavuşmaktadır. Kalbe yerleşmez. Kalbde yerleşen, arşın kendisi değildir. Örneğidir, görüntüsüdür. Bu örneğin, kalbden çok küçük olacağı meydanda bir şeydir. Çünkü kalbde böyle sayısız örnekler vardır. Gök, başka şeyler gibi aynada görününce, ayna gökten daha geniştir denilemez. Evet, aynadaki gökün görüntüsü aynadan küçüktür. Fakat bundan, gökün kendisinin de aynadan küçük olması lâzım gelmez. Bunu başka bir misâl ile de açıklıyalım: İnsanda toprak maddeleri vardır. Bunun için insan yer yüzünden daha büyüktür denilemez. Hattâ yer küresi yanında, insanın büyüklüğü, hiç denecek kadar küçüktür. Birşeyin nümûnesini, örneğini, o şeyin kendisi sanmak, bu yanlışlığa yol açmaktadır.

Tasavvuf büyüklerinden birkaçının sekr hâlinde iken söyledikleri başka sözler de böyledir. (Cem'i Muhammedî, cem'i ilâhîden daha geniştir) sözleri gibi. Muhammed aleyhisselâmda, imkânın yâni mahlûkların kendileri ile vücûbün yâni Allahü teâlânın ve sıfatlarının sûretlerini, örneklerini bir arada görüyorlar. Böylece, Muhammed aleyhisselâmda, Allahü teâlâda bulunandan daha çok şey bulunuyor sanıyorlar. Burada da, birşeyin örneğini kendisi sanarak, yanılıyorlar. Muhammed aleyhisselâmda bulunan şey, vücûb mertebesinin kendisi değildir, örneğidir. Allahü teâlâ, hakîkî vâcib ül-vücûddur. Vücûb mertebesinin kendisi ile örneğini birbiri ile karıştırmasalardı böyle şey söylemezlerdi. İşin doğrusu, onların sekr, şü'ûrsuzluk hâlinde iken söyledikleri gibi değildir. Muhammed sınırlı, küçük bir kuldur. Allahü teâlâ ise, sınırsızdır, sonsuzdur.

Sekr hâlinde olan şeyler, Vilâyet makamlarında bulunmaktadır. Sahv hâlinde olan şeyler ise, Nübüvvet, Peygamberlik makamındadır. Peygamberlerin yolunda gidenlerin büyükleri, onlara tâm uydukları için, o makamın, onların makamının sahvından pay alırlar. Bistâmiyye denilen büyükler, sekrin sahvdan daha üstün olduğunu söylemişlerdir. Bunun için, şeyh Bâyezîd-i Bistâmî, (Benim bayrağım, Muhammed aleyhisselâmın bayrağından daha yüksektir) dedi. Kendi bayrağı vilâyet bayrağıdır. Muhammed aleyhisselâmın bayrağı nübüvvet bayrağıdır. Vilâyet bayrağında sekr olduğu için ve Peygamberlik bayrağında sahv olduğu için, onu bundan üstün tutmuştur.

Birçokları da, (Vilâyet, nübüvvetten daha üstündür) dedi. Velîlerin Allahü teâlâdan yana olduğunu, Peygamberlerin ise, insanlardan yana olduğunu gördüler. Hakka karşı olanın, insanlara karşı olanlardan daha üstün olacağı meydandadır. Birkaçı da, bu sözü çevirerek, (Bir Peygamberin vilâyeti, kendi nübüvvetinden daha üstündür) dedi. Bu fakire göre, bu sözlerin hepsi, doğru olmaktan çok uzaktır. Çünkü Peygamberler yalnız insanlardan yana değildir. Hem insanlardan, hem de, Haktan yanadırlar. Bâtınları yâni kalbleri, ruhları Hak iledir. Zâhirleri, halk iledir. Hep ve yalnız halk ile olanlar, Allahü teâlâdan yüz çevirmiş olan gâfillerdir. Peygamberler, bütün varlıkların en üstünleridir. Nîmetlerin en üstünü bunlara verilmiştir. Vilâyet, nübüvvetin bir parçasıdır. Nübüvvet, bütündür. Bunun için nübüvvet, her vilâyetten daha üstündür. İster Peygamberin vilâyeti olsun, ister Velînin vilâyeti olsun! Bundan dolayı da, sahv sekrden daha üstün, daha kıymetlidir. Vilâyet nübüvvetin içinde bulunduğu gibi, sekr de sahvın içindedir. Onun bir parçasıdır. Câhil kimselerde bulunan sekrsiz sahv, sözümüzün dışındadır. Öyle sahvın üstün olduğunu söylemek, saçmalamak olur. İçinde sekr bulunan sahvın sekrden daha üstün olduğu meydandadır.

İslâmiyet bilgilerinin hepsi, nübüvvet mertebesinden çıkmış oldukları için, baştan başa sahvdırlar. Bunlara uymıyan bilgiler, nasıl olursa olsunlar, sekrden hâsıl olmuşlardır. Sekr sahipleri Mâzurdurlar. Yâni sorguya çekilmez, azâb edilmezler. Fakat, yalnız sahv bilgileri taklîd olunur. Sahv bilgilerine uyanlar kurtulur. Sekr bilgilerine uyulmaz. Bunlara uyanlar, Mâzur olmaz. Sorguya çekilirler, cezâlandırılırlar. Allahü teâlâ, islâmiyet bilgilerine uymakla hepimizi şereflendirsin! Bu duâmıza âmîn diyenlere Allahü teâlâ merhamet etsin!

Hadis-i kudsîde, (Yer yüzüne ve göke sığmam. Fakat, mümin kulumun kalbine sığarım) buyuruldu. Burada da; vücûb mertebesinin kendisi değil, sûreti, örneği sığmaktadır. Kendisinin sığması düşünülemez. Görülüyor ki, kalbin maddesiz, mekânsız şeylerden daha geniş olması, onların kendilerinden değil, sûretlerinden daha geniş olmasıdır. Mekânsızlar karşısında, Arş ve Arşta bulunan herşey, zerre kadar bile sayılamaz. Mekânsızların kendileri böyledir, sûretleri böyle değildir.


96 DOKSANALTINCI MEKTÛB



Bu mektûb, Muhammed Şerife yazılmış olup, ibâdetleri ve iyi işleri vaktinde yapmayıp, yarın yaparım, sonra yaparım diyenlerin aldandıklarını ve Muhammed aleyhisselâmın yoluna, islâmiyete yapışmak lâzım geldiğini bildirmektedir:



Ey kıymetli oğlum! Bugün, her istediğini kolayca yapabilecek bir hâldesin. Gençliğin, sıhhatin, gücün, kuvvetin, malın ve rahatlığın bir arada bulunduğu bir zamandasın. Saadet-i ebediyyeye kavuşturacak sebeplere yapışmağı, yarar işleri yapmağı, niçin yarına bırakıyorsun? İnsan ömrünün en iyi zamanı olan, gençlik günlerinde, işlerin en iyisi ve faydalısı olan, sahibin, yaratanın emirlerini yapmaya, Ona ibâdet etmeye çalışmalı, islâmiyetin yasak ettiği haramlardan, şüphelilerden sakınmalıdır. Beş vakit namazı cemaat ile kılmağı elden kaçırmamalıdır. Nisap miktârı ticâret malı olan müslümanların, bir sene sonra zekât vermeleri emrolunmuştur. Bunların, zekât vermesi, muhakkak lâzımdır. O hâlde, zekâtı seve seve ve hattâ fakirlere yalvara yalvara vermelidir. Allahü teâlâ, çok merhametli olduğu, kullarına çok acıdığı için, yirmidört saat içinde ibâdete, yalnız beş vakit ayırmış, ticâret eşyasından ve çayırda otlayan dört ayaklı hayvanlardan, tâm veya yaklaşık olarak ancak, kırkta birini fakirlere vermeyi emir buyurmuştur. Birkaç şeyi haram edip, çok şeyi mubâh etmiş, izin vermiştir.

O hâlde, yirmidört saatte bir saat tutmayan bir zamanı, Allahü teâlânın emrini yapmak için ayırmamak ve zengin olup da, malın kırkta birini müslümanların fakirlerine vermemek ve sayılamıyacak kadar çok olan, mubâhları bırakıp da, haram ve şüpheli olana uzanmak, ne büyük inat, ne derece insâfsızlık olur.

Gençlik çağı, nefsin kaynadığı, şehvetlerin oynadığı, insan ve cin şeytanlarının saldırdığı bir zamandır. Böyle bir çağda yapılan az bir amele pekçok sevap verilir. İhtiyârlıkta dünya zevkleri azalıp, güç kuvvet gidip, arzulara kavuşmak imkânı ve Ümitleri kalmadığı zamanda, pişmanlıktan, âh etmekten başka birşey olmaz. Çok kimselere bu pişmanlık zamanı da, nasip olmaz. Bu pişmanlık da, tevbe demektir ve yine büyük bir nîmettir. Çokları bu günlere kavuşamaz.

Peygamberimizin haber verdiği sonsuz azâblar, çeşidli acılar, elbette olacak, herkes cezâsını bulacaktır. İnsan ve cin şeytanları, bugün, Allahü teâlânın affını, merhametini ileri sürerek aldatmakta, ibâdetleri yaptırmayıp, günahlara sürüklemektedir. Hâlbuki, iyi bilmeli ki, bu dünya, imtihan yeridir. Bunun için, burada dostlarla düşmanları karıştırmışlar, hepsine merhamet etmişlerdir. Nitekim A'râf sûresi, yüzellibeşinci âyetinde meâlen, (Merhametim herşeyi içine almıştır) buyuruldu. Hâlbuki, kıyâmette, düşmanları, dostlardan ayıracaklardır. Nitekim, Yasîn sûresinde, (Ey kâfirler, bugün, dostlarımdan ayrılınız!) meâlindeki âyet-i kerime, bunu haber vermektedir. O gün, yalnız dostlara merhamet olunacak, düşmanlara hiç acınmıyacak, onlar muhakkak mel'ûn olacaktır. Nitekim, A'râf sûresinde, (O gün, merhametim, yalnız benden korkarak kâfir olmaktan ve günah işlemekten kaçınanlara, zekâtını verenlere, Kur'an-ı kerime ve Peygamberime inananlara mahsûstur) meâlindeki âyet-i kerime, böyle olduğunu göstermektedir. O hâlde, o gün, Allahü teâlânın rahmeti, (Ebrâr)a, yâni müslümanlardan iyi huylu ve yarar işli olanlara mahsûstur. Evet, müslümanların zerre kadar îmanı olanların hepsi sonunda hattâ, çok zaman Cehennemde kaldıktan sonra bile, merhamete kavuşacaktır. Fakat rahmete kavuşabilmek için, ölürken îman ile gitmek şarttır. Hâlbuki, günahları işlemekle kalb kararınca ve Allahü teâlânın emirlerine ve haramlarına önem verilmeyince, son nefeste îman nûru, sönmeden nasıl geçebilir? Din büyükleri buyuruyor ki, (Küçük günaha devam, büyük günaha sebep olur. Büyük günaha devam da insanı kâfir olmaya sürükler). Böyle olmaktan Allahü teâlâya sığınırız! Fârisî beyt tercümesi:

Az söyledim, dikkat ettim kalbini kırmamaya,

bilirim üzülürsün; yoksa sözüm çoktur sana.

Allahü teâlâ hepimizi beğendiği işleri yapmaya kavuştursun! Sevgili Peygamberi Muhammed aleyhisselâmın ve Onun kıymetli Âli hurmeti için duâmızı kabûl buyursun! Bu mektûbu size getiren Mevlânâ İshak, bu fakirin tanıdıklarından ve muhlislerindendir. Eskiden beri komşuluk hakkı da vardır. Yardım isterse, esirgemezsiniz inşâallah. Yazısı ve inşâ kâbiliyyeti iyidir. Vesselâm.


97 DOKSANYEDİNCİ MEKTÛB



Bu mektûb, şeyh Dervîşe yazılmıştır. İbâdet etmemize emrolunması, yakîn elde etmemiz için olduğu bildirilmektedir:



Hak teâlâ, Peygamberlerin en üstünü hâtırı için, bir işe yaramıyan bizlere, îmanın hakîkatini bildirsin! İnsanların yaratılmasına sebep, emrolunan ibâdetleri yapmaktır. İbâdetleri yapmak da îmanın hakîkati olan, yakîni elde etmek içindir. Hicr sûresi, son âyetinin meâl-i şerifi de, belki (Yakîn elde etmek için Rabbine ibâdet et!) demektir. Çünkü (hattâ) kelimesi, (ye kadar) demek olduğu gibi (sebep olmak, yâni, için) mânasını da bildirir. Sanki, ibâdet yapmadan önce olan bu îman, îmanın kendisi değil, görünüşüdür. Âyet-i kerimede, (yakîn elde etmek için) yâni (Îmanın kendisini elde etmek için) buyuruluyor. Sûre-i Nisâ yüzotuzbeşinci âyetinde meâlen, (Ey îman edenler! Îman ediniz!) buyuruldu. Bunun mânası, (Ey! Îmanın sûretini edinenler! İbâdet yaparak, îmanın kendisine kavuşunuz!)dur.

(Vilâyet), yâni Velî olmak, Fena ve Bekâ denilen iki nîmete kavuşmak demektir. Fena ve Bekâya kavuşmak, bu yakîni ele geçirmek içindir. Yoksa, Fena-fillah ve Bekâ-billah diyerek, Allahü teâlâ ile birleşmek, hulûl gibi şeyler anlamak, ilhâd ve zındıklıktır.

[İbni Âbidîn, üçüncü ciltte buyuruyor ki: (Müslüman olmadığı, kâfir olduğu hâlde, müslüman olduğunu söyliyenlere, münâfık, zındık, dehrî ve mülhid denir. Ara sıra namaz kılar, oruç tutar, bâzan hacca da gidenleri olur. (Münâfık), başka dindedir. Muhammed aleyhisselâmın Peygamber olduğunu söylemez. (Dehrî), Allahü teâlânın var olduğunu da söylemez. (Mülhid), her ikisine inanır ve inandığını söyler. Fakat, küfre kaymıştır, islâmiyetten ayrılmıştır. Îtikatı bozuktur. Kendini tam müslüman sanır. Kendisi gibi olmayanlara kâfir der. (Zındık), Allahü teâlâya, islâmiyete, helâle, harama inanmaz. Hiç dîni yoktur. Muhammed aleyhisselâma inandığını söyler. Bunlardan, sapık fikirlerini, müslümanlık olarak tanıtmaya çalışanları çok tehlikelidir. Mürted, islâmdan ayrılan kimsedir. Kâfir olduğunu saklamaz). Komünistler ve masonlar, dehrî kısmındandır.]

Evet, tasavvuf yolunda ilerlerken, Allahü teâlâya olan fazla aşk, sevgi sebebi ile sarhoşluk gibi, bazı hâller hâsıl olur. Bu vakit, bazı bilgiler yanlış anlaşılır. Böyle hâlleri geçmek, atlamak lâzımdır. Böyle anlayışlar için tevbe, istigfâr etmek lâzımdır. Tasavvuf büyüklerinden İbrâhîm bin Şeybân-i Kazvînî [İbrâhim bin Şeybân h. 337 de vefât etti.] buyuruyor ki: (Fena ve Bekâ bilgileri, Allahü teâlânın bir olduğuna hâlis inananlarda ve ibâdetlerini doğru yapanlarda bulunur. Başkalarının Fena ve Bekâ olarak söyledikleri, hep yalandır ve zındıklıktır). Bu sözü, tâm yerindedir ve kendisinin doğru yolda bulunduğunu göstermektedir.

(Fena-fillâh) demek, Allahü teâlânın râzı olduğu, beğendiği şeylerde fânî olmak demektir. Yâni hep Onun sevdiklerini sevmek, Onun sevdikleri, kendine sevgili olmaktır. (Seyr-i ilallah) ve (Seyr-i fillah) gibi sözler de böyledir. Meyân Şeyhullah-i Bahş, salâh, takvâ ve fazîletlerle süslü bir kimsedir. Âile nüfusu pek kalabalıktır. Herhangi bir iş için yardımlarınızı isterse, kolaylık göstermeniz ikrâm olur. Size ve doğru yolda olanlara selâmlar olsun!


98 DOKSANSEKİZİNCİ MEKTÛB



Bu mektûb, şeyh Zekeriyyânın oğlu Abdülkâdire yazılmıştır. İnsanlara karşı sert olmayı değil, yumuşak davranmağı, çeşidli hadis-i şerifler göstererek bildirmektedir:



Allahü teâlâ hepimizi tâm orta yolda bulundursun! Vaaz etmekte, nasihat etmekte ve Allahın kullarına müslümanlığı öğretmekte gözetilmesi lâzım gelen şeyleri bildiren birkaç hadis-i şerif yazıyorum. Hak teâlâ, bunlara uygun davranmamızı nasip eylesin!

Resûlullah buyurdu ki, (Allahü teâlâ refîktir. Yumuşaklığı sever. Sertlik edenlere vermediği şeyleri ve başka hiçbir şeye vermediğini, yumuşak davranana ihsân eder). Bu hadis, İmâm-ı Müslimin (Sahih)inde vardır.

Yine (Müslim)de bildiriliyor ki, Âişeye, (Yumuşak davran! Sertlikten ve çirkin şeyden sakın! Yumuşaklık insanı süsler. Çirkinliğini giderir) buyurdu.

[(Müslim)deki] hadis-i şerifte, (Yumuşak davranmayan, hayr yapmamış olur) buyuruldu.

[(Buhârî)deki] hadis-i şerifte, (İçinizde en sevdiğim kimse, huyu en güzel olanınızdır) buyuruldu.

[İmâm-ı Ahmed ve Tirmüzînin bildirdikleri] hadis-i şerifte, (Kendisine yumuşaklık verilen [müslüman] kimseye dünya ve âhıret iyilikleri verilmiştir) buyuruldu.

[İmâm-ı Ahmed, Tirmüzî, Hâkim ve Buhârînin bildirdikleri] hadis-i şerifte, (Hayâ, îmandandır. Îmanı olan Cennettedir. Fuhuş, kötülüktür. Kötüler Cehennemdedir) buyuruldu.

[İmâm-ı Ahmed ve Tirmüzînin bildirdikleri] hadis-i şerifte, (Cehenneme girmesi haram olan ve Cehennemin de onu yakması haram olan kimseyi bildiriyorum. Dikkat ediniz! Bu kimse, insanlara kolaylık, yumuşaklık gösteren [bir müslüman]dir) buyuruldu.

[Ahmed ve Tirmüzî ve Ebû Dâvüdün bildirdikleri] hadis-i şerifte, (Yumuşak olanlar ve kolaylık gösterenler, burnuna yuları takılmış deve gibidir. Yürütmek istenirse, hayvan ona uyar. Taşın üzerine oturtmak istenirse, hayvan oraya oturur) buyuruldu.

[(Buhârî)deki] hadis-i şerifte, (Kızdığı zaman istediğini yapabilecek [müslüman] bir kimse, kızmazsa, Allahü teâlâ kıyâmet günü onu herkesin arasından çağırır. Cennette istediğin yere git der) buyuruldu.

[Bütün kitaplarda yazılı olan hadis-i şerifte], bir kimse Resûlullahdan nasihat istedikte, (Kızma, sinirlenme!) buyurdu. Birkaç kere sordukta, hepsine de (Kızma, sinirlenme!) buyurdu.

[Tirmüzî ve Ebû Dâvüdün bildirdikleri] hadis-i şerifte, (Cennete gidecek olanları haber veriyorum, dinleyiniz! Zayıftırlar, güçleri yetmez. Birşey yapmak için yemin ederlerse, Allahü teâlâ, bu [müslüman]ların yeminlerini, muhakkak yerine getirir. Cehenneme gidecek olanları bildiriyorum, dinleyiniz! Sertlik gösterirler. Acele ederler. Kendilerini üstün görürler) buyuruldu.

[Tirmüzî ve Ebû Dâvüdün bildirdikleri] hadis-i şerifte, (Bir kimse ayakta iken kızarsa, otursun. Oturmakla geçmezse yatsın!) buyuruldu.

[Taberânî, Beyhekî ve İbni Asâkirin bildirdikleri] hadis-i şerifte, (Sarı sabır maddesi balı bozduğu gibi, kızgınlık da îmanı bozar) buyuruldu.

[Beyhekî ve Ebû Nu'aymın bildirdikleri] hadis-i şerifte, (Allah için aşağı gönüllü olanı, Allahü teâlâ yükseltir. Bu, kendini küçük görür. Fakat, insanların gözünde büyüktür. Bir kimse, kendini başkalarından üstün tutarsa, Allahü teâlâ onu alçaltır. Herkesin gözünde küçük olur. Kendini yalnız kendisi büyük görür. Hattâ köpekten, domuzdan daha aşağı görünür) buyuruldu.

[Beyhekînin bildirdiği] hadis-i şerifte, (Mûsâ bin İmrân “alâ nebiyyinâ ve ”, Yâ Rabbî! Kullarının en kıymetlisi kimdir? dedikte, gücü yettiği zaman affeden [müslüman kimse]dir, buyuruldu) buyurdu.

[Ebû Ya'lânın bildirdiği] hadis-i şerifte, (Bir kimse, dilini tutarsa, Allahü teâlâ onun utanacak şeylerini örter. Gazabını tutarsa, kıyâmet günü Allahü teâlâ azâbını ondan çeker. Bir kimse, Allahü teâlâya yalvarırsa, kabûl eder) buyuruldu.

Bir hadis-i şerifte, (Bir müslüman din kardeşinin ırzına veya malına saldırırsa, malın, paranın geçmez olduğu gün gelmeden önce, onunla helâllaşsın! [Helâllaşmazsa] iyi amelleri varsa, hakkı ödeninceye kadar bu amellerinden alınır. İyi amelleri yoksa, hak sahibinin günahları buna yükletilir) buyurdu.

Bir hadis-i şerifte, (Müflis kimdir, biliyor musunuz?) buyurdu. (Bizim bildiğimiz müflis, parası, malı olmayan kimsedir) dediler. (Ümmetimden müflis şu kimsedir ki, kıyâmet günü namazları ile, orucları ile ve zekâtları ile gelir. Fakat, kimisine sövmüştür. Kiminin malını almıştır. Kiminin kanını akıtmıştır. Kimini dövmüştür. Hepsine bunun sevaplarından verilir. Haklarını ödemeden önce sevapları biterse, hak sahiplerinin günahları alınarak buna yüklenir. Sonra Cehenneme atılır) buyurdu.

[Tirmüzî bildiriyor:] Muaviye, Hz. Âişeye mektûb yazarak nasihat yazmasını istedikte, cevap yazarak: Allahü teâlânın selâmı senin üzerine olsun! Resûlullahdan işittim. Buyurdu ki, (Bir kimse, insanların kızacakları şeyde Allahın rızasını ararsa, Allahü teâlâ onu, insanlardan geleceklerden korur. Bir kimse, Allahü teâlânın kızacağı şeyde, insanların rızasını ararsa, Allahü teâlâ onun işini insanlara bırakır) dedi.

Allahü teâlâ bizi ve sizi, hep doğru söyliyenin haber verdiği bu hadis-i şeriflere uymakla şereflendirsin! Bu hadis-i şerifler, her ne kadar [Hind lisanına] tercüme edilmedi ise de, şeyh Ciyû [Seyyid Ferîd] hazretlerinden bunları sorar ve anlarsınız. Bunlara uygun hareket etmeye çalışırsınız.

Dünya hayatı çok kısadır. Âhıretin azâbları pek acı ve sonsuzdur. İleriyi gören akıl sahiplerinin, hazırlıklı olması lâzımdır. Dünyanın güzelliğine ve tadına aldanmamalıdır. İnsanın şerefi ve kıymeti dünyalıkla ölçülse idi, dünyalığı çok olan kâfirlerin herkesten daha kıymetli ve daha üstün olmaları lâzım gelirdi. Dünyanın görünüşüne aldanmak akılsızlıktır, ahmaklıktır. Birkaç günlük zamanı büyük nîmet bilerek, Allahü teâlânın beğendiği şeyleri yapmaya çalışmalıdır. Allahü teâlânın kullarına ihsân, iyilik etmelidir. Kıyâmette azâblardan kurtulmak için, iki büyük temel vardır: Birisi, Allahü teâlânın emirlerine kıymet vermek, saygı göstermektir. İkinci, Allahü teâlânın kullarına, yarattıklarına şefkat, iyilik etmektir. Hep doğru söyleyici her ne söyledi ise, hepsi doğrudur. Şaka, eğlence, sayıklama sözler değildir. Tavşan gibi gözü açık uyku ne kadar sürecek. Bu uykunun sonu rezil, rüsvâ olmak ve eli boş, mahrum kalmaktır. Mü'minûn sûresinin yüzonbeşinci âyetinde meâlen, (Sizi abes olarak, oyuncak olarak mı yarattım sanıyorsunuz. Bize dönmiyecek misiniz zannediyorsunuz?) buyuruldu. Her ne kadar, böyle sözleri dinleyecek hâlde olmadığınızı biliyorum. Gençsiniz. İçiniz kaynıyor. Dünya nîmetleri içindesiniz. Herkese sözünüz geçiyor. Her istediğinizi yapabiliyorsunuz. Fakat, size acıdığımız için, iyilik etmek istediğimiz için bunlar yazıldı. Elinizden birşey kaçmış değildir. Tevbe edilecek, Allahü teâlâya yalvaracak zamandır. Haberleşmemiz lâzımdır. Fârisî mısra' tercümesi:

Eğer içerde kimse varsa, bir söz de yetişir!


99 DOKSANDOKUZUNCU MEKTÛB



Bu mektûb, molla Hasen-i Kişmîrîye, cevap olarak yazılmış olup, Allahü teâlâyı hiçbir ân unutmamak nasıl olacağı, insanın kendini bilmediği uyku zamanında da, Onun unutulmıyacağı bildirilmektedir:



Kıymetli mektûbunuzu okumakla şereflendik. Bu yolun büyüklerinden bazısı Allahü teâlâya her ân âgâh olduklarını ve uyku zamanında da, her ân, Onu hâtırladıklarını haber vermiştir. Bunun nasıl olacağını soruyorsunuz. Kıymetli efendim! Bunu anlatabilmek için, önce birkaç şeyi bildirmek lâzımdır. Kısaca yazıyorum. Dikkatli okuyunuz!

İnsanın ruhu, bu gördüğümüz ceset ile birleşmeden önce, terakkî edemez, ilerliyemezdi. Kendine mahsûs makamda, derecede bağlı ve mahbûs gibi idi. Fakat, bu cesede indikten sonra, yükselebilmek hâssası ve kuvveti ona verilmiştir. Bu hâssası, onu melekten üstün ve şerefli yapmıştır. Allahü teâlâ lutf ederek, ihsân ederek, ruhu, bu hissiz, hareketsiz olan, hiçbir şeye yaramıyan, karanlık ceset ile birleştirdi. Ruh ışığını, karanlık ceset ile birleştiren, madde olmıyan, zamanlı, mekânlı olmıyan ruhu, maddeden yapılan ceset ile bir arada bulunduran, Allahü teâlâ, çok büyüktür. Bütün büyüklük, üstünlükler, yalnız Ona mahsûstur. Onda hiç kusur olamaz. Bu sözün mânasını iyi kavramak lâzımdır. Ruh ile ceset, her bakımdan, birbirinin aksi, zıddı olduğundan, bunların bir arada kalabilmesi için, Allahü teâlâ, ruhu nefse âşık etti. Bu sevgi, bunların bir arada kalmasına sebep oldu. Kur'an-ı kerim, bu hâli bize haber veriyor. Vettîn sûresinin bir âyetinde meâlen, (Biz insanın ruhunu, güzel bir sûrette yaratıp, sonra en aşağı dereceye indirdik) buyuruldu. Ruhun bu dereceye düşürülmesi ve bu aşka tutulması, kötülemeye benzeyen bir medhdir. İşte ruh, nefse karşı olan bu aşkı, sevgisi sebebi ile, kendini nefis âlemine attı ve nefse tâbi, esîr oldu. Hattâ, kendinden geçti. Kendisini unuttu. Nefis-i emmâre hâlini aldı. Sanki nefis-i emmâre oldu. Ruh, her şeyden daha latîf, [maddenin en hafîfi olan hidrogen gazından, hattâ bir elektrondan da daha hafîf] olduğundan, madde bile olmadığından, her ne ile birleşirse onun hâline, şekline ve rengine girer. Kendini unuttuğu için, evvelâ kendi âleminde, derecesinde iken, Allahü teâlâya olan bilgisini de unuttu. Câhil ve gâfil oldu. Nefis gibi cehâlet karanlığı ile karardı. Allahü teâlâ, çok merhametli olduğu, çok acıdığı için, Peygamberler gönderip, bu büyükler vâsıtası ile ruhu kendine çağırdı ve mâşuku, sevgilisi olan nefse uymamasını, nefsi dinlememesini ona emretti. Ruh bu emri dinleyip, nefse uymaz, ondan yüz çevirir ise, felaketten kurtulur. Yok eğer, başını kaldırmaz, nefsle berâber kalmak, bu dünyadan ayrılmamak isterse, yolunu şaşırır, saadetten uzaklaşır. Bu sözümüzden, ruhun, nefsle birleşmiş olduğu, hattâ kendisini unutup, nefis hâlini almış olduğu anlaşıldı. İşte ruh, bu hâlde kaldıkca, nefsin gafleti, câhilliği, ruhun da gafleti, cehâleti olur. Yok eğer, ruh, nefsten yüz çevirir, ondan soğur, onun yerine Allahü teâlâyı severse ve kendi gibi, bir mahlûku sevmekten kurtulup, sonsuz var olan, hakîkî Bâkîye âşık olup, bu aşk ile kendinden geçerse, zâhirin, yâni nefsin gafleti, cehâleti, bâtına, yâni ruha sirâyet etmez. O, Allahü teâlâyı bir ân unutmaz. Nefsin gafleti, ona nasıl te'sîr etsin ki, o nefsten, tamamen ayrılmıştır. Zâhirden, bâtına hiçbir şey geçmemiştir. İşte bu vakit, zâhir gaflette iken, bâtın âgâhdır, uyanıktır. Her ân Rabbi iledir. Meselâ, bâdem yağı, bâdem çekirdeğinde bulunduğu müddetce ikisi de aynı birşey gibidir. Yağ, posadan ayrılınca, her ikisinin hâssaları başkadır ve her bakımdan ayrı iki şey olurlar. İşte, bu hâle yükselmiş olan, bir mes'ûd, bir bahtiyâr kimseyi, bâzan, tekrar bu âleme indirirler. Allahü teâlâya ârif ve âlim olduğu hâlde, bu âleme döndürüp, onun mübârek, şerefli varlığı vâsıtası ile, âlemi nefslerin karanlığından, cehâletinden kurtarırlar. Böyle mübârek bir kimse, insanların arasında bulunur. Görünüşte herkes gibidir, fakat ruhu hiçbir şeye bağlı değildir. Allahü teâlâya olan bilgisi ve sevgisi iledir. İstemediği hâlde, onu bu âleme döndürmüşlerdir. Böyle bir müntehî, hakîkate erişen biri, görünüşte, başkaları gibi, Allahü teâlâyı unutmuş, mahlûkların sevgisine tutulmuş sanılır. Hâlbuki, hakîkatte, kendisi, bunlara hiç benzememektedir. Birşeyin sevgisine tutulmakla, ondan soğuyup, yüz çevirmek arasında çok fark vardır. Şunu da bildirelim ki, böyle bir müntehînin, mahlûklara olan alâkası ve sevgisi, kendi ihtiyârında, elinde değildir. Dünyaya rağbet etmez. Hattâ, Allahü teâlâ, bu alâkayı istemekte ve beğenmektedir. Başkalarının alâkası, sevgisi ise, kendilerindendir, dünyaya sarılırlar. Allahü teâlâ bu alâkalarından râzı değildir, beğenmez. Başka bir fark da, başkaları bu âlemden yüz çevirip, Allahü teâlâyı tanımaya ve sevmeye kavuşabilirler. Müntehînin, halktan yüz çevirmesine ise, imkân yoktur. Onun halk ile olması, vazîfesidir. Ancak, vazîfesi biterse, o zaman onu, bu geçici dünyadan, ebedî, sonsuz âleme naklederler. Hakîkî makamına kavuşur.

Tasavvuf büyükleri, dâvet makamını, irşâd derecesini, başka başka anlatmışlardır. Çokları, (Halk arasında, Hak ile olmaktır) dedi. Sözlerin başkalaşması, söz sahiplerinin hâlleri, dereceleri başka başka olduğu içindir. Herkes, kendi makamına göre, söylemiştir. Herşeyin doğrusunu Allahü teâlâ bilir. Seyyid-üt-tâife Cüneyd-i Bağdâdînin, (Nihâyete varmak, başlangıca dönmektir) buyurması işte, yukarda bildirdiğimiz dâvet makamına uygun bir tariftir. Çünkü, başlangıcda, hep mahlûkat görülmekte ve sevilmektedir. Nitekim, (İki gözüm uyur, fakat kalbim uyumaz) hadis-i şerifi, kendilerinin Allahü teâlâya olan dâimî bağlılık ve uyanıklığını bildirmiyor; belki, kendi hâllerine ve ümmetinin hâllerine uyanık olup, gâfil olmadığını haber vermektedir. Bunun içindir ki, Peygamberimizin uyuması, abdestini bozmaz idi. Peygamber, ümmetini korumakta, bir sürünün çobanı gibi olduğu için, ümmetini bir ân unutması, Peygamberlik makamına uygun olmaz. Bunun gibi, (Allahü teâlâ ile öyle vakitlerim oluyor ki, o zamanlarda, aramıza hiçbir üstün melek ve Peygamber giremez) hadis-i şerifi de, her zaman değil, bâzandır. Bu zamanlarda da, mahlûklardan yüz çevirip, ayrılması Îcap etmez. Çünkü, Allahü teâlâ, ona tecellî etmekte, görünmektedir. Yoksa O, mahlûkları unutup, tecellîleri aramakta değildir. Mâşukun, âşıka cilvesi gibi olup, âşık mâşukun peşinde değildir. Fârisî beyt tercümesi:

Sûret aynasında sefer, hareket olmaz,

Çünkü onda nûrânî olmıyan sûret olmaz.

Hulâsa, mahlûklara dönülünce, önce kalkmış olan perdeler, geri gelmez. Arada perde olmadığı hâlde, onu mahlûklar arasına salıp, mahlûkların kurtulmasına, uyandırılmasına sebep ve vâsıta kılarlar. Böyle bir kimse, böyle bir pâdişâha çok yakın olan, bir devlet adamı gibidir. Bununla berâber, kendisine milletin işlerini görmek, dertlerini çözmek vazîfesi de verilmiştir. Sona gelip, geri dönmüş olanlar ile henüz başlangıçta olanlar arasındaki farklardan biri de budur. Çünkü, başta olanlar, perdelerin arkasındadır. Geri dönmüş olanlardan ise, perdeler kalkmıştır. Allahü teâlâ size ve doğru yolda olanlara selâmet versin! Âmîn.


100 YÜZÜNCÜ MEKTÛB



Bu mektûb, yine molla Hasen-i Kişmîrîye yazılmıştır. Şeyh Abdülkebîr-i Yemenînin, Allahü teâlâ gaybı bilmez sözüne cevap vermektedir:



Okşayıcı, kıymetli mektûbunuzu okumakla şereflendik. İhsân ederek yazdıklarınızı anladık. Şeyh Abdülkebîr-i Yemenî, Hak teâlâ gaybı bilmez demiş. Bunu soruyorsunuz. [(Reşehât) kitabında Muhammed Ruhî okunurken, Abdülkebîrin bu sözü de görülmektedir.]

Efendim! Bu fakir, bu gibi sözleri dinlemeye dayanamıyorum. Elimde olmıyarak, Fârûkî damarım kabarıyor. Bunlardan, islâmiyete uygun bilgiler çıkarmaya vakit bırakmıyor. Böyle sözleri söyleyen kimse, ister şeyh Kebîr-i Yemenî olsun, ister şeyh Ekber-i Şâmî olsun, hiçbirini duymak istemiyorum. Bize Muhammed-i Arabînin buyurduğu sözler lâzımdır. Muhyiddîn-i Arabînin ve Sadreddîn-i Konevînin ve Abdürrezzâk-ı Kâşînin sözleri lâzım değildir. [Çünkü, bu büyük Velîlerin bazı kelimeleri tevile muhtaçdır. Tevil, muhtelif mânalar içinden şeriate uygun olanı seçmektir. Bunu herkes yapamaz.] Bize (Nass) lâzımdır. (Fuss) [yâni Füsûs kitabı] lâzım değildir. Fütûhât-i Medeniyye varken, (Fütûhât-i Mekkiyye) kitabına bakmayız. Hak teâlâ, Kur'an-ı kerimde, gaybı bildiğini söyliyerek kendini övüyor. (Âlim-ül-gayb) olduğunu bildiriyor. (Hak teâlâ gaybı bilmez demek), çok çirkin, pek iğrenç bir sözdür. Doğrusu, Hak teâlâya inanmamaktır. Gayb kelimesi, başka şeyi de göstermektedir demek, insanı bu alçaklıktan kurtaramaz. Ağızlarından çıkan sözün büyüklüğünü, kulakları duymuyor. İslâmiyete uymıyan böyle sözlerle ne demek istediklerini keşke bilseydim. Hallâc-ı Mensûr (Enel Hak) dedi ise ve Bâyezîd-i Bistâmî (Sübhânî) dedi ise suçlu olmaktan kurtulabiliyorlar. Kendilerini hâl kapladığı zaman, şü'ûrları, akılları örtülmüş iken, söylemişlerdir. Fakat, bunların sözleri, hâl bildirmiyor. Bir ilim, bilgi anlatıyor. (Bu kelimenin tevil edilmesini istemiştim) demeleri, onları suçlu olmaktan kurtarmaz. Böyle kelimelerin tevili makbûl değildir. Çünkü, yalnız sekr hâlinde söylenmiş olan uygunsuz sözlerden, başka şey anlamaya çalışılır. Aklı başında olan kimsenin sözünden başka şeyler anlamaya çalışılmaz. Böyle şeyler söyliyen kimse, eğer (Melâmet) yolunu tutarak, kendini herkesin gözünden düşürmek istemiş ise, bu da çok çirkin ve utanılacak birşey olur. İnsanları kendinden soğutmak, yanından kaçırmak için, yapılacak çok şey vardır. Bunları bırakıp da, kâfir olmaya yaklaşmaya ne lüzûm vardır? Bu sözün ne demek olabileceğini soruyorsunuz. Her suâle cevap vermek lâzım olduğundan, burada birkaç şey bildireceğim:

Gaybı ancak Allahü teâlâ bilir. Gayb, yok demek olursa, yok olan şeyler bilinmez demişlerdir. Gayb, her bakımdan yok demek olunca, onu bilmek düşünülemez. Eğer, bilineceğini düşünürsek, her bakımdan yok olmaktan ve hiçbir şey olmamaktan kurtulmuş olur. Bunun gibi, Hak teâlâ, kendi şerîkini, ortağını bilicidir denilemez. Çünkü, Allahü teâlânın şerîki hiç yoktur. Böyle birşey hiç olamaz. Evet, gayb kelimesinin ve şerîk kelimesinin bildirdikleri şeyler düşünülebilir. Fakat biz bu şeylerin kendilerini söylüyoruz. Bu kelimelerin ne bildirdiklerini söylemiyoruz. Var olamıyacak şeylerin hepsi de böyledir. Bunların neler oldukları düşünülebilir. Fakat var olmaları düşünülemez. Çünkü, varlıkları bilinirse, bunlara var olamıyacak denilemez. Hiç olmazsa, zihinde var olmaları lâzım gelir. Mevlânâ Muhammed Ruhînin yukarıdaki sözden anladığını beğenmemekte haklısınız. Yalnız bir varlık olan o mertebede ilmin bağlılığı yoktur demek, ilim yok demektir. Yalnız gaybın ilmi yoktur demek, değersizdir. Mevlânânın o sözden anladığının doğru olmadığını şu da gösteriyor ki, o (Ehâdiyyet-i mücerrede mertebesi)nde ilmin bağlantısı yok ise de, Hak teâlânın âlim olması değişmez. Çünkü, o mertebede kendisi âlimdir. İlm sıfatı ile âlim olmaz. Çünkü, o mertebede, ilim sıfatı yoktur. Sıfatlara inanmayan kimseler de, Allahü teâlânın âlim olduğunu bildirmektedir. İlm sıfatının var olduğuna inanmadıkları hâlde, bu sıfatta olan bilmenin, zâtta bulunduğunu bildirmektedirler.

Yukarıdaki sözden sizin anladığınıza gelince, gayb kelimesinden zat-i ilâhîyi anlıyorsunuz. Bu gayba hiçbir ilim, hattâ Vâcib teâlânın ilmi de yetişemez diyorsunuz. Anlaşılacak şeyler içinde, doğruya en yakın olanı sizin bu anlayışınızdır. Bununla berâber, Vâcib teâlânın ilmi, kendi zatını bilmez demek, bu fakire ağır geliyor. Bilmiyeceğini göstermek için, ilmin, bilinecek şeyi kavraması lâzımdır. Zat-i teâlâ ise, ihâta edilemez. Kavranamaz. Bunun için de bilinemez diyorsunuz. Bu sözünüz, ilm-i husûlî için doğrudur. Çünkü, ilm-i husûlî ile bilmekte bilinen şeyin sûreti, ilim kuvvetinde hâsıl olmaktadır. Fakat, ilm-i huzurî ile bilmekte, sûretin ilimde hâsıl olması hiç lâzım değildir. Allahü teâlânın ilim sıfatı ilm-i huzurîdir. Bundan dolayı, ilm-i ilâhî, huzur yolu ile, zat-i ilâhîyi bilir. Herşeyin doğrusunu ancak Allahü teâlâ bilir. Allahü teâlâdan, sevgili efendimiz, Muhammed aleyhisselâma ve onun temiz âline salât ve selâmet ve bereket dileriz. Evveliniz ve sonunuz selâmet olsun!

101 YÜZBİRİNCİ MEKTÛB



Bu mektûb, yine molla Hasen-i Kişmîrîye yazılmıştır. Büyükleri küçük sanarak dil uzatanları bildirmektedir:



Allahü teâlâ, hâlinizi güzel ve kalbinizi temiz eylesin! Kıymetli mektûbunuzu mevlânâ Muhammed Sıddîk getirdi. Allahü teâlâya hamd olsun ki, uzakta kalanları unutmamışsınız. Görünüşte, nefsinize karşı olan sözleriniz kısaca anlaşıldı. Nefis, emmârelik yaptığı zaman, buna karşı söylenen şeyler doğrudur. Fakat nefis, itmînâna geldikten sonra, ona karşı gelmenin yeri yoktur. Çünkü, o zaman nefis, Hak teâlâdan râzıdır. Hak teâlâ da ondan râzıdır. Nefis beğenilmekte ve kabûl olunmaktadır. Kıymetli olana karşı gelinmez. Onun istekleri, Hak teâlânın istekleridir. Çünkü, nefsin itmînâna kavuşması için, Allahü teâlânın ahlâkı ile ahlâklanması lâzımdır. Artık o, mukaddes olmuş, her türlü kusurdan temizlenmiş, karşı durulacak yeri kalmamıştır. Kendisine bakılamıyacak derecelere yükselmiştir. Her söylediğimiz bizde kalır. Fârisî beyt tercümesi:



Kendinden haberi olmıyan kimse,

Nerde kaldı, başka şeyleri bile?



Çok olur ki, câhiller, nefsten hiç haberleri olmadığı için, mutmainneyi emmâre sanırlar. Nefs-i emmâreye karşı yaptıklarını, nefs-i mutmeinneye de yaparlar. Nitekim kâfirler, Peygamberleri başka insanlar gibi sanıyorlar. Peygamberliğin yüksekliğine inanmıyorlar. O büyüklere ve onların yolunda gidenlere inanmamaktan Allahü teâlâya sığınırız!


102 YÜZİKİNCİ MEKTÛB



Bu mektûb, molla Muzaffere yazılmıştır. Ödünç alıp vermekteki fâizi bildirmektedir:



Ödünç verenin fazla olarak istediği malın yalnız fâiz olduğunu söylemiştiniz. Meselâ oniki dirhem ödemesi şartı ile on dirhem gümüş verenin aldığı gümüşten yalnız fazla olan iki dirhemi fâiz olur, haram olur demiştiniz. Hâlbuki, daha fazlasını ödemesi şartı ile, ödünç vermek fâizdir. Yâni böyle olan sözleşme haramdır. Haram anlaşma ile, ele geçen malın hepsi haram olur. Meselâ, oniki dirhem ödemesi şartı ile, on dirhem ödünç verilse, alınan oniki dirhemin hepsi haram olur. Fâiz ile ödünç vermek ve almak haram olduğu, Kur'an-ı kerimde açıkça bildirilmiştir. İhtiyâcı olanın da, olmıyanın da, fâizle, ödünç alması haramdır. İhtiyâcı olana, fâiz haram olmaz demek, Kur'an-ı kerimin emrini değiştirmek olur. (Kınye) kitabı, Kur'an-ı kerimin emrini değiştiremez. Lâhor şehrinin büyük âlimlerinden olan mevlânâ Cemâl, (Kınye)nin birçok haberleri kıymetli kitaplara uymamaktadır. Böyle haberlerine güvenilmez buyururdu. [İbni Âbidîn dahî, (Kınye)nin birçok haberi zayıftır, güvenilmez buyurmaktadır. Bu kitabı, Zâhidî yazmıştır.] (Kınye)nin bu yazısını, doğru kabûl etsek bile, buradaki ihtiyaç kelimesine, zarûret ve ölüm tehlikesi mânasını vermek lâzımdır. Böylece, Mâide sûresi, dördüncü âyetinin, (Ölüme sebep olan sıkışık hâle düşen) meâlindeki izinden istifâde edilmiş olur. Çünkü, bu âyet-i kerime, haramlardan affolunabilecek özrü beyan buyurmaktadır. Fâiz ile ödünç almak için, her ihtiyaç özr olsaydı, fâizin haram edilmesine sebep kalmazdı. Çünkü, fâiz ödemeği, ancak ihtiyacı olan kabûl eder. İhtiyâcı olmıyan kimse, açıktan para vermek istemez. Allahü teâlânın, bu yasak emri, yersiz lüzûmsuz olurdu. Allahü teâlânın kitabına, böyle iftirâ edilemez. Abes, yersiz, birşey bulunması düşünülemez. Her ihtiyacı olanın fâiz ile para alması câiz diye, bir ân düşünsek, ihtiyaç da, bir nev' zarûrettir. Zarûretin dereceleri vardır. Ziyâfet vermek için, fâiz ile para almak ihtiyaç değildir. Meyyitin bıraktığı malda meyyitin ihtiyacı, kefen ve cenâze masrafı olduğu kitaplarda bildiriliyor. Onun ruhu için, ziyâfet vermeye, ihtiyaç denilmemiştir. Meyyit, sadakanın sevabına, herkesten çok muhtaç olduğu hâlde, onun ruhu için yemek [helva] dağıtılmasını islâmiyet emretmemiştir. O hâlde bunları yapmak, fâizle para almak için ihtiyaç, özr olur mu? Ölünün ihtiyacı kabûl edilse bile, fâizle alınan para ile pişen yemekleri yimek helâl olur mu? Çoluk çocuğun çok olması, erkeğin askerde bulunması, özr, ihtiyaç sanılarak, fâizle para almak câiz ve helâl olur demek, bir müslümana yakışmaz. Böyle belâya yakalanmış olanlara, emr-i mâruf ve nehy-i anil-münker yaparak, doğru yolu göstermek lâzımdır. Bir müslüman, nasıl olur da, böyle haram işi yapabilir? İhtiyâcları te'mîn edecek yol çoktur. Bu zamanda, şüpheli olmıyan kazanc kalmadı diyorsunuz. Evet öyledir. Fakat elden geldiği kadar, şüphelilerden kaçınmak lâzımdır. Tarlayı abdestsiz sürmek, tohumunu abdestsiz ekmek, rızkın bereketini, tayyıb [güzel] olmasını giderir demişlerdir. Hindistânda, böyle çalışan, hemen yok gibidir. Fakat, Allahü teâlâ, kulundan, elinden geldiği kadar yapmasını istemektedir. Fâiz ile para alıp ziyâfet vermekten sakınmak, herkes için kolaydır. Helâle haram, harama helâl diyen kâfir olur. Fakat bu kat'î, meydanda olan helâl ve haramlar içindir. [Helâl, haram oldukları, dört mezhepte de sözbirliği ile bildirilenler içindir.] Zan olunanlar için değildir. Hanefî mezhebinde mubâh olan, çok şey vardır ki, şâfi'î mezhebinde mubâh değildir. Bunun aksi de vardır. Muhtaç olduğu şüpheli olan birinin, fâizle para alması helâl olur demiyene, açık bildirilen harama helâl diyemiyene dil uzatılmaz. Sapık, gerici denilmez. Helâl demesi için zorlanamaz. Onun haklı olması daha kuvvetlidir. Hattâ, haklı olduğu meydandadır. Ona dil uzatanlar haksızdır ve tehlikededir. Mevlânâ Abdülfettâh, (Fâizsiz borç almak iyidir. Niçin fâiz ile alıyorlar?) demiş. Siz de, (Böyle söyleme. Helâli inkâr mı ediyorsun?) diyerek onu tektîr etmişsiniz. Yavrum, bu sözünüz, kat'î olan helâl için doğrudur. İhtiyâcı olanın, fâiz ile borç almasına helâl deseniz bile, bunu yapmamak, yine daha iyi olur. Verâ sahipleri, ruhsat, izin verilen şeyleri yapmamış, herkese, azîmet yolunu göstermişlerdir. Lâhor şehrindeki müftîler, ihtiyacı olana câiz olur demiş ise de, ihtiyaçtan ihtiyaca fark vardır. Her ihtiyaç, özr sayılırsa, fâizin haram olacağı yer kalmaz. Fâizin haram edilmesi abes, lüzûmsuz bir emrolur. Oruç, yemin kefareti niyeti ile de, fakirleri doyurmak için, fâiz ile borç almak câiz değildir. Fakir doyuramıyan, oruç tutar. İslâmiyete uymak ile, az bir takvânın bereketi ile, Allahü teâlâ, insanın ihtiyacını kolaylıkla giderir. Allahü teâlâ, takvâ sahiplerini sıkıntılardan kurtarır. [Lâzım olan şeyleri satın almak için, bankadan fâiz ile ödünç para almayıp, bu şeyleri bankadan satın almalıdır.]

103 YÜZÜÇÜNCÜ MEKTÛB



Bu mektûb, nakîb şeyh Seyyid Ferîde yazılmıştır. Âfiyet ne demek olduğu bildirilmektedir:



Allahü teâlâ âfiyet versin! Öyle bir âfiyet versin ki, büyüklerden biri, hep duâ eder, Allahü teâlâdan bir günlük âfiyet isterdi. Adamın biri, bu zata, (Sen hergün âfiyette değil misin?) dedi. (Allahü teâlâdan öyle bir gün istiyorum ki, sabahdan akşama kadar Allahü teâlâya hiçbir günah işlemiyeyim. Âfiyetle geçen gün böyle olur) buyurdu. Cenâb-ı Hak, size de, böyle âfiyetli günler ihsân eylesin!

Çok zamandan beri, Serhend şehrinde kâdı yâni islâm mahkemesinin hâkimi yoktur. Bunun için, islâmiyetin emirlerinden birkaçı yapılamamaktadır. Meselâ: Kardeşimin çocuğu yetîmdir. Babasından kendisine miras mal kalmıştır. (Vasî)si yoktur. İslâmiyetin izni olmadan bu mal kullanılamamaktadır. Eğer kâdı olsa, onun izni ile iş kolaylaşır. Bunun gibi yapılamıyan daha başka şeyler de vardır.



104 YÜZDÖRDÜNCÜ MEKTÛB



Bu mektûb, Perkene şehri kâdîlarına yazılmıştır. Baş sağlığı dilemektedir:



Merhûm hazretin ölümü acısı, her ne kadar pek şiddetli ve çok çetin ise de, fakat kul için, sahibinin işinden râzı olmaktan başka çâre yoktur. İnsan, bu dünyada kalmak için yaratılmadı. Dünyada iş yapmak, çalışmak için yaratıldık. Çalışmalıyız! Çalışıp da, kazanıp da ölen bir kimse için korkacak birşey yoktur. Hattâ, böyle ölmek, bir devlet ele geçirmektir. Ölüm bir köprü gibidir. Sevgiliyi sevgiliye kavuşturur. Ölmek, felaket değildir. Öldükten sonra, başına gelecekleri bilmemek felakettir. Ölülere, duâ ile, istigfâr etmekle, onun için sadaka vermekle yardım etmek, imdâdlarına yetişmek lâzımdır. Resûlullah buyurdu ki: (Ölünün mezardaki hâli, imdâd diye bağıran, denize düşmüş kimseye benzer. Boğulmak üzere olan kimse, kendisini kurtaracak birini beklediği gibi, meyyit de, babasından, anasından, kardeşinden, arkadaşından gelecek bir duâyı gözler. Kendisine, bir duâ gelince, dünyanın hepsi kendine verilmiş gibi sevinmekten daha çok sevinir. Allahü teâlâ, yaşıyanların duâları sebebi ile, ölülere dağlar gibi çok rahmet verir. Dirilerin de, ölülere hediyesi, onlar için duâ ve istigfâr etmektir).

[(Duâ), istemek demektir. Aç bir adamın, iştihâlı olduğu bir zamanda, yiyecek istemesi gibidir. Îman ile ölenlere, hatm-i tehlîl yapmak, yâni yetmişbin kelime-i tevhîd okuyup, sevabını ruhuna hediye etmek, çok faydalıdır. Fakat, bu zamanda îman ile giden pek azdır].

Kıymetli mektûbunuz geldi. Hava çok soğuk olduğundan biz fakirler sıkıntıya düştük. Yoksa kendimiz gelecektik. Mektûbumuz biraz sert oldu. İnşâallahü teâlâ faydası görülür. Daha yazarak başınızı ağrıtmış olmıyalım. Sevdiğimiz kâdı Hasene ve yanınızda bulunan kıymetli kimselere çok duâ ederiz. Her işinizde, Hak teâlâdan râzı olup Şükredesiniz!



Seslendi ol müezzin, durdu kâmet eyledi,

Kâbeye döndü yüzün, hem de niyet eyledi.

Duyunca ehl-i îman, hurmet ile dinledi,

Sonra, namaza durup, Rabbe kulluk eyledi.


105 YÜZBEŞİNCİ MEKTÛB



Bu mektûb, Hakîm Abdülkâdire yazılmıştır. Hasta iyi olmadıkça, gıdânın ona fayda vermiyeceği bildirilmektedir:



Tabîbler diyor ki, hasta perhîz yapmalıdır. İyi olmadan önce ona gıdâ iyi gelmez. Yağlı kuş eti bile böyledir. Hattâ hastalığını arttırır. Fârisî mısra' tercümesi:

Hastanın yidiği hastalığı arttırır!

Bunun için, önce hastayı iyi etmeyi düşünmek lâzımdır. Bundan sonra, uygun gıdâ vererek, eski kuvvetli hâline kavuşturulması düşünülür.

Bunun gibi, (Kalblerinde hastalık vardır) meâlindeki âyet-i kerimede bildirilen kalb hastalığına yakalanmış olanların hiçbir ibâdeti ve tâati fayda vermez, belki zarar verir. (Çok Kur'an-ı kerim okuyanlar vardır ki, Kur'an-ı kerim bunlara lânet eder) hadis-i şerifi meşhûrdur. (Çok oruç tutanlar vardır ki, onun orucdan kazancı, yalnız açlık ve susuzluktur) hadis-i şerifi de sahihdir. Kalb hastalıklarının mütehassısları olan tasavvuf büyükleri de, önce hastalığın giderilmesi için yapılacak şeyleri emir buyururlar. Kalbin hastalığı, Hak teâlâdan başkasına tutulması, bağlanmasıdır. Belki, kendisine bağlanmasıdır. Çünkü herkes, herşeyi kendi için ister. Çocuğunu sevmesi, kendini sevdiği içindir. Malı, mevkı'i, rütbeyi hep kendi için ister. Onun mâbudu, tapındığı şey, kendi nefsidir. Nefsinin istekleri arkasında koşmaktadır. Kalb, bu bağlılıklardan kurtulmadıkca, insanın kurtulması çok güç olur. Bundan anlaşılıyor ki, aklı başında olan ilim adamları ve kalbi uyanık olan fen adamları, herşeyden önce, bu hastalığın giderilmesini düşünmelidirler. Fârisî mısra' tercümesi:



İçerde kimse varsa, bir söz yetişir!


106 YÜZALTINCI MEKTÛB



Bu mektûb, Muhammed Sâdık-ı Kişmîrîye yazılmıştır. Bu yolun büyüklerini tanımak ve sevmek Allahü teâlânın en büyük nîmetlerinden olduğu bildirilmektedir:



Aşırı sevgi ve tâm bağlılıkla yazılmış olan güzel mektûbunuz geldi. Bundan dolayı, Allahü teâlâya hamd ve şükür olsun! Bu yolda olanları tanımak ve sevmek, Allahü teâlânın nîmetlerinin en büyüklerindendir. Hangi mes'ûd kimseyi acaba bu nîmetlerle şereflendirirler? Şeyh-ul-islâm Abdüllah-i Ensârî Hirevî buyuruyor ki, (Yâ Rabbî! Dostlarını öyle yaptın ki, onları tanıyan sana kavuşuyor ve sana kavuşmayan, onları tanımıyor!). Bu büyüklere düşmanlık etmek, sonsuz ölüme sürükleyen bir zehirdir. Onları incitmek, sonsuz felaketlere sebep olur. Allahü teâlâ bizi ve sizi bu belâya düşmekten korusun! Şeyh-ul-islâm yine buyurdu ki, (Yâ Rabbî! Her kimi felakete düşürmek istersen, onu bizim üzerimize atarsın). Fârisî beyt tercümesi:



Hakkın ve hak adamlarının yardımı olmadan,

Melek de olsa, kurtulamaz yüz karalığından.



Allahü teâlânın size yeniden ihsân etmiş olduğu bu tevbeyi ve bu yola kavuşmağı büyük nîmet biliniz! Bu yolda ilerlemek için Allahü teâlâya yalvarınız! Allahü teâlâ, doğru yolda olanlara ve Muhammed Mustafânın izinde gidenlere selâmet versin!


107 YÜZYEDİNCİ MEKTÛB



Bu mektûb, yine Muhammed Sâdık-ı Kişmîrîye yazılmıştır. Evliyânın kerâmetlerini bildirmektedir:



Hak sübhânehu ve teâlâ, Evliyâya inanmakla ve bu yüksek insanları sevmekle, hepimizi şereflendirsin!

İçinde birkaç suâl bulunan mektûbunuz geldi. Denemek ve üzmek için yapılan suâl, cevap vermeye değmez ise de, belki faydalı olur düşüncesi ile cevap veriyorum. Birisi anlamazsa da, anlayanlar çok şey öğrenir.

Suâl: Eskiden gelmiş geçmiş Velîlerde çok kerâmetler, hârikalar hâsıl olmuştu. Zamanımızdaki büyüklerde ise az görülmektedir. Bunun sebebi nedir? diyorsunuz.

Cevap: Bu suâli sormanız, zamanımız büyüklerinde hârikalar az görülüyor diyerek bunları küçültmek düşüncesi ile oldu ise, şeytanın aldatmasından Allahü teâlâya sığınırız. Sözün gelişinden düşüncenizin öyle olduğu anlaşılıyor. Şeytanın şerrinden Allahü teâlâya sığınınız!

Velî olmak için, bir insandan hârikaların, kerâmetlerin meydana gelmesi şart değildir. Hâlbuki, Peygamberlerin mucize göstermesi lâzımdır. Bununla berâber, Evliyânın hemen hepsinde, kerâmet görülmüştür. Kerâmet göstermeyen Velî pekazdır. Bir Velîden, çok kerâmet meydana gelmesi, onun üstünlüğünü göstermez. Evliyânın birbirinden üstünlüğü, Allahü teâlâya daha yakîn olmalarına bağlıdır. Daha yakîn olan bir Velî, pekaz kerâmet sahibi olabilir. Allahü teâlâdan daha uzak olan bir Velî, daha çok kerâmet, hârika gösterebilir. Bu ümmetin sonradan gelen Evliyâsında, o kadar çok kerâmetleri olanlar görülmüştür ki, Eshâb-ı kirâmın hiç birinde, bunun yüzde biri bile, meydana gelmemiştir. Hâlbuki, Evliyânın en yükseği, en aşağı derecede olan bir Sahâbînin derecesine yetişemez. Görülüyor ki, Evliyâyı ve onların üstünlüğünü anlıyabilmek için, kerâmetlerine, hârikalarına bakmak, câhillik, kısa görüşlülük olur. O kimsede, o büyüklerin yollarına katılabilmek kâbiliyyetinin az olduğunu gösterir. Peygamberlerin ve Velîlerin feyz ve bereketlerine, ancak onlara uymak kâbiliyyetinde olanlar kavuşabilir. Kendi düşüncelerine, hayâllerine uyanlar, kavuşamaz. Ebû Bekr-i Sıddîk, uymak kâbiliyyeti sebebi ile, Peygamberimize birşey sormadan inanıverdi. Ebû Cehlde bu kuvvet bulunmadığından, o kadar alâmet ve mucizeler gördüğü hâlde, Peygamberliğe inanmak saadeti ile şereflenemedi. Sûre-i En'amda, (Senin Peygamber olduğunu belirten, açık alâmetlerin hepsini görseler, yine inanmazlar. Yanına geldikleri zaman, terbiyesizlik yapar, mübârek kalbini incitirler ve bu Kur'an, eskiden kalma hikâyeler, masallardır, derler) meâl-i şerifteki âyet-i kerime, böyle tâlihsizleri bildirmektedir.

Peygamber zamanına yakîn zamanlardaki Evliyânın, az kerâmet gösterdiğini, bütün ömrlerinde üç-beş hârikadan başka görülmediğini söyledik. Cüneyd-i Bağdâdînin on kerâmeti bile işitilmemiştir. Hak teâlâ, kelîmi olan, Mûsâ aleyhisselâma dokuz mucize verdiğini bildirmektedir. Bunlar, düşmanlara karşı olan hârikalardır. Yoksa, Peygamberlerden ve Evliyâdan her saatte, hârikalar meydana gelmektedir. Düşmanları bilse de, bilmese de, hârikaları güneş gibi görülmektedir. Fârisî mısra' tercümesi:

Kör göremezse, güneşin kabahati ne?

Suâl: Temiz olan tâliblerin, keşf ve müşâhede ettikleri şeylere, şeytan birşey karıştırabilir mi? Karıştırabilirse, bunu ayırd etmek nasıl olur? Karıştıramaz ise, keşf ve ilhâm ile elde edilen bilgilerin, bazısının yanlış olması nedendir?

Cevap: Herşeyi doğru olarak ancak Allahü teâlâ bilir. Bilgisini şeytanın karıştırmadığı kimse yoktur. Peygamberlere bile karışabileceği, hattâ karıştığı hâlde, Evliyâya karışmaz olur mu? Nerde kaldı ki, acemi tâliblere karışmasın. Şu kadar var ki, Peygamberlere şeytanın karıştırdığı, haber verilir ve yanlış doğrudan ayırd olunur. Nitekim Hâc sûresinde, (Allahü teâlâ, şeytanın karıştırdığını değiştirir. Sonra kendi âyetlerini, sağlam olarak bildirir) meâlindeki âyet-i kerime, bunu beyan etmektedir. Evliyâya, şeytanın karıştırdığını haber vermek lâzım değildir. Çünkü Velîler, Nebîlerin izinde yürümektedir. Bunlar, Peygamberlerin bildirdiğine uymıyan buluşlarını red ederler, kıymet vermezler. Fakat, Peygamberin dîninin bildirmediği, doğru veya yanlış demediği bilgilerin doğrusunu, iğrisinden ayırmak güçtür. Çünkü ilhâm zannîdir, şüphelidir. Fakat, doğru ilhâmları iğrilerinden ayıramamak, Velîler için, bir kusur olmaz. Çünkü dünya ve âhıret saadetlerine kavuşmak, islâmiyete uymakla olur. İslâmiyetin bildirmediği şeyler, önemli değildir. İnsanlara, önemsiz şeyleri yapmak emrolunmadı.

Keşf ve ilhâmlarda yanlışlık, yalnız şeytan tarafından gelmez. Çok defa, şeytan hiç karışmadan, hayâlde, doğru olmıyan bazı şeyler hâsıl olur. Meselâ, bâzan Peygamberimizi rü'yâda görüp, bazı şeyler öğrenenler oluyor ki, bu öğrendikleri, kitaplara uymamaktadır. Hâlbuki, bu rü'yâlara şeytanın karışmadığı meydandadır. Çünkü şeytanın, her ne sûretle olursa olsun, Peygamber efendimizin şekline giremiyeceğini, âlimlerimiz bildirmektedir. İşte, böyle rü'yâlarda, hayâl, yanlış şeyleri, doğru gibi göstermektedir.

Suâl: Evliyânın kerâmeti ile, kâfirlerde hâsıl olan istidrâc birbirine benziyor. Acemi bir tâlib, bir hârik-ul'âde görünce, bir Velînin kerâmeti, veyahut bir yalancının istidrâcı mı olduğunu nasıl ayırd edebilir?

Cevap: Bunu ayıracak, tâlibin vicdânıdır. O kimse ile konuşunca, tâlibin kalbinde, dünya sevgisi azalıp, Allahü teâlâya bağlılığı artarsa onun, kerâmet sahibi bir Velî olduğunu anlar. Eğer böyle olmazsa, istidrâc gösteren bir yalancı olduğu anlaşılır. Onun sözleri ile, kalbinde bir değişiklik duymıyan kimse, hayvan gibi olan câhil bir kimsedir. Hevesi olan, isteği bulunan tâlib, kalbindeki bu değişikliği, çok güzel sezer. Bu seçilmiş, nûrlu insanlar, câhillerin duymamasına önem vermez. Çünkü ruhu hasta, gözü kör olanlar, duygusuz olur. Kalbdeki bu değişikliğini anlamaktan daha mühim ve daha lüzûmlu birçok bilgilerden, bu câhillerin haberi yoktur. (Velî olmak için, Allahü teâlânın ahlâkı ile ahlâklanmalıdır) demişlerdir. Yâni Allahü teâlânın sıfatlarına uygun sıfatlar Evliyâda hâsıl olur. Fakat, bu benzerlik, yalnız ismdedir ve uygunluk, sıfatların topluluğundadır. Yoksa, sıfatların husûsiyyetlerinde berâberlik olamaz. (Allahü teâlânın ahlâkı ile ahlâklanınız) emrini anlatırken, Hâce Muhammed Pârisâ, (Tahkîkât) ismindeki fârisî kitabında buyuruyor ki, (Allahü teâlânın bir ismi, (Melik)dir. Bu, herşeye hâkim, gâlib demektir. Tâlib tasavvuf yolunda ilerlerken, kendi nefsine hâkim, gâlib olur ve başkalarının kalblerine te'sîr etmeye başlarsa, bu sıfat ile ahlâklanmış olur. Allahü teâlânın bir ismi de, (Semî')dir. Yâni işiticidir. Tâlib, doğru sözü herkesten kabûl eder ve gizli hakîkatleri, cân kulağı ile duyarsa, bu sıfatla, huylanmış olur. Bir sıfatı da, (Basîr)dir. Yâni, Allahü teâlâ, herşeyi görür. Tâlibin kalb gözü açılır ve firâset ışığı ile, kendi ayblarını ve başkalarının iyi huylarını görürse, yâni başkalarını kendinden daha üstün görürse ve Allahü teâlânın her ân gördüğünü, göz önünde bulundurarak, hep Allahü teâlânın beğendiği şeyleri yaparsa, bu sıfatla huylanmış olur. Bir sıfatı da, (Muhyî)dir. Yâni Allahü teâlâ dirilticidir. Tâlib, unutulmuş sünnetleri canlandırır, meydana çıkarırsa, bu sıfatla, sıfatlanmış olur. Bir sıfatı da Mümîttir. (Mümît), öldürücü demektir. Tâlib, sünnetlerin yerine yerleşmiş olan, bid'atleri men eder, yok ederse, bu sıfatla sıfatlanmış olur. Bütün sıfatlar, bunlar gibidir). Câhiller, bu ahlâklanmayı başka türlü anlamış ve yoldan çıkmıştır. Velîler, ölüleri diriltir, gayb olan şeyleri bilir sanmışlar. Böyle, daha nice bozuk düşüncelere saplanmışlardır. Hâlbuki bazı zanlar, günahtır.

Hârika, yalnız ölüleri diriltmek, istediğini öldürmek demek değildir. İlhâm yolu ile gelen bilgiler, kerâmetlerin en büyüğüdür. Nitekim, mucizelerin en kuvvetlisi ve kıyâmete kadar kalanı Kur'an-ı kerim mucizesidir.

Gözü açmalı, iyi görmeli ki, ilimler, marifetler, nisan yağmuru gibi yağmaktadır. O kadar çok oldukları hâlde, hepsi islâmiyete uygundur. İslâmiyetten kıl kadar ayrılanı yoktur. Bu da, hepsinin doğru olduğuna açık bir alâmettir. Zaten, yüksek hocam Muhammed Bâkî-billah, (Size ilhâm olunan ilimlerin hepsi doğrudur) buyurmuştur. Fakat ne fayda ki, hocam hazretlerinin sözü, sizin için güvenilecek senet değildir. Kendinize, bir de pîrini çok seven diyorsunuz. Mektûbunuzda, inat ve itiraz kokusu vardı. Fakat, kıymetli bilgilerin yazılmasına sebep olduğundan, iyi oldu. Fârisî beyt tercümesi:



Elbet bulunur, bir güzellik çirkinde;

İnci gibi görünür dişler, zencîde.



Şaşılacak şeydir ki, bundan önceki mektûbunuzda çok sevgi ve saygı göstermiştiniz. Arka arkaya gördüğünüz iki rü'yâdan dolayı eski hâllerinizden tevbe ettiğinizi ve bu yola sıkı bağlandığınızı ve tecdîd-i îman ettiğinizi de yazmıştınız. Bir ay geçmeden bu hâlinizin değiştiği anlaşılıyor ve pek çabuk eski hâlinize döndüğünüz görülüyor. Bu gerilemeniz, o iki rü'yânın şeytanî olduğu veya yanlış bir keşf olduğu düşüncesini hâsıl etmektedir. O mektûbunuz nasıldı, bu mektûbunuz nasıldır? Fârisî beyt tercümesi:



Söyle ona, neden kötülük yapıyor?

Bana değil, kendi kendine ediyor.



Doğru yolda olanlara ve Muhammed Mustafânın izinde gidenlere Allahü teâlâ selâmet versin!



Zâhidâ! Aç gözün, sahraya bak da ibret al!

Şu direksiz kubbe-i semaya bak da ibret al.

Görmek istersen, Cenâb-ı kibriyânın kudretin,

Her sabah, seher vakti, dünyaya bak da, ibret al!


108 YÜZSEKİZİNCİ MEKTÛB



Bu mektûb, meyân Seyyid Ahmede yazılmıştır. Nübüvvetin vilâyetten daha üstün olduğu bildirilmektedir:



Allahü teâlâ bizi ve sizi ve bütün müslümanları Peygamberlerin efendisine uymaktan ayırmasın! Tasavvuf yolundakilerin büyüklerinden birkaçı, sekr hâlinde iken, (Vilâyet nübüvvetten daha üstündür) dedi. Birkaçı da, (Üstün olan vilâyet, Peygamberin kendi vilâyetidir) diyerek, Velînin Nebîden daha üstün olacağının anlaşılmasını önlediler. Fakat, işin doğrusu, bunun tersidir. Çünkü, Peygamberin nübüvveti, kendi vilâyetinden de daha üstündür. Vilâyet makamlarında olanlar, göğüslerinin sıkıntısından, halk ile birlikte bulunamıyorlar. Peygamberlikte ise, göğüsleri çok geniş olduğundan, Hak teâlâ ile olmaları, halk ile birlikte olmalarına ve halk ile birlikte olmaları da, Hak teâlâ ile olmalarına engel değildir. Peygamberlikte, yalnız halk ile olmak yoktur. Bunun için, yalnız Hak teâlâ ile olan vilâyet, nübüvvetten daha üstün değildir. Allahü teâlâ korusun, câhil insanlar yalnız halk ile olur. Nübüvvetin şânı, şerefi bundan çok yüksektir. Bu sözümüzü iyi anlamak, sekr sahiplerine güç gelir. Hâlleri doğru olan büyükler, böyle olduğunu çok iyi bilirler. Arabî mısra' tercümesi:

Nîmete kavuşanlara âfiyet olsun!

Ayrıca dileğimiz şudur ki, meyân şeyh Abdürrahîmin oğlu Şâh Abdüllah ile yakınlığımız, kardeşliğimiz vardır. Babası, çok zaman Behâdır hânın emrinde çalışmıştır. Oradan geliri vardı. Şimdi gözleri kuvvetten düştü. Behâdır hânın yanında çalışmak için oğlunu gönderdi. Bunun için sizden de bir işaret olursa, fayda verecektir. Vesselâm.


109 YÜZDOKUZUNCU MEKTÛB



Bu mektûb, Hakîm Sadra gönderilmiştir. Kalbin selâmeti ve Hak teâlâdan başka şeyleri unutması bildirilmektedir:



Allah adamları, kalb hastalıklarının tabîbleridir. Bâtın hastalıklarının giderilmesi, bu büyüklerin tedâvîsi ile olur. Bunların sözleri ilâcdır. Bakışları şifâdır. Onlarla berâber bulunanlar kötü olmaz. Onlar Allah adamlarıdır. Onlarla yağmur yağdırılır. Onlarla rızık gönderilir. Bâtın hastalıklarının en kötüsü ve kalb bozukluklarının başı, kalbin Hak teâlâdan başka şeylere bağlanmasıdır. Bu bağlılıktan, büsbütün kurtulmadıkça kalb selâmet bulamaz. Çünkü Allahü teâlâ, hiçbir yerde ortak istemez. Zümer sûresi üçüncü âyetinde meâlen, (Biliniz ki, Allahü teâlâ için olan din, yalnız Onun için olan hâlis dindir) buyuruldu. Hele, şerîki, ortağı daha üstün tutmak, hayâsızlığın, alçaklığın sonu olur. Allahü teâlâdan başka şeyleri, Ondan daha çok sevmek, Onun sevgisi hiç gibi kalmak, ne büyük hayâsızlıktır! Hadis-i şerifte, (Hayâ, îmanın bir parçasıdır) buyuruldu ki, bu hayâ bildirilmektedir.

Kalbin hastalıktan kurtulmasının, yâni Hak teâlâdan başka şeylere bağlılığı kalmamasının alâmeti, işareti, kalbin mâsivâyı büsbütün unutmasıdır. Hiçbirşeyi hâtırlayamamasıdır. Birşeyi düşünmek için zorlansa, hiç düşünemez. Böyle bir kalbin herhangi bir şeye bağlılığı olamaz. Allah adamları, yâni Velîler, kalbin bu hâline (Fena) demiştir. Bu yolda birinci adım budur. Sonsuz olan nûrların görünmesi ve marifetlerin, hikmetlerin gelmesi, bu zaman başlar. Fenaya kavuşmadıkça, hiçbirşey ele geçemez. Fârisî beyt tercümesi:



Bir kimsede hâsıl olmazsa Fena,

Hak teâlâya yol bulamaz aslâ!


110 YÜZONUNCU MEKTÛB



Bu mektûb, şeyh Sadreddîne yazılmıştır. İnsanın, kulluk vazîfelerini yapmak ve Allahü teâlânın sevgisine kavuşmak için yaratıldığı bildirilmektedir:



Hak teâlâ sizi, yüksek insanların istediği şeylerin sonuna kavuştursun! İnsan, kulluk vazîfelerini yapmak için ve hep Hak teâlâ ile olmak için yaratıldı. Bunlara da, geçmişlerin ve geleceklerin efendisine zâhiri ve bâtını tâm uydurmadıkca, kavuşulamaz. Allahü teâlâ, bizim ve sizin sözlerimizi ve işlerimizi ve zâhirlerimizi ve bâtınlarımızı ve ibâdetlerimizi ve îtikatlarımızı, o yüce Peygambere uygun yapmakla şereflendirsin! Âmîn yâ Rabbel'âlemîn. Fârisî beyt tercümesi:

Allahdan başka herneye tapınsa, hepsi hiçtir.

Yazıklar olsun ol kimseye ki, bir hiç iledir.

Hak teâlâdan başka olarak özenilen herşey, mâbut olur. Hak teâlâdan başkasına ibâdet etmekten kurtulmak için, Ondan başka hiçbirşeye özenmemek, hiçbirşeyin arkasına düşmemek lâzımdır. Âhıreti, Cennet nîmetlerini istemek de, böyledir. Bunları istemek, her ne kadar sevap ise de, mukarreblerce günah sayılır. Âhıretteki şeyleri istemek böyle olunca, dünya işlerine düşkün olmanın neye varacağını anlamalıdır. Çünkü dünya, Hak teâlânın sevmediği şeylerdir. Dünyadaki şeyleri yarattığından beri onlara hiç kıymet vermemiştir. Allahü teâlânın sevmediği şeyleri sevmek, günahların başıdır. Bunlara düşkün olanlar, arkalarında koşanlar merhametten uzak olur. Hadis-i şerifte, (Dünya mel'ûndur ve dünyada olan şeylerden Allah için yapılmıyanlar mel'ûndur) buyuruldu. Allahü teâlâ, hepimizi dünyanın ve dünyada olanların şerrinden, zararlarından korusun. Sevgili Peygamberi ve geçmişlerin, geleceklerin efendisi Muhammed aleyhisselâmın hurmetine duâmızı kabûl buyursun! Vesselâm, vel-ikrâm.


111 YÜZONBİRİNCİ MEKTÛB



Bu mektûb, şeyh Hamîd-i Sünbülîye yazılmıştır. Tevhîd, kalbi Allahü teâlâdan başka şeylerden kurtarmak olduğunu bildirmektedir:



Allahü teâlâya hamd olsun! Onun seçtiği kullarına selâmet olsun! (Tevhîd) kalbi Allahü teâlâdan başka şeylere bağlanmaktan kurtarmak demektir. Kalbi mâ-sivâya çok az bile olsa, bir bağlılığı bulunan kimse, tevhîd sahibi olamaz. [(Mâ-sivâ), Allahü teâlâdan başka şeylerin hepsi demektir.] Bu nîmeti elde etmeden önce, vâhid, birdir demek ve vâhid bilmek, huzur sahiplerine göre boş lâf olur. Evet, îman etmiş olmak için, vâhid demek ve vâhid bilmek lâzımdır. Fakat bu, Allahü teâlâdan başka tapınacak hiçbirşey yoktur, demektir. Allahü teâlâdan başka hiçbirşey var değildir demekle, onun arasındaki başkalık meydandadır. Tasdik, îman, ilimle olur. Vicdânla anlamak ise bir hâldir. Bu hâle kavuşmadan önce, bunun üzerinde konuşmak doğru olmaz. Büyükler arasında, bu hâlden söz edenler, şu ikisinden biridirler: Yâ kendilerini hâl kaplıyarak örtülmüşlerdir. Bunun için, sorguya çekilmez, suçlandırılmazlar. Yâhut, hâllerini başkalarına örnek olmak için bildirmişlerdir. Böylece, başkaları, kendi hâllerini, bu büyüklerin hâlleri ile ölçerek, doğru olup olmadıklarını anlasınlar. Bu ikisinden başka sebeple, hâlini, sırrını açıklamak yasaktır. Hak teâlâ, o büyüklerin hâllerinden az birşey, biz yabancılara da ihsân eylesin! Muhammed Mustafânın sünnet-i seniyyesine yapışmakla şereflendirsin! Sevgili Peygamberi ve Onun Âli hurmetleri için bu duâmızı kabûl buyursun! Âmîn! Ayrıca başınızı ağrıtayım ki, bu duâcınızın mektûbunu getiren, meyân şeyh Abdülfettâh hâfız, olgun bir kimsedir. Bir insan evladıdır. Bakacağı kimseleri çoktur. Kızlar babasıdır. Geçim darlığından dolayı ihsân sahiplerine baş vurmaktadır. Beklediğine kavuşacağını umarım. Başınızı daha çok ağrıtmaktan çekindim.

112 YÜZONİKİNCİ MEKTÛB



Bu mektûb, şeyh Abdül-Celîl-i Tehânîserîye yazılmıştır. Birinci vazîfemiz, Ehl-i sünnet vel-cemaat îtikatını elde etmek olduğu bildirilmektedir:



Hak teâlâ, zarar ziyân içinde olan bizleri, doğru oldukları müjdelenmiş olan, Ehl-i sünnet vel-cemaat âlimlerinin bildirdikleri îtikata kavuştursun! Beğendiği işleri yapmakla şereflendirsin! Bu iyi işleri yapmaktan hâsıl olan hâlleri de ihsân buyursun! Kendi mukaddes makamına çeksin! Fârisî mısra' tercümesi:

İş budur, bundan başkası hiçtir.

Çünkü, bu kurtuluş fırkasının îtikadı olmadan hâsıl olan hâller, vecdler, istidrâcdan başka birşey değildir. İnsanı haraplığa, felakete sürüklerler. Bu kurtuluş fırkasına uymak nîmetine kavuştuktan sonra, her ne verirlerse seviniriz, Şükrederiz. Râzı oluruz. Tasavvuf büyüklerinden birkaçı, kendilerini hâl ve sekr kapladığı zaman, doğru yolun âlimlerinin bildirdiklerine uymıyan bilgiler, marifetler söylemişler ise de, keşf yolu ile anladıklarını bildirmişlerdir. Bunun için, suçlu sayılmazlar. Kıyâmette, bunlar için sorguya çekilmemeleri umulur. Bunlar ictihâdında yanılan müctehidler gibidirler. Onlar gibi, bunların yanılmalarına da bir sevap verilir. Böyle, birbirlerine uymıyan bilgilerde, hep Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdikleri doğrudur. Çünkü bunların bilgileri, Peygamberlik kaynağından alınmıştır. Bu bilgiler, kesinlikle doğru olan vahy ile bildirilmiştir. Tasavvuf büyüklerinin marifetleri ise, keşf ve ilhâm ile anlaşılmaktadır. Keşf ve ilhâm, kesinlikle doğru olamaz. Keşf ve ilhâmın doğru olup olmadığı, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiklerine uygun olup olmaması ile anlaşılır. Kıl ucu kadar uygunsuzluk bulunursa, yanlış oldukları anlaşılır. İşin doğrusu böyledir. İşin doğrusu bilindikten sonra, buna uymıyan keşflerin, dalâlet, sapıklık oldukları anlaşılır. Allahü teâlâ, bizi ve sizi, zâhirimizi, bâtınımızı, îtikatımızı, ibâdetlerimizi, Peygamberlerin efendisine uygun eylemekle şereflendirsin! Size ve doğru yolda olanlara selâmet versin! Âmîn.


113 YÜZONÜÇÜNCÜ MEKTÛB



Bu mektûb, Cemâleddîn Hüseyn Külâbîye yazılmıştır. Mübtedî ile müntehînin cezbeleri arasındaki farkı bildirmektedir:



Allahü teâlâya hamd olsun. Onun seçtiği, beğendiği kimselere selâm olsun! Cezbe, yâni çekilmek, ancak bir üst makama olur. Daha üst makamlara çekilmez. Şühûd da böyledir. Bir makam görülebilir. O hâlde, kalb makamında bulunup sülûk yapmadan, cezb edilenler, ancak kalbin üstündeki ruh makamına çekilirler. Allahü teâlâya cezb edilmek için, nihâyette bulunmak lâzımdır. Yâni bulunduğu mertebenin üstünde başka makam olmamalıdır. Başlangıcda olan cezbede, bir üst makam, yâni ruh [İnsanın kendi ruhu] müşâhede edilir. Allahü teâlâ, ruhları, kendi sûretinde yarattığı için, ruhu görünce, Hak teâlâyı görmek sanmışlardır. Ruhun, bu madde âlemi ile, bir münâsebeti, bağlılığı olduğu için, ruhu görünce, mahlûkat aynasında, Hak teâlâ görülüyor demişlerdir. Böylece, bazıları, mâıyyet [berâberlik] var sanmıştır.

Sülûkün sonuna varmadıkca ve orada (Fena-i mutlak) hâsıl olmadıkca, Hakkın şühûdü mümkün değildir. [(Mutlak); kaydsız, şartsız, yâni her bakımdan demektir.] Fârisî beyt tercümesi:

Bir kimseye, nasip olmazsa Fena,

bulamaz yol, o makama aslâ!

Hakkın şühûdünde, bu âlemin hiç münâsebeti yoktur. Şühûd-i ruh ile, şühûd-i Hak arasındaki fark şudur ki, bu âlem ile herhangi bir bakımdan münâsebeti bulunursa, (Şühûd-i Hak) değildir. Eğer hiç münâsebeti yok ise, (Şühûd-i ilâhî)dir. Başka kelime bulunamadığı için, şühûd denilmiştir. Yoksa, bu görmek değildir. Anlaşılamıyan, anlatılamıyan bir hâldir. Bîçûn için olan şeyler, bilinen diller ve kelimelerle anlatılamaz. Vesselâm!

114 YÜZONDÖRDÜNCÜ MEKTÛB



Bu mektûb, sofî Kurbana yazılmış olup Peygamberlerin en üstünü olan Muhammed aleyhisselâma uymaya teşvîk eylemektedir:



Cenâb-ı Hak, hepimizi, dünya ve âhıretin efendisi ve bütün insanların her bakımdan en yükseği ve en iyisi olan, Muhammed Mustafâya tâbi olmak saadetiyle şereflendirsin! Çünkü cenâb-ı Hak, Ona tâbi olmayı, Ona uymağı çok sever. Ona uymanın ufak bir zerresi, bütün dünya lezzetlerinden ve bütün âhıret nîmetlerinden daha üstündür. Hakîkî üstünlük, Onun sünnet-i seniyyesine tâbi olmaktır ve insânlık şerefi ve meziyyeti, Onun islâmiyetine uymaktır. [(Sünnet) kelimesi, üç ayrı mânaya gelir. Burada, islâmiyet demektir.]

Meselâ, Ona uyan bir kimsenin, gün ortasında bir parça uyuması, ona uymaksızın, birçok geceleri ibâdetle geçirmekten, kat kat daha kıymetlidir. Çünkü (Kaylûle etmek) yâni öğleden önce biraz yatmak, âdet-i şerifesi idi. Meselâ, Onun dîninin emrettiği için, bayram günü oruç tutmamak ve yiyip içmek, Onun yolunda bulunmayıp senelerce tutulan oruclardan daha kıymetlidir. İslâmiyetin emri ile fakire verilen az bir şey ki, buna zekât denir, kendi arzusu ile, dağ kadar altın sadaka vermekten daha eftaldir. Emîr-ül-müminin Ömer, bir sabah namazını cemaat ile kıldıktan sonra, cemaate bakıp, bir kimseyi göremeyince sordu: Eshâbı dediler ki, (Geceleri sabaha kadar ibâdet ediyor. Belki şimdi uyku bastırmıştır). Emîr-ül-müminin buyurdu ki, (Keşke bütün gece uyuyup da, sabah namazını cemaat ile kılsaydı, daha iyi olurdu). İslâmiyetten sapıtmış olanlar, sıkıntı çekip ve mücâhede edip, nefslerini körletiyor ise de, bu dîne uygun yapmadıklarından kıymetsizdir ve hakîrdir. Eğer bu çalışmalarına ücret hâsıl olursa, dünyada birkaç menfaatten ibâret kalır. Hâlbuki, dünyanın hepsinin kıymeti ve önemi nedir ki, bunun birkaçının îtibar olsun. Bunlar, meselâ çöpçüye benzer ki, çöpçüler herkesten daha çok çalışır ve yorulur. Ücretleri de herkesten aşağıdır. İslâmiyete tâbi olanlar ise, latîf cevâhir ve kıymetli elmaslar ile meşgûl olan mücevherciler gibidir. Bunların işi az, kazançları pek çoktur. Bâzan bir saatlik çalışmaları, yüzbinlerle senenin kazancını hâsıl eder. Bunun sebebi şudur ki, islâmiyete uygun olan amel, Hak teâlânın makbûlüdür, mardîsidir, çok beğenir.

İslâmiyete uymıyan şeylerin hiçbirisini Hak teâlâ sevmez, beğenmez. Sevilmeyen, beğenilmeyen şeye sevap verilir mi? Belki cezâya sebep olur. Bu incelik, dünya işlerinde de vardır. Biraz düşünülürse anlaşılır. O hâlde, saadet-i ebediyyeyi ele geçirten sermâye, Peygamberimizin dînine yapışmaktır. Bütün zarar ve fesatların başı, islâmiyetten ayrılmaktır. Vesselâm.

115 YÜZONBEŞİNCİ MEKTÛB



Bu mektûb, molla Abdülhak-ı Dehlevîye yazılmıştır. Gittiğimiz yolun yedi basamak olduğu bildirilmektedir:



Fârisî mısra' tercümesi:

Her ne olursa olsun, dosttan konuşmak daha tatlı!



Bizim gitmekte olduğumuz yol, yedi adımdır. İki adımı (Âlem-i halk)dadır. Yâni, madde âleminde, ölçü âlemindedir. Beş adımı (Âlem-i emr)dedir. Yâni maddesiz, ölçüsüz âlemdedir. Âlem-i emirde olan birinci adım atılınca, (Tecellî-yi ef'âl) hâsıl olur. İkinci adımda, (Tecellî-yi sıfat) hâsıl olur. Üçüncü adımda, (Tecelliyât-i zâtiyye) hâsıl olmaya başlar. Sonra ve daha sonra, ilerledikçe, bu tecellîler artar. Tasavvuf yolunda ilerliyenler, bu sözlerimizin ne demek olduğunu daha iyi anlar. Bütün bu nîmetlere, ancak geçmişlerin ve geleceklerin en üstününün yolunda, izinde gitmekle kavuşulabilir. Bu yol, iki adımdır, diyenler de vardır. Bunlar, (Âlem-i halk) için birinci adım, (Âlem-i emr) için ikinci adım demişlerdir. İşi kolay anlatmak için, sözü kısaltmışlardır. İşin doğrusu, Allahü teâlânın yardımı ile, yukarıda bildirdiğimizdir.


116 YÜZONALTINCI MEKTÛB



Bu mektûb, molla Abdülvâhid-i Lâhorîye yazılmıştır. Kalbin selâmeti, mâ-sivâyı unutmakta olduğu bildirilmektedir:



Kıymetli kardeşimin mektûbu geldi. Kalbin selâmeti için yazdıklarınız anlaşıldı. Evet, kalbin selâmeti, onun mâ-sivâyı unutmasına bağlıdır. Öyle ki, zorla hâtırlatmak isteseler, hâtırlayamamalıdır. [Allahü teâlâdan başka herşeye, yâni mahlûkların hepsine (Mâ-sivâ) denir.] Bu hâle (Fena-i kalb) denir. Bu yolun birinci basamağı, bu Fenaya kavuşmaktır. Bu Fena vilâyet derecelerine kavuşulacağının müjdecisidir. Sâlikler, yaradılışlarındaki uygunluklara göre, çeşidli derecelere yükselirler. Çok yükselmek istemeli, bunun için çok çalışmalıdır. Çocuklar gibi, yolda önüne çıkan kozalaklara, cam parçalarına bağlanıp kalmamalıdır. Hadis-i şerifte, (Allahü teâlâ, yüksek şeylere kavuşmak istiyenleri sever) buyuruldu. Dünya işleri ile çok uğraşmakta, dünya işlerine gönül bağlamak korkusu vardır. Kalbin selâmete kavuşmasına da sakın aldanmayınız! Yine geri dönebilir. Dünya işleri ile, elden geldiği kadar az uğraşınız ki, dünyaya gönül bağlamak tehlikesine düşmeyesiniz! Dünyaya düşkün olmak felaketinden Allahü teâlâya sığınırız. Dünyaya gönül bağlamamış olan fakir bir çöpcü, gönlünü dünyaya kaptırmış olan koltuktaki zenginden katkat daha kıymetlidir. Birkaç günlük yaşamakta dünyaya gönül vermemek, hiçbirşeye düşkün olmamak için çok uğraşınız! Dünyaya düşkün olmaktan ve dünyaya düşkün olanlardan, aslandan kaçmaktan daha çok kaçmalıdır.

117 YÜZONYEDİNCİ MEKTÛB



Bu mektûb, molla Yâr Muhammed Kadîm-i Bedahşîye yazılmıştır. Başlangıcda, kalb hisse bağlıdır. Sona varınca, bu bağlılığın kalmadığı bildirilmektedir:



Mevlânâ Yâr Muhammed bizi unutmamış. Kalb, çok zaman his organlarına bağlıdır. Duygu organlarından uzak olanlar, kalbden de uzak olur. Hadis-i şerifte, (Göz görmeyince, gönülden de uzak olur) buyuruldu. Bu hadis-i şerif, kalbin duygu organlarına bağlı bulunduğu mertebeyi göstermektedir. Tasavvuf yolunun nihâyetine varılınca, kalbin his organlarına bağlılığı kalmaz. Histen uzak olmak, kalbin yakın olmasını bozmaz. Bunun içindir ki, tasavvuf büyükleri, başlangıçta ve yolda olanların, olgun şeyhin yanından ayrılmalarına izin vermemişlerdir. (Birşeyin hepsi yapılamazsa, hepsini de elden kaçırmamalıdır!). Bu söze uyarak bulunduğunuz yolu değiştirmeyiniz! Uygunsuz kimselerle arkadaşlık etmekten, elden geldiği kadar sakınınız! Meyân şeyh Müzzemmilin yanınıza gelmesini, saadete kavuşmanızın başlangıcı biliniz! Onun sohbetinde, yanında bulunmağı büyük nîmet biliniz! Vakitlerinizin çoğunu onun yanında geçiriniz! Çünkü kendisi, ele az geçen nîmetlerdendir. Vesselâm!

[Kabirdeki Velîden feyz almanın çok güç olduğu, bu mektûbdan da anlaşılmaktadır].


118 YÜZONSEKİZİNCİ MEKTÛB



Bu mektûb, molla Kâsım Ali Bedahşîye yazılmıştır. Allah adamlarına dil uzatmanın felaket olduğunu bildirmektedir:



Bizi sevenlerden mevlânâ Kâsım Alînin yolladığı mektûb geldi. İçindekiler anlaşıldı. Secde sûresinin kırkaltıncı âyetinde meâlen, (İyi iş yapan, kendine iyilik etmiş olur. Kötülük yapan da, kendine etmiş olur) buyuruldu. Hâce Abdüllah-i Ensârî, (Yâ Rabbî! Her kimi kovmak istersen, bizim üzerimize saldırtırsın!) buyurdu. Fârisî beyt tercümesi:



Korkarım ki, derdlilere gülenler,

Tard olurlar, îmanı gayb ederler.



Hak teâlâ, bütün müslümanları, bu fakirlere inanmamaktan ve onlara lâf atmaktan korusun! İnsanların efendisi hurmetine bu duâmızı kabûl buyursun! Âmîn.


119 YÜZONDOKUZUNCU MEKTÛB



Bu mektûb, mîr Muhammed Nu'mân Bedahşîye yazılmıştır. Olgun olan bir büyüğün sohbetinde bulunmağı övmektedir:



Mîr hazretlerinin kıymetli mektûbu geldi. Bu yol, aklın ermediği, şaşırdığı bir yoldur. Hadis-i şerifte, (Bir kimseye deli denilmedikçe, îmanı tâm olmaz) buyuruldu. Aklı başından gidince, çoluk çocuğun işlerini bırakır. Şunun bunun düşüncesini unutur. Kalbin cemiyetine [temizliğine] kavuşur. Dünyaya olan bu soğukluk, sizin yaratılışınızda vardır. Fakat, bitmez tükenmez olaylar bunu örtmüştür. Ne yapalım, bu ayrılıkta çok ilgisizlik hâsıl olduğu anlaşılıyor. Bunu hemen düzeltmelidir. Bu güçsüzlüğü güç olarak düşününüz! Kendinizi bu ayrılıktan kurtarınız! Allah adamlarının toparlanması, başkalarının toparlanmaları gibi değildir. Başkalarının toparlanmasına yarayan şeyler bunların dağılmasını sebep olur. Başkalarının dağılmasına sebep olan şeyleri yaparak, kendinizi toparlayınız! Eğer başkalarının topluluğunda, bunlarda cem'ıyyet hâsıl olursa, bu cem'ıyyetten korkmalıdır. Bunun zararından kurtulmak için, Allahü teâlâya yalvarmalıdır. Kendini, başkalarının hâlleri ile ölçmemelidir. Çünkü, sona varmadan önce olan mertebelerin hepsi çeşidli derecelerde birer noksanlıktırlar. Fârisî mısra' tercümesi:

Dostun ayrılığı, az olsa da, az değildir!

Tasavvuf büyükleri, sona gelmiyen kimselere, tasavvufu öğretmek için izin vermişlerdir. Behâüddîn-i Buhârî, Ya'kûb-i Çerhîye tarîkatı öğrettikten ve birkaç konak ilerlettikten sonra, (Ey Ya'kûb! Bizden sana gelenleri, sen de başkalarına ulaştır) demişti. Böyle olmakla berâber, kendisinden sonra, Alâ'üddînin hizmetinde bulunmasını ona emir buyurmuştu. Kazancının çoğuna, Hâce Alâ'üddîn hazretlerinin hizmetinde kavuşmuştu. Bunun içindir ki, mevlânâ Abdürrahmân Câmî', (Nefehât) kitabında, Ya'kûb-i Çerhîyi önce hâce Alâ'üddînin mürîdleri arasında saymakta, ikinci olarak da hâce Nakşibend hazretlerine bağlamaktadır. Sözün kısası, bu gönül dağınıklığının ilâcı, gönlünü Allahü teâlâya vermiş olanların sohbetidir. Böyle olduğu çok çok bildirilmiştir.

Mevlânâ Muhammed Sıddîkın, fakirler sohbetini bırakarak, ücretle askere gittiği işitildi. Yazıklar olsun, binlerle yazıklar olsun! Bir kimseyi en yüksek makamdan, en aşağıya düşürmelerine yazıklar olsun! Askerlikte, gönlünü yâ toparlıyabilir veya toparlıyamaz. Toparlıyabilirse fenadır. Eğer toparlıyamazsa, daha fenadır. Yâ Rabbî! Bizlere, doğru yolu gösterdikten sonra, kalbimizi kaydırma! Sonsuz rahmetinden bizlere serp! İyilik yapan ancak sensin. Vesselâm.


120 YÜZYİRMİNCİ MEKTÛB



Bu mektûb, yine mîr Muhammed Nu'mâna yazılmıştır. Cem'ıyyet sahiplerinin sohbetinde bulunmak lâzım olduğu bildirilmektedir:



Mîr hazretleri unutmuş olacaklar ki, bir selâm ve bir haber ile hâtırlamıyorlar. Dünya hayatı pek kısadır. Bunu en lüzûmlu şeyde kullanmak gerekir. Bu en lüzûmlu şey de, kalbini toparlamış olanların yanında bulunmaktır. Hiçbirşey sohbet gibi faydalı değildir. Resûlullahın Eshâbı, sohbet ile, başkalarından daha üstün oldular. Peygamberlerden başka herkesten, hattâ Veysel Karânîden ve Ömer Mervânîden daha üstün oldular. Hâlbuki Veysel Karânî ile Ömer bin Abdülazîz bin Mervân son dereceye yükselmişler ve sohbetten başka kemâlâtın hepsine varmışlardı. Bunun için, Hz. Muaviyenin yanılması, Resûlullahın sohbeti bereketi ile, o ikisinin doğru işlerinden daha hayrlı oldu. Bunun gibi, Amr ibni Âsın yanlış bir işi, o ikisinin şü'ûrlu işinden daha üstün oldu. Çünkü bu büyükler, Resûlullahı görmekle ve melekle birlikte bulunmakla ve vahyi ve mucizeleri görmekle, îmanları görerek inanmak oldu. Bu saydığımız üstünlükler, bütün başka üstünlüklerin temelidir, kaynağıdır. Eshâb-ı kirâmdan başkası bunlara kavuşamamıştır. Veysel Karânî, sohbetin bu üstünlüklerini bilseydi, hiçbirşey onu sohbetten alıkoyamazdı. Bu üstünlüğe kavuşmak için herşeyi bırakırdı. Allahü teâlâ dilediğine rahmetini saçar. Onun ihsânı boldur. Fârisî beyt tercümesi:



İskender, âb-ı hayata kavuşamadı,

Nîmete kavuşmak zorla, zerle olmadı.



Yâ Rabbî! Bu dünyada bizi O büyüklerin zamanında yaratmadın ise de, âhırette mahşer meydanında bizi onların arasında bulundur! Peygamberlerin efendisi hurmetine bu duâmızı kabûl buyur!

121 YÜZYİRMİBİRİNCİ MEKTÛB



Bu mektûb, yine Mîr Muhammed Nu'mâna yazılmıştır. Bu yolun yedi adım olduğu ve sevilenlerden birkaçının altıncı adıma eriştikleri bildirilmektedir:



Mîr hazretleri! Bol duâlarımızı okuyunuz! Çok zamandan beri hâllerinizi bildirmediniz. Buradaki fakirlerden de bir haber almadınız. Allahü teâlâya hamd ve Şükrederiz ki, bu fakirlerin hâli çok iyidir. Kısaca, bunlardan az birşey bildireceğim. Bizleri seven kardeşim! Bu yolun hepsi, yedi adımdır. Sevdiklerimizden bir kısmı, işi altıncı adıma ulaştırdı. Beşinci, dördüncü basamaklarda olanlar da vardır. Üçüncü basamakta olanlar, talebeye ders vermektedirler. Daha ilerdekilerin nasıl olduklarını artık anlayınız! Yüksekleri özlemek lâzımdır. Aşağı ve az şeylerle doymamalıdır. Daha çok yazmaya vaktimiz olmadı.

122 YÜZYİRMİİKİNCİ MEKTÛB



Bu mektûb, molla Tâhir-i Bedahşîye yazılmıştır. Yüksekleri istemek, elegeçenlerle oyalanmamak lâzım olduğu bildirilmektedir:



Mevlânâ Muhammed Tâhir, bizi suçlu görmeyiniz! Mevlânâ Yâr Muhammed göç etmenin sebebini bildirecek. Hindistân yolculuğuna karar verince gidip çoluk çocuktan haber alınsın! Geri kalanı kavuşunca konuşuruz. Huzur üzere olmak ve uygunsuz kimselerle görüşmemek lâzımdır. Çok uğraşmalı! Ele geçenle oyalanmamalıdır. Fârisî beyt tercümesi:



Cihânı parlatan nûra varmak için adım attık.

Batıyı, yıldızı, lâmbaları arkada bıraktık.



Bu zaman insanların çoğu görünüşe bakmakta ve az birşeyle oyalanmaktadırlar. Bunlarla birlikte bulunmak, kalbi öldürür. Aslandan kaçar gibi bunlardan kaçmalıdır. Bulunduğunuz yolda ilerlemeye çalışınız! Rü'yâlara o kadar kıymet vermeyiniz! Çünkü, rü'yânın yorumlıyacak yerleri pekçoktur. Sakın rü'yâlara, hayâllere bağlanıp kalmayınız! Arabî beyt tercümesi:



Sevgiliye kavuşmak ele geçer mi acaba?

Yüksek dağlar ve korkunç tehlikeler var arada!



Vesselâm.

123 YÜZYİRMİÜÇÜNCÜ MEKTÛB



Bu mektûb, yine molla Tâhir-i Bedahşîye yazılmıştır. Bir farzın elden kaçmasına sebep olan nâfile ibâdet, hac bile olsa, hiçbirşeye yaramıyacağı bildirilmektedir:



Akıllı kardeşim. İsmi gibi temiz olan molla Tâhirin kıymetli mektûbu geldi. Kardeşim! Hadis-i şerifte, (Allahü teâlânın, bir kulunu sevmemesi, onun faydasız şeylerle uğraşmasından anlaşılır) buyuruldu. Bir farzı yapmayıp, bir nâfile ibâdeti yapmak da, boşuna uğraşmaktır. Bunun için, ne ile vakit geçirdiğimizi incelemeliyiz. Ne ile uğraştığımızı anlamalıyız. Nâfile ibâdet mi, yoksa farz olan ibâdeti mi yapıyoruz? Bir nâfile hac yapmak için bir çok yasaklar, haramlar işleniyor. İyi düşünmelisiniz! Aklı olana bir işaret yetişir. Size ve arkadaşlarınıza selâm ederim.

[Sabah namazından başka, dört vaktin sünnetlerini kaza niyeti ile kılmak lâzım olduğu, bu mektûbdan da anlaşılmaktadır].



Allaha kulluk ederim, taptığım dergâh bir,

Bir lahza ayrılmadım tevhîdden Allah bir!


124 YÜZYİRMİDÖRDÜNCÜ MEKTÛB



Bu mektûb, yine molla Tâhir-i Bedahşîye yazılmıştır. Yolluk bulunması, haccın vücûbünün şartıdır. Yol parası olmadan hacca gitmek, başka vazîfeler yanında vakit gayb etmek olduğu bildirilmektedir:



Kardeşim hâce Muhammed Tâhir-i Bedahşînin kıymetli mektûbu geldi. Allahü teâlâya hamd ve şükür olsun ki, fakirleri sevmekte ve bağlanmakta gevşeklik olmamış. Ayrılık günlerinin uzaması buna yol açmamış. Bu hâliniz büyük saadetin alâmetidir. Bizi seven kardeşim! Gitmeye karar verdiniz ve izin istediniz. Ayrılırken, belki biz de yolda size kavuşuruz demiştik. Bunu çok istedik. Fakat, istihâreler uygun olmadı. Bu yolculuğumuzun câiz olacağı anlaşılmadı. Bunun için, vazgeçtik. Daha önce sizin gitmeniz de uygun görülmemişti. Fakat, çok istediğiniz düşünülerek, açıkça men edilmedi. Yola çıkmak için, yolluk parası bulunması şarttır. Buna gücü olmayanın hacca gitmesi, boş yere vakit geçirmek olur. [Haccın vücûb şartlarından biri, yol parasına mâlik olmaktır. Yol parası olmıyana hacca gitmek farz olmaz. Hacca giderse, nâfile hac yapmış olur. Ömreye gitmek de, zaten farz ve vâcib değildir. Yâni nâfile ibâdettir. Nâfile ibâdeti yapmak, bir farzın terkine veya bir haram işlemeye sebep olursa, ibâdet olmaktan çıkar. Günah işlemek olur. 29. mektûba bakınız!] Daha lüzûmlu işi bırakıp da, farz olmayan işi yapmak uygun olmaz. Bunları size birkaç mektûbda bildirmiştim. Elinize gelip gelmedikleri bilinmiyor. Bizim sözümüz, bu kadardır. Ötesini siz bilirsiniz. Vesselâm. [İkiyüzellinci (250) mektûbun sonunda da, hac üzerinde bilgi vardır.]


125 YÜZYİRMİBEŞİNCİ MEKTÛB



Bu mektûb, Nişâpûrlu mîr Sâlih adına yazılmıştır. Âlem-i sagîr ve âlem-i kebîrin, Allahü teâlânın ismlerinin ve sıfatlarının görünüşü olduğunu ve Allahü teâlânın kendisi ile hiçbir münâsebeti bulunmadığını ve yalnız Onun mahlûku olduklarını bildirmektedir:



Yâ Rabbî! Maddenin, basît ve bileşik cismlerin, küçük âlem denilen insanın ve büyük âlem denilen diğer varlıkların yapısını, hakîkatlerini, doğru olarak bize bildir! Küçük âlem ve büyük âlem, Allahü teâlânın ismlerinin ve sıfatlarının aynalarıdır. Onun zatında bulunan şü'ûn ve kemâllerin görünüşleridir. Bu âlemler, kapalı bir hazîne ve örtülmüş bir sır idi. Bunları meydana çıkarmak istedi. İcmâlden tafsîle getirdi. Yâni, bir ağacın her parçası, çekirdekte sıkışık olarak bulunurken, hepsinin ağaç üzerinde ayrı ayrı meydana gelmesi gibi, her şeyi, ayrı ayrı yarattı. Kendisine ve sıfatlarına alâmet olacak şekilde yarattı. Yâni âlemin, hiçbir parçasının, Allahü teâlâ ile, hiçbir nisbeti, benzerliği yoktur. Yalnız, Onun mahlûkudurlar. İsmlerini, şü'ûnlarını göstermektedirler. Âlemin Allahü teâlâ ile birleşmiş olduğunu, Onun aynı, benzeri olduğunu, âlemi çevirmiş, âleme sirâyet etmiş, her zerreye girmiş, herşeyle berâber olduğunu zannetmek, Ona olan sevginin, tasavvuf sarhoşluğunun taşkınlığını gösterir. Hâlleri, görüşleri doğru olan tasavvuf büyükleri, ayılmış olduklarından, Allahü teâlânın, hiçbir bakımdan, bu âleme benzemediğini, yalnız Onun mahlûku olduklarını söyler. Yalnız ilminin, ihâta ve sirâyet ettiğini ve herşeyle berâber olduğunu bilirler. Ehl-i sünnet âlimleri de, böyle söylemektedir. Allahü teâlâ, o büyüklerin çalışmalarını bol bol mükâfatlandırsın! Sôfiyye-i aliyyeden bazısı, Allahü teâlânın Zatı, kendisi, bu âlemi kaplamıştır. Bu âlemle berâberdir gibi şeyler söyliyerek, Zat-ı ilâhîyi mahlûklara benzetiyor. Hâlbuki, Zat-ı ilâhînin hiçbirşeye benzemediğine, hattâ zatında, sıfat bile bulunmadığına inanmaktadırlar. Bunlara çok şaşılır. Sözleri birbirini tutmuyor. Sözlerinin arasını bulmak için, Zat-i ilâhîde mertebeler ayırmak, fayda vermez. Eski felsefecilerin, bozuk fikirlerini, yanlış yollardan isbâta kalkışmalarına benzer. Keşfi doğru olan büyükler, Zat-ı ilâhîyi, hiçbir bakımdan, başkalık göstermeyen (Basît-i hakîkî) olarak bilir. Bundan fazla olanları, ism ve sıfat sayarlar. Fârisî beyt tercümesi:



Sevgilinin ayrılığı, az da olsa, çok acıdır,

Ufak bir kıl bile kaçsa, nâzik gözü pek acıtır.



Yukarıda bildirilenlerin iyi anlaşılması için, şu misâli yazmağı uygun görüyorum: Büyük bir fen adamı, senelerle yaptığı tecrübelerden elde ettiği, kıymetli bilgileri anlatmak için, harf ve sesleri kullanır. Bu harflerin ve seslerin, anlatılan bilgi ve mânalarla hiçbir benzerliği ve berâberliği yoktur. Yalnız onların aynası gibidirler. O kıymetli bilgiler, bunlarla meydana çıkmaktadır. Bu harfler ve sesler, bu mânaların kendileridir demek yanlıştır. Burada ihâta, mâıyyet yoktur. Mânalar, saflıkları üzere kalmış, hiç değişikliğe uğramamıştır. Fakat, bu mânalar ile, harf ve sesler arasında, göstermek ve gösterilmek, anlatmak ve anlatılmak bakımından bir bağlılık vardır. Bu bağlılık, bazı kimselerin hayâlinde büyüyerek, başka benzerlikler hâtıra gelir. Hakîkatte ise, hiçbir benzerlik yoktur. İşte, bu mes'elede, bu fakirin anladığı da böyledir. Mahlûkların ayna gibi olduğunu göstermek için, Allahü teâlâ, bu âlem ile birleşmiştir, berâberdir, aynıdır ve âlemi kaplamıştır gibi şeyler söylemek, tasavvuf sarhoşluğundandır. Zat-ı ilâhînin bu âlemle hiçbir bağlılığı, benzerliği yoktur. Onun sıfatlarını gösterdiği için (Vahdet-i vücûd) desinler veya demesinler, varlık ikidir: Birisi, hakîkatte var olan Hak teâlâdır. İkincisi, zıl, gölge gibi olan mahlûklardır. Eski Yunan felsefecilerinden Sofistâiyye [sophiste]lerin sandığı gibi, var olan birdir. Ondan başkası, hep vehm ve hayâldir demek yanlıştır. Fârisî iki beyt tercümesi:

Onu önceden anlayınca sen,

kendini o yana tâm bağlarsın.

Kimin zılli olduğunu bilsen,

gam yimezsin, kalsan veya ölsen!

126 YÜZYİRMİALTINCI MEKTÛB



Bu mektûb, yine mîr Sâlih Nişâpûrîye yazılmıştır. Tâlibin bâtıl, bozuk mâbutlardan kurtulması, hak, doğru mâbudu düşünmesi ve hâtırına gelen herşeyi de kovması bildirilmektedir:



Mîr Seyyid kardeşim! Tâlib (Lâ ilâhe) derken, kendi içinde ve dışarda olan bütün bozuk mâbutları yok etmesi ve (İllallah) derken, hak mâbut olarak fikrine, vehmine gelen şeylerin hepsini de nefy etmesi, koğması lâzımdır. Hak olan bir mâbudun yalnız var olduğunu düşünmeli, bundan başka hâtırına hiçbirşey getirmemelidir. Allahü teâlânın zatında hiçbirşey ve vücûd yâni var olması bile bulunmaz. Onu, vücûdden başka olarak aramak lâzımdır. Ehl-i sünnet âlimleri “Allahü teâlâ onların çalışmalarına bol bol iyilikler versin!” ne güzel söylemişlerdir. Allahü teâlânın vücûdü, zatından başkadır, buyurmuşlardır. Vücûdü zattan başka bilmemek ve vücûdden başka birşeyin varlığına inanmamak, kısa görüşlü olmaktır. Şeyh Alâüddevle, (Vücûd âleminin üstünde, Melik-il-vedûd âlemi vardır) demiştir. Bu fakiri vücûd mertebesinden yukarı götürdüklerinde, çok zaman, o hâlde kalmıştım. Zevk ile, vicdân ile kendimi (Mu'attala fırkası)ndan yâni sıfatlara inanmayanlardan sanmıştım. Allahü teâlânın vücûd sıfatını bilmedim. Çünkü, vücûd sıfatı geride kalmıştı. Zat mertebesinde vücûdun yeri yoktu. O hâldeki îmanım, îman-ı taklîdî idi. Tahkîkî değildi. Sözün kısası, insanın hâtırına, hayâline gelen herşey de, kendisi gibi mahlûktur. Mahlûklarından kendisine doğru hiçbir yol açmayan, yalnız Onu anlamaktan âciz olmak, gücü yetememek yolunu açık bırakan Rabbimizi tesbîh ederiz. O her aybdan, kusurdan, lekeden uzaktır, temizdir. (Fena-fillah) ve (Bekâ-billah) denilen mertebelere varmak, mümkün vâcib olur demek değildir. Böyle şey olamaz. Böyle şeyin olması, hakîkatleri bozmak, birbirine karıştırmak olur. Mahlûk, sonradan yaratılmış olanlar, vâcib olamayacakları, hep var olamayacakları için, vâcibden mümkinin eline geçen şey yalnız Onu anlıyamamaktır. Fârisî beyt tercümesi:



Ankâ avlanılmaz, tuzağı topla!

Tuzağa giren, olur yalnız hava.



Çok yüksekleri arayan tâlib, kavuşulamayacak, adı ve nişânı bulunamayacak bir varlığı arar. Birçokları ise, kendilerinden başka olmayan varlığı aramakta, ona yaklaşmaya, berâber olmaya uğraşmaktadır. Fârisî mısra' tercümesi:



Onlar büyüklerdir, ben de böyleyim yâ Rab!

Geçmişiniz ve geleceğiniz hayrlı olsun!








127 YÜZYİRMİYEDİNCİ MEKTÛB



Bu mektûb, molla Safer Ahmed-i Rûmîye yazılmıştır. Anaya babaya hizmet, her ne kadar sevap ise de, hakîkî matlûba kavuşmak yanında, boşuna uğraşmak olur. Hattâ günah olduğu bildirilmektedir:



Kıymetli mektûbunuz geldi. Buraya gelemediğinizin sebebini yazıyorsunuz. Doğrudur. Şimdiye kadar yaptığınızdan daha da çok yapınız. Lâzım olan hizmeti tâm yapamadığınızı düşününüz. Ahkâf sûresinin onbeşinci âyetinde meâlen, (İnsanlara, analarına babalarına ihsân etmelerini söyledik) buyuruldu. Lokmân sûresinin ondördüncü âyetinde meâlen, (Bana ve anana babana Şükret!) buyuruldu. Böyle olmakla berâber, bütün bu iyi işler, hakîkî varlığa kavuşmak yanında boş, faydasız kalırlar. Sülûk konaklarını geçmek yanında lüzûmsuz, boş şeylerdir. (Ebrârın iyilik olarak yaptıkları, mukarrebler yanında günah olur) sözünü işitmişsinizdir. [Bu sözü, şeyh Ebû Sa'îd-i Harrâz söylemiştir.] Fârisî beyt tercümesi:



Herne ki güzeldir, Allah sevgisinden başka,

Hepsi câna zehirdir, şeker gibi de olsa!



Allahü teâlânın hakkı, bütün mahlûkların haklarından daha önce gelir. Onların haklarını gözetmek de, Onun emri iledir. Yoksa, Onun hizmetini bırakıp da, başkalarına hizmet etmek kimin elinden gelebilir? Bunun için, başkalarına hizmet etmek, Ona olan hizmetlerden biri olur. Fakat, hizmetler arasında çok fark vardır. Tarlayı sürenler ve ekini biçenler de, pâdişâhlara hizmet etmektedir. Fakat, sarayda olanların yaptıkları hizmetlerin şerefi başkadır. Bunların yanında, tarlayı sürmek ve ekini biçmek gibi şeyler söylemek, suç bile olur. Her işin karşılığı, o işin kıymetine göre ölçülür. Tarla sürenler, sabahdan akşama kadar ter içinde çalışır. Buna karşılık, az birşey alır. Mukarrebler yâni sultana yakın olanlar ise, her saatte yüzlerce lira alırlar. Böyle olmakla berâber, bunların bu paralarda hiç gözleri yoktur. Gözleri, gönülleri hep sultandadır. Aralarındaki farkı düşününüz! Ferruh Hüseyn, oldukça ilerlemektedir. Onun için üzülmeyiniz! Daha ne yazayım. Vesselâm.


128 YÜZYİRMİSEKİZİNCİ MEKTÛB



Bu mektûb, hâce Mukîme yazılmıştır. Çok yükseklere erişmeyi istemelidir. Ele geçenle doymamak lâzım olduğu bildirilmektedir:



Kıymetli hâce Muhammed Mukîm! Bu uzakta kalmış olanları unutmayınız! Hattâ, uzakta sanmayınız! Hadis-i şerifte, (İnsan, sevdiği ile birliktedir) buyuruldu. Bu yolun ucu çok uzundur. Aranılan sevgili, çok yüksektir. Gücümüz, uğraşmamız ise, sonsuz olarak azdır. Erişilen konaklar, aranılanı andıran serâb gibidir. Allah korusun! Bu konakları, yolun sonu sanmaktan, yabancıları aranılan sevgili sanmaktan ve anlaşılabilen şeyleri, anlaşılamıyan sanarak, yarı yolda kalmaktan Allahü teâlâya sığınırız! Çok yüksekleri aramalı, ele geçenlere bağlanıp kalmamalıdır. Verâların verâsını, ötelerin ötesini aramalıdır. Böyle bir istek, böyle çok çalışmak, ancak vazîfe alınan büyüğün teveccühü, dilemesi ile elde edilebilir. Onun teveccühü de, mürîdinin ona olan sevgisi, bağlılığı kadar olur. Bu ise, Allahü teâlânın öyle bir nîmetidir ki, dilediğine verir. Onun ihsânı pekçoktur.


129 YÜZYİRMİDOKUZUNCU MEKTÛB



Bu mektûb, seyyid Nizâma yazılmıştır. İnsanda herşeyin bulunması, onun dağılmasına sebep olmuştur. Yine bu topluluk, onun yükselmesine de sebep olduğu bildirilmektedir:



Kıymetli mektûbunuz geldi. Bütün varlıklardan birer örnek, insanın yapısında vardır. İnsan, kendisinde bulunan her parçadan dolayı bütün varlıklara bağlanmıştır. Onda her varlıktan birer parça bulunması, onun herşeye bağlanmasına ve bunun sonucu olarak, Allahü teâlâdan uzaklaşmasına sebep olmuştur. Çeşidli bağlılıkları sebebi ile, insanın Allahü teâlâdan uzaklığı, herşeyin uzaklığından daha çok olmuştur. Herşeyden daha çok mahrum olmuştur. Allahü teâlânın yardımı ile, kendini bu dağınık bağlılıklardan toparlarsa, yalnız Ona bağlanırsa, büyük kurtuluşa kavuşmuş olur. Böyle yapmazsa, yolunu sapıtmış, çok uzaklara düşmüş olur. İnsan, herşeyi kendisinde topladığı için, varlıkların en üstünü olmuştur. Yine bu topluluğu, onun herşeyden daha kötü olmasına yol açmıştır. Bu topluluğundan dolayı, tâm bir ayna olmuştur. Fakat, bu âleme yüz çevirirse, çok lekelenir. Eğer, Allahü teâlâya dönerse, çok parlak olur. Aynası, herşeyin aynasından daha çok gösterir. İnsanın, bu çeşidli bağlantılardan büsbütün kurtulabilmesi, yalnız Allahın resûlü Muhammed Mustafâya nasip olmuştur. Bundan sonra, başka Peygamberler ve Nebîler, derece derece kurtulmuşlardır. Allahü teâlâ, bizi ve sizi bu bağlantılardan kurtarsın! (Mîraç gecesinde, gözü Ondan hiç ayrılmadı ve taşkınlık yapmadı) kelimeleri ile Kur'an-ı kerimde övülen, Allahın resûlü Muhammed Mustafâ hurmetine bu duâmızı kabûl buyursun! Âmîn. Daha çok yazmak usandırıcı olur. Vesselâm, vel-ikrâm.



Haramdan sakın, farzı yapmaya bak!

Farzı yapmazsan, olur hâlin harap!


130 YÜZOTUZUNCU MEKTÛB



Bu mektûb, Cemâleddîne yazılmıştır. Çeşidli hâllerin hâsıl olmasına kıymet verilmediği bildirilmektedir:



Hâllerin değişmesi o kadar kıymetli değildir. Kalbe gelenlere ve gidenlere, söylenilenlere ve işitilenlere bağlanmamalıdır. Aranılan şey başkadır. O görülmez, kalb ile müşâhede edilmez. Ondan söz edilmez ve işitilmez. Böyle şeylerden münezzehdir, müberrâdır. Sâlikleri, çocuklar gibi, bu yolun cevizleri ve kozalakları ile oyalarlar. Çok yüksekleri aramalıdır. İş, bunlardan başkadır. Bunlar, hep rü'yâ ve hayâldir. Bir kimse rü'yâda kendini pâdişâh görebilir. Fakat gerçekte pâdişâh değildir. Fakat bu rü'yâ, bir Ümit uyandırır. Nakşibendiyye tarîkatinde, rü'yâlara kıymet verilmez. Şu beyt, onların kitaplarında yazılıdır. Fârisî beyt tercümesi:



Güneşin kölesiyim, yalnız onu anarım.

Geceyi, rü'yâları, hep arkaya atarım.



Hâllerden bir hâl gelir ve geçerse, sevinmeye ve üzülmeye değmez. Anlaşılamıyan maksadın hâsıl olmasını beklemelidir. Vesselâm.

131 YÜZOTUZBİRİNCİ MEKTÛB



Bu mektûb, Hâce Muhammed Eşref-i Kâbilîye yazılmıştır. Hâcelerin yollarının şânını ve bu yolda reform yapanların zararlarını bildirmektedir:



Âlemlerin rabbi olan Allahü teâlâya hamd olsun! Geçmişlerin ve geleceklerin efendisi olan Muhammed aleyhisselâma ve Onun temiz Âline salât ve selâm olsun! Akıllı kardeşim hâce Muhammed Eşref! Allahü teâlâ, Evliyâsına ikrâm ettiği nîmetlerle, seni de şereflendirsin! Hâcelerimizin yolu kavuşturan yolların en kısasıdır. Başka yolların sonunda ele geçenler, bu yolun başında olanlara tattırılmaktadır. Bunların (Nisbet)i, yâni kavuştukları huzur, başkalarının nisbetinin üstündedir. Bütün bu üstünlükler, bu yolda sünnete yapışmak ve bid'atten sakınmak bulunduğu içindir. (Ruhsat)ları, yâni islâmiyetin izin verdiği şeyleri de, elden geldiği kadar yapmazlar. Bunlar bâtına yarar görünseler bile, izin vermezler. (Azîmet)le hareket ederler. Yâni (Takvâ) üzere hareket ederler. Kalb kazançlarına faydalı görülmese bile, azîmeti elden bırakmazlar. Hâllerin, vecdlerin islâmiyete uygun olmasına dikkat ederler. Zevkleri, marifetleri islâmiyet terâzîsi ile ölçerler. Çocuklar gibi, ceviz, kozalak sayılan vecdlere, hâllere aldanıp da, islâmiyetin güzel cevherlerini elden kaçırmazlar. Tasavvufcuların islâmiyete uymıyan sözlerine aldanıp bağlanmazlar. (Fuss)a kayarak, (Nass)dan ayrılmazlar. Fütûhât-i Medeniyye varken, (Fütûhât-i Mekkiyye)ye dönüp bakmazlar. Hâlleri devamlıdır. Zamanlarında değişiklik olmaz. Başkalarına şimşek gibi çakıp geçen (Tecellî-i zatî) bunlara devamlıdır. Çabuk geçen, gayb olan huzura kıymet vermezler. Nûr sûresinin, (O yüksek insanlara, ticâret, alış veriş, Allahü teâlâyı unutturmaz) meâlindeki yirmidördüncü âyeti, bunların hâlini bildirmektedir. Fakat herkes, bu büyüklerin tatmış olduğu şeyleri anlayamaz. Bu yolda olan kısa görüşlüler bile, bunların birkaç üstünlüğüne inanmayabilir. Fârisî beyt tercümesi:



Bir câhil, bu büyüklere dil uzatırsa,

Cevap vermeye değmez desem iyi olur.



Evet bu yüksek yoldakilerin bazısı, son zamanlarda, bu yolda yenilikler yaptılar. Büyüklerin izinden ayrıldılar. Bunların mürîdlerinden çoğu, bu yeniliklerle, tarîkat olgunlaştırıldı sandılar. Hâşâ! Öyle değildir. Ağızlarından çıkan söz çok büyüktür. Bu yeniliklerle, reformlarla, hak yolu yıkmaya, elden kaçırmaya çalışıyorlar. Yazıklar olsun, binlerce yazıklar olsun! Başka yollarda bulunmayan birçok bid'atler, bu yolda meydana çıkarıldı. Teheccüd namazını cemaat ile kılıyorlar. Geceyarısı, bu namaz için uzaklardan akın akın geliyor, toplanıyorlar. Cemaat olup titizlikle kılıyorlar. Hâlbuki bu yaptıkları, mekruhtur. Hem de, tahrîmen mekruhtur. Fıkh âlimlerinden birkaçı, bunun mekruh olması için duyurulması, ilân edilmesi şarttır demişler ise de, bunlar da, nâfile namazı câmiin bir köşesinde ve en çok üç kişi cemaat ile kılabilir, demişlerdir. Üçten çok kimsenin cemaat ile kılması, sözbirliği ile mekruhtur. Bundan başka, teheccüd namazını onüç rekât kılıyorlar. Oniki rekâtını ayakta kılıyorlar. İki rekâtta oturarak kılıp, bunu bir rekât yerine sayıyorlar. Böylece onüç oldu diyorlar. Böyle şey olmaz. Resûlullahın onüç rekât kıldığı geceler olmuştur. Onbir, dokuz ve yedi rekât da kıldığı geceler olmuştur. Fakat, teheccüd namazlarını vitr namazı ile birlikte kıldığı için toplamı tek olmaktadır. Bunların dediği gibi, bir rekât yerine, oturarak iki rekât kılmak olmamıştır. Resûlullahın sünnet-i seniyyesini bilmedikleri ve incelemedikleri için, böyle yanlış şeyler yapıyorlar. Müctehidlerin de bulunduğu ve âlimlerin çok olduğu şehirlerde böyle bid'atlerin yayılmasına, doğrusu çok şaşılır. Hâlbuki biz fakirler din bilgilerimize, oralardaki büyüklerin ihsânları ile kavuşmuş bulunuyoruz. İnsanlara herşeyin doğrusunu bildiren ancak Allahü teâlâdır. Fârisî beyt tercümesi:



Az söyledim. Dikkat ettim, kalbini kırmamaya,

Bilirim incinirsin, yoksa sözüm çoktur sana!



Vesselâm.

132 YÜZOTUZİKİNCİ MEKTÛB



Bu mektûb, molla Muhammed Sıddîk-ı Bedahşîye yazılmıştır. Dünyaya düşkün olanlarla arkadaşlık etmemeli. Dünyanın ne olduğunu iyi bilenlerin sohbetine koşmak lâzım geldiği bildirilmektedir:



Kardeşim! Görünüşe bakılırsa, fakirlerin sohbetinden sıkıldığınız, zenginlerle arkadaşlık kurduğunuz anlaşılıyor. Çok fena yapıyorsunuz. Bugün gözünüz kapalı ise de, yarın açılacaktır. Fakat o zaman, pişmanlıktan başka ele birşey geçmiyecektir. Haberleşmeliyiz. Ey şaşkın! Senin şu hâlin iki şey olabilir: Zenginlerin arasında iken gönlünü Allahü teâlâ ile yapabilirsin veya yapamazsın. Eğer yapabilirsen fenadır. Eğer yapamazsan daha fenadır. Eğer yaparsan fena olur dedik. Çünkü istidrâcdır. İstidrâc iyi görünür. Fakat felakete götürür. Böyle olmaktan Allahü teâlâya sığınırız. Onların arasında gönlünü Allahü teâlâya veremezsen, daha fena olur dedik. Çünkü, Hac sûresinin, (Dünyada ve âhırette ziyân ettiler) meâlindeki onbirinci âyetinde bildirilenlerden olursun. Fakir çöpçüler, koltukta oturan zenginlerden çok iyidir. Bu söze belki inanırsın. Belki de inanmaz, şaşarsın. Fakat, bir gün gelecek inanacaksın. Lâkin, o inanışın faydası olmıyacak. Yağlı, tatlı yemeklere ve süslü, modaya uygun elbiseye düşkünlük, seni bu belâya da sürükledi. Fırsat elden daha gitmemiştir. İşin doğrusunu düşününüz! Allahü teâlânın rızasına, sevgisine engel olanları düşman biliniz! Onlardan kaçınız! Çok sakınınız! Tegâbün sûresinin, (Çok doğrudur ki, zevcelerinizden ve çocuklarınızdan size düşman olanlar vardır. Onlardan sakınınız!) meâlindeki ondördüncü âyetini okuyarak gaflet uykusundan uyanmalıdır. Birlikte geçirdiğimiz günlerin haklarını göz önünde tutarak, size bir nasihat yapıldı. İster dinleyiniz, ister dinlemeyiniz. Önceden de, sizin yersiz davranışlarınızı görerek bu yolda bulunamıyacağınızı anlamıştım. Korktuğum başımıza geldi. (İnnâ lillah ve innâ ileyhi râci'ûn). Doğru yolda gidenlere ve Muhammed Mustafânın izinde bulunanlara selâm olsun! Yaradılıştaki iyiliği ve uygunluğu görerek, sizden başka şeyler umuyordum. Kıymetli cevherinizi çöplüğe attınız. (İnnâ lillah ve innâ ileyhi râci'ûn).


133 YÜZOTUZÜÇÜNCÜ MEKTÛB



Bu mektûb, yine, molla Muhammed Sıddîka yazılmıştır. Fırsatı ganîmet bilmek, vakti kıymetlendirmek lâzım olduğu bildirilmektedir:



Gönderdiğiniz mektup geldi. Fırsatı ganîmet bilmelidir. Vakitleri çok kıymetli nîmet bilmelidir. Modaya, âdetlere uymakla ele birşey geçmez. Yalan sözlerden, kaçamak davranışlardan ancak zarar ve ziyân ele geçer. Muhbir-i sâdık, yâni hep doğru söyleyici (Helekel-müsevvifûn) buyurdu. Yâni sonra yaparım diyenler helâk oldular. Bugünkü ömrü vehm ve hayâl için harc etmek ve hayâl olan şeyleri ele geçirmek için, mevcut olanları elden kaçırmak çok çirkin bir iştir. Elde bulunan şeyi, en önemli, en kıymetli şey için kullanmak gerekir. Karışık, pis, faydasız şeyler geriye bırakılmalıdır. Hak teâlâ, mâsivâsı ile yâni Ondan başka şeyler ile olan rahatlıktan kurtarmak için, bir parça rahatsızlık versin! Dedikodu ile ele birşey geçmez. Kalbin selâmetini istemelidir. Asl lâzım olan işi düşünmeli, lüzûmsuz, faydasız şeylerden tâm kaçmalıdır. Fârisî beyt tercümesi:



Her ne ki güzeldir, Allah sevgisinden başka,

Hepsi câna zehirdir, şeker gibi de olsa.

Habercinin ancak haber vermesi lâzımdır.

134 YÜZOTUZDÖRDÜNCÜ MEKTÛB



Bu mektûb, yine molla Muhammed Sıddîka yazılmıştır. Vazîfeyi geciktirmenin zararlı olduğu bildirilmektedir:



Hak teâlâ, kendine yaklaştıran derecelerde ölçüsüz yükselmenizi ihsân eylesin! Bizi seven kardeşim! Vakit, keskin bir kılınç gibidir. Yarına çıkacağımız belli değildir. Mühim işleri bugün yapmalı, mühim olmayanları yarına bırakmalıdır. Aklı olan böyle yapar. Doğru düşünen akıl, (Akl-ı mu'âd)dır. (Akl-ı me'âş) değildir. Daha ne yazayım? Vesselâm.

135 YÜZOTUZBEŞİNCİ MEKTÛB



Bu mektûb, yine, hep iyi düşünen, sâdık olan Muhammed Sıddîka yazılmıştır. Evliyâlık mertebelerini bildirmektedir:



Vilâyet, yâni evliyâlık, Fenaya ve Bekâya kavuşmak demektir. [Fena, kalbde, mahlûkların düşünülmesi, sevgisi kalmamasıdır. Bekâ, kalbde yalnız Allah sevgisi bulunmasıdır.] Bu da, herkes için olur veya belli kimseler için olur. Herkes için olan (Mutlak vilâyet)dir. Belli kimselere mahsûs olan ise, (Vilâyet-i Muhammediyye)dir. Buradaki Fena tâmdır. Bekâsı da ekmeldir. Bu büyük nîmete kavuşmakla şereflenen kimsenin derisi ibâdet için yumuşar. Göğsü islâmiyet için genişler. Nefsi, itmînân hâsıl ederek Mevlâsından râzı olur. Mevlâsı da, ondan râzı olur. Kalbini sahibine teslim eder. Ruhu kurtularak, hakîkî sıfatları [Allahü teâlânın sıfât-ı hakîkıyyesini] keşf eder. Sırrı, o makamda, şü'ûn ve îtibarları müşâhede eder ve bu makamda, şimşek gibi çakıp hemen gayb olan (Tecelliyât-i zâtiyye)lere kavuşmakla şereflenir.

Hafî denilen latîfesi, tenezzüh, tekaddüs ve kibriyânın kemâli karşısında şaşkına döner. Ahfâsı, anlaşılamıyan ve anlatılamıyan bir vuslata kavuşur. Arabî mısra' tercümesi:

Nîmete kavuşanlara âfiyet olsun!

Bundan anlaşılıyor ki, (Vilâyet-i hâssa-i Muhammediyye), başka vilâyetlerin mertebelerine benzemez. Yükselirken de ve inerken de onlardan başkadır. Yükselirken başkadır dedik. Çünkü, ahfâ denilen latîfenin Fenası ve Bekâsı yalnız bu Vilâyet-i hâssada olur. Başka vilâyetlerdeki urûc, yalnız hafîye kadardır. Fakat çokları, ruh makamına kadar veya sır makamına kadar, birkaçı da hafîye kadar yükselir. Herkes için olabilen (Vilâyet-i âmme) derecelerinin en sonu, hafî makamıdır. İnişteki başkalığa gelince, (Vilâyet-i hâssa-i Muhammediyye) ile şereflenen Evliyânın, maddeden olan cesedleri de, bu vilâyetin derecelerinin kemâllerinden pay alır. Çünkü, bunların Peygamberi mîraç gecesi Allahü teâlânın dilediği makama kadar, mübârek cesedi ile götürüldü. Cennet ve Cehennem kendisine gösterildi. Kendisine gizli şeyler söylendi. O makamda Allahü teâlâyı baş gözü ile görmekle şereflendi. Mîraçların böylesi, bu yüce Peygambere mahsûstur. Ona tâm uyan, izinde giden Velîler de, bu husûsî mertebeden serpilen kırıntılara kavuşurlar. Arabî mısra' tercümesi:

Kerimlerin sofrasından toprağa da pay düşer.

Böyle olmakla berâber, Allahü teâlâyı dünyada görmek, yalnız Muhammed aleyhisselâma mahsûstur. Onun ayakları altında bulunan Evliyâya hâsıl olan hâl, görmek değildir. İkisi arasındaki başkalık, birşeyin kendi ile resmi veya kendisi ile gölgesi gibidir. Bunların birbirinden başka olduğu meydandadır.

136 YÜZOTUZALTINCI MEKTÛB



Bu mektûb, yine, molla Muhammed Sıddîka yazılmıştır. İşleri sonraya bırakmanın ve maksada kavuşmak için çalışmayı geciktirmenin zararlı olduğu bildirilmektedir:



Mektûbunuzu getiren yolcu, Ramazan-i şerifin bereketli son günlerinde geldiği için, Ramazan-ı şeriften sonra cevap yazabildik. Hân-i hânânın ve hâce Abdüllahın cevapları da birlikte gönderildi. Dikkatle okuyunuz! Son olarak askere gidişiniz, bu fakire uygun görülmedi. Buna sebep ne oldu? Her iş, Allahü teâlânın dilemesi ile olur. Hak teâlâ size, hergün geçinecek kadar rızık ihsân ediyordu. Bunu düşünmeli idiniz. Bu nîmete Şükrederek, kendi işinizi ele almalı idiniz. Bugünkü rızkı, ilerdeki günlerin rızkı için vesîle etmemeli idiniz. Bunun sonu gelmez. Çok ilerisini düşünmek, bu yolda küfür sayılır. Ödünç almaktan kurtulmanız için, Hâcegînin bir yol gösterip göstermiyeceği bilinmiyor. Bunda şüpheniz varsa, Hâcegîye açıkça yazınız! O da size açıkça cevap yazar, sağlam söz verirse, bu niyetle gidersiniz. Fakat, bugünün işini yarına bırakmanın ve geciktirmenin ilâcı ne olabilir? Ne yapacaksanız yapınız! Fırsat [zaman] ganîmettir.



Binlerce top ve tüfek, yapamaz aslâ,

Göz yaşının seher vakti yaptığını,

Düşman kaçıran süngüleri çok defa,

Toz gibi yapar, bir müminin duâsı.


137 YÜZOTUZYEDİNCİ MEKTÛB



Bu mektûb, Efganistânlı hâcı Hıdıra yazılmıştır. Namaz kılmak şerefinin yüksekliğini bildirmektedir ki, bunu nihâyete yetişen büyükler anlayabilir:



Kıymetli mektûbunuz geldi. İçindekiler anlaşıldı. İbâdetlerden zevk duymak ve bunların yapılması güç gelmemek, Allahü teâlânın en büyük nîmetlerindendir. Hele namazın tadını duymak, nihâyete yetişmiyenlere nasip olmaz. Hele farz namazların tadını almak, ancak onlara mahsûstur. Çünkü, nihâyete yaklaşanlara, nâfile namazların tadını tattırırlar. Nihâyette ise, yalnız farz namazların tadı duyulur. Nâfile namazlar, zevksiz olup, farzların kılınması büyük kâr, kazanc bilinir. Fârisî mısra' tercümesi:

Bu iş, büyük nîmettir. Acaba kime verirler?

[(Nâfile namaz), farz ve vâcibden ziyâde, başka namazlar demektir. Beş vakit namazın sünnetleri ve diğer vâcib olmayan namazlar, hep nâfiledir. Müekked olan ve olmıyan, bütün sünnetler nâfiledir. (Dürr-ül-muhtâr) ve (İbni Âbidîn), (Halebî) ve sâire].

Namazların hepsinde hâsıl olan lezzetten, nefse bir pay yoktur. İnsan bu tadı duyarken, nefsi inlemekte, feryâd etmektedir. Yâ Rabbî! Bu, ne büyük bir rütbedir! Arabî mısra' tercümesi:

Nîmete kavuşanlara âfiyet olsun!

Bizim gibi, ruhları hasta olanların, bu sözleri duyması da, büyük bir nîmettir ve hakîkî saadettir. Fârisî mısra' tercümesi:

Bâri kalbimize bir tesellî olsun.

İyi biliniz ki, dünyada namazın rütbesi, derecesi, âhırette, Allahü teâlâyı görmenin yüksekliği gibidir. Dünyada insanın Allahü teâlâya en yakın bulunduğu zaman, namaz kıldığı zamandır. Âhırette en yakın olduğu da (Rü'yet), yâni Allahü teâlâyı gördüğü zamandır. Dünyadaki bütün ibâdetler, insanı namaz kılabilecek bir hâle getirmek içindir. Asl maksat, namaz kılmaktır. Saadet-i ebediyyeye ve sonsuz nîmetlere kavuşmanızı dilerim.

İnsan beşer, durmaz şaşar,

Eyler hatâ, üçer beşer.

Düz ovada yürür iken,

Ayağı sürter, düşer!

138 YÜZOTUZSEKİZİNCİ MEKTÛB



Bu mektûb, şeyh Behâeddîn-i Serhendîye yazılmıştır. Alçak dünyayı kötülemekte ve dünyaya düşkün olanlardan kaçınmağı bildirmektedir:



Akıllı oğlum! Allahü teâlânın sevmediği bu dünyanın arkasında koşmamalıdır! Gönlünü hep Allahü teâlâya bağlamak sermâyesini elden kaçırmamalıdır! Ne sattığını ve buna karşılık neyi aldığını düşünmelidir! Dünyayı ele geçirmek için âhıreti vermek ve insanlara yaranmak için Allahü teâlâyı bırakmak alçaklık ve ahmaklıktır. Dünya ile âhıret birbirinin zıddıdır, tersidir. İkisinin sevgisi bir kalbde toplanamaz. İkisi bir araya getirilemez. Arabî mısra' tercümesi:

Din ve dünya bir araya gelirse, güzel olmaz!

Bu iki zıddan dilediğini seç ve seçtiğine karşılık kendini sat, feda et! Âhıret azâbı sonsuzdur. Dünyada olanlar çok azdır. Allahü teâlâ, dünyayı sevmez, âhıreti sever. Arabî beyt tercümesi:

İstediğin gibi yaşa, birgün öleceksin!

İstediğini topla, birgün ayrılacaksın!

Sonunda kadından ve çocuklardan ayrılacaksın. Bunların idaresini Allahü teâlâya bırak! Bugün, kendini ölmüş bilmelidir. Onların işlerini Allahü teâlâya bırakmalıdır. Tegâbün sûresinin onbeşinci [15] ve Enfâl sûresinin yirmisekizinci âyetinde meâlen, (Mallarınız ve çocuklarınız sizlere kesin olarak düşmandır. Onlardan sakınınız) buyuruldu. Bunu iyi anlayınız! Tavşan gibi, gözleri açık uyku ne zamana kadar sürecek! Birgün gelip uyanılacak! Dünyaya düşkün olanlarla arkadaşlık etmek, onlarla görüşmek, öldürücü zehirdir. Bu zehirle öldürülen kimse, sonsuz olarak ölür. (Aklı olana bir işaret yetişir) demişlerdir. Biz ise, açıkça ve üzerine düşerek anlatıyoruz. Bunların yağlı, tatlı yemekleri, kalbin hastalığını arttırır. Kalbin iyiliği, hastalıktan kurtulması nasıl düşünülebilir? Sakın! Sakın! Çok sakın! Fârisî beyt tercümesi:

Bildirilmesi lâzım olanı söyledim sana,

Yâ faydalanırsın, yâ da çarpar kulağına.

Onlarla görüşmekten, arslandan kaçar gibi, hattâ daha çok kaçmalıdır. Arslan insanın yalnız cânını alır. Bu da, âhırette faydalı olur. Dünyaya düşkün olanlarla berâber olmak ise, insanı sonsuz felakete ve zarara sürükler. Onlarla konuşmaktan, onların lokmalarını yemekten ve onları sevmekten ve onları görmekten sakınmalıdır. Sahih olan hadis-i şerifte, (Zengine, zenginliği için alçaklık gösterenin dîninin üçte ikisi gider) buyuruldu. Onlara karşı yapılan bu alçalmalar ve yaltaklanmalar, onların malları ve makamları için midir, yoksa değil midir? İyi düşünmek lâzımdır. Malları, mevkı'leri için olduğunda hiç şüphe yoktur. Bunun sonu da, dînin üçte ikisinin gitmesidir. Artık müslümanlık nerede, kurtuluş nerededir? Yağlı lokmaların ve uygunsuz kimselerle düşüp kalkmanın, bu yavrunun kalbinde vaazları dinlemeye ve nasihatleri düşünmeye yer bırakmadığını bildiğim için, bu kadar ağır ve sıkı yazıyorum. Hafîf sözlerle, yumuşak kelimelerle uyanmayacağını biliyorum. Sakın! Onların sohbetinden sakın! Onları görmekten sakın! Allahü teâlâ yardımcın olsun! Allahü teâlâ, bizi ve sizi, râzı olmadığı, beğenmediği şeylerden kurtarsın! Mîraç gecesi, (Gözleri Allahü teâlâdan ayrılmadı) diyerek övülen insanların efendisi hurmetine bu duâmızı kabûl buyursun! Âmîn.

139 YÜZOTUZDOKUZUNCU MEKTÛB



Bu mektûb, Câfer bey Tehânîye yazılmıştır. Ehlullaha dil uzatan saygısızları, söz ile, yazı ile kötülemek câiz olduğu bildirilmektedir:



Okşayıcı mektûbunuzu okumakla şereflendik. Allahü teâlâ size selâmet versin! Fakirlerin hâlini araştırıyorsunuz. Yakınlığı, uzaklığı hep bir tutuyorsunuz. Saygılı kardeşim! Kureyş kâfirleri uğursuzluklarının, aşağılıklarının, taşkınlıklarının arttığı zamanda, müslümanları çekiştirici, kötüleyici şeyler uydururlardı. Peygamberimizİslâm şairlerinden birkaçına kâfirleri kötülemelerini emir buyurdu. O şairlerden biri, Resûlullahın önünde menbere çıktı. Herkese karşı kâfirleri kötüleyen şiirleri okudu. O Server, (Bu, kâfirlerin kötülüğünü açığa vurdukça, Ruhul-Kuds bununla berâberdir) buyurdu. İnsanların kötülemesi, incitmesi, aşkın nîmetlerindendir. Yâ Rabbî! Peygamberlerin efendisi hurmetine bizleri onlardan eyle! Âmîn.

140 YÜZKIRKINCI MEKTÛB



Bu mektûb, Muhammed Mâsum-i Kâbilîye yazılmıştır. Sevenlerin sıkıntılara, üzüntülere dayanmaları lâzım geldiği bildirilmektedir:



Fakirleri seven kardeşim! Kalbinde sevgi taşıyanların sıkıntı ve üzüntü çekmeleri lâzımdır. Dervîşliği seçenlerin dertlere, sıkıntılara alışması lâzımdır. Fârisî beyt tercümesi:



Seni sevmek, dert ve gam tatmak içindir,

Yoksa, rahat ettirecek şeyler çoktur.



Sevgili, sevenin çok üzülmesini ister. Böylece, kendinden başkasından büsbütün soğumasını, kesilmesini bekler. Sevenin rahatlığı, rahatsızlıktadır. Âşıka en tatlı gelen şey, sevgili için yanmaktır. Sükûnet bulması çırpınmaktadır. Rahatı, yaralı olmaktadır. Bu yolda istirahat aramak, kendini sıkıntıya atmaktır. Bütün varlığını sevgiliye vermek, ondan gelen herşeyi seve seve kapmak acısını, ekşisini, kaşları çatmadan almak lâzımdır. Aşk içinde yaşamak böyle olur. Elinizden geldiği kadar böyle olunuz! Yoksa, gevşeklik hâsıl olur. Sizin çalışmanız iyi idi. Bunun daha artmasını beklerken, azalıverdi. Fakat üzülmeyiniz. Eğer, kendinizi bu duraklamadan kurtarırsanız, eskisinden daha iyi olur. Sizi bu dağınıklığa sürükleyen şeylerin, toparlanmanıza da sebep olacaklarını biliniz! Böylece, çalışmanız artar. Vesselâm.

141 YÜZKIRKBİRİNCİ MEKTÛB



Bu mektûb, molla Muhammed Kılıca yazılmıştır. Bu işin temeli Muhabbet ve ihlâs olduğu bildirilmektedir:



Hak teâlâ, Peygamberlerin efendisi hurmetine size ilerlemek ihsân eylesin! Kalbinizin hâllerinden arasıra birşey yazmıyorsunuz ki, nasıl olduğunu bilelim. Ondan da yazınız ki, uzaktan ilgilenmemize sebep olur. Bu işin temeli, sevmek ve sıkı bağlanmaktır. Bir ilerleme anlaşılmıyorsa, üzülmemelidir. Kalbiniz bağlı oldukca, senelerin kazancı bir saatte ihsân edilebilir. Vesselâm.



Me'ârif ehlini bul, onu dinle!

Böylece Haktan ire sana eltaf!


142 YÜZKIRKİKİNCİ MEKTÛB



Bu mektûb, molla Abdülgafûr-i Semerkandîye yazılmıştır. Bu büyüklerin nisbetinden az birşeye kavuşulursa, bunu az görmemek lâzım geldiği bildirilmektedir:



Okşayıcı, kıymetli mektûbunuz geldi. Fakirleri sevmek ve onlarla ilgilenmek, Allahü teâlânın büyük nîmetlerindendir. Bunun artmasını Hak teâlâdan diler ve umarız. Fakirlere gönderdiğiniz hediye de geldi. Selâmetiniz için fâtiha okundu. Öğrendiğiniz yolu ve buradan elinize geçen nisbeti ve bunlar üzerinde hiçbirşey yazmamışsınız. Bunlarda gevşeklik olmaktan Allahü teâlâ korusun! Fârisî beyt tercümesi:



Onun hayâlinin bir ân görünmesi,

Güzellerle bulunmaktan daha tatlı.



Bu büyüklerin nisbetinden az birşey ele geçerse, onu az bilmemelidir. Çünkü başkalarının, yolun sonunda kavuştukları, bu yolun başında ihsân olunur. Fârisî mısra' tercümesi:



Gülbağçemi gör de, behârımı anla!



Fakat, bu nisbeti taşıyanlara olan muhabbet ipiniz kuvvetli bağlanmış olunca, bu gevşeklikten dolayı üzülmemelisiniz. Çok kullanılmış olan pardesü gönderildi. Bunu arasıra giyiniz ve saygı göstererek saklayınız. Çok faydalar umulur. Bunu abdestli olarak giyiniz ve öylece vazîfenize başlayınız! Kalbinizi tâm toparlıyabilirsiniz. Her mektûbunuzda, önce bâtındaki hâllerinizden yazınız! Bâtının hâlleri olmadan, yalnız zâhirin hâllerine kıymet verilmez. Fârisî mısra' tercümesi:



Her ne olursa olsun, sevgiliden konuşmak daha tatlı!



Allahü teâlâ, bize ve size, mîraç gecesi gözleri Ondan kaymayan, insanların efendisine hem zâhirde, hem bâtında uymak nasip eylesin! Fârisî mısra' tercümesi:



İş budur, bundan başkası hiçtir!



Allaha tevekkül edenin yâveri Haktır.

Nâ-şâd gönül, birgün olur, şâd olacaktır.


143 YÜZKIRKÜÇÜNCÜ MEKTÛB



Bu mektûb, molla Şemseddîne yazılmıştır. Gençliğin kıymetini bilmek, bunu boş yere geçirmemek lâzım olduğu bildirilmektedir:



Fakirleri seven mevlânâ Şemseddîn! Allahü teâlâ sizi yükseltsin! Gençlik zamanının kıymetini biliniz! Bunu, oyun ile, faydasız şeylerle geçirmeyiniz! Ceviz ve kozalak gibi faydasız şeyler arkasında gençliğini tüketenler, sonunda pişman olurlar, âh ederler. Fakat, böyle yapmakla ellerine birşey geçmez. Hâllerinizi bildiriniz! Beş vakit namazı cemaat ile kılınız! Helâl, haram olan şeyleri iyi öğreniniz! Bunları birbirine karıştırmayınız! Kıyâmette azâblardan kurtulabilmek, ancak islâmiyetin sahibine uymakla olur. Geçici lezzetlere, çabuk biten, tükenen dünyalıklara aldanmamalıdır. Allahü teâlâ iyi işler yapmağı kolaylaştırsın! Âmîn.


144 YÜZKIRKTÖRDÜNCÜ MEKTÛB



Bu mektûb, hâfız Mahmûda yazılmıştır. Seyr ve sülûkü bildirmektedir:



Allahü teâlâ, yüksek derecelerde sonsuz ilerlemek nasip eylesin! İnsanların efendisi ve mîraç gecesi, Rabbinden ayrılmayan gözlerin sahibi hâtırı için, duâmızı kabûl buyursun! Âmîn. Fârisî mısra' tercümesi:

Her ne olursa olsun, sevgiliden anlatmak daha tatlı!

(Seyr), hareket demektir. (Sülûk), ilerlemek demektir. İkisi de ilmin, bilginin ilerlemesidir. Madde hareketi değildir. (Seyr-i ilallah) demek, aşağı bilgilerden, yüksek bilgilere ilerlemek, ilimde durmadan yükselmektir. Böylece, mahlûklara âid herşey bilindikten sonra, Allahü teâlânın ilmine kadar varılır. Bu bilgiler başlayınca, mahlûklara âid bilgilerin hepsi unutulur. Bu hâle (Fena) denir. (Seyr-i fillah) demek, Allahü teâlânın ismleri, sıfatları, şü'ûn ve îtibarâtı ve taktîsâtı ve tenzîhâtı mertebelerinde ilmin ilerlemesi demektir. Böylece anlatılamayan, işaretle bildirilemiyen ve ism verilemiyen, birşeye benzetilemiyen, kimsenin bilemediği, anlıyamadığı mertebeye varılır. Bu seyre (Bekâ) denir. Üçüncü seyre, (Seyr-i anillah-i billah) denir. Bu da, ilmin hareketidir. Yüksek bilgilerden aşağı bilgilere inilir. Böylece, mahlûkları bilmeye kadar inilir. Bütün vücûb mertebelerinin bilgisi unutulur. Bundan sonra, dördüncü seyr başlar. Buna (Seyr-i eşya) denir. Birinci seyrde unutulmuş olan, eşyanın bütün bilgileri, şimdi yavaş yavaş ele geçer. Bu dördüncü seyr, birinci seyrin tersidir. Üçüncü seyr de, ikinci seyrin karşılığıdır.

Seyr-i ilallah ile Seyr-i fillah, vilâyeti elde etmek içindir. Çünkü (Vilâyet), Fena ve Bekâ demektir. Üçüncü ve dördüncü seyrler, dâvet makamını elde etmek içindir. Dâvet makamı, Peygamberlere mahsûstur. O Peygamberlerin hepsine ve ayrıca en üstünleri olana, Allahü teâlânın af ve selâmları olsun! Peygamberlerin izinde bulunanların en üstünlerine de bu makamdan bir pay ayırırlar. Yûsüf sûresinin, (Ey sevgili Peygamberim! Onlara de ki, benim yolum budur. Sizi gafletten uyandırarak, Allahü teâlâya çağırıyorum. Ben ve benim izimde bulunanlar çağırıcıyız) meâlindeki yüzsekizinci âyeti bunu göstermektedir.

İşte tasavvuf yolunun başı ve sonu bunlardır. Bunları, tâlibleri tevşîk ve sâliklerin kıymetlerini bildirmek için yazıyorum. Allahü teâlâ, doğru yolda olanlara ve Muhammed Mustafânın izinde gidenlere selâmet, iyi yolculuk versin!

145 YÜZKIRKBEŞİNCİ MEKTÛB



Bu mektûb, molla Abdürrahîm-i Müftîye yazılmıştır. Bu yolun büyükleri, yolculuğa Âlem-i emirden başladıkları bildirilmektedir:



Allahü teâlâ, bizi ve sizi islâmiyetin caddesinde bulundursun! Bu duâya âmîn diyen kuluna merhamet eylesin! Bu yolun büyükleri bu yolculuğa Âlem-i emirden başlamağı seçmişlerdir. Böyle ilerlerken Âlem-i halk da birlikte geçilmektedir. Başka tarîkatlerin büyükleri böyle yapmamıştır. Onların yolculuğu, Âlem-i halktan başlamaktadır. Âlem-i halk yolculuğunu bitirdikten sonra, Âlem-i emir yolculuğuna başlarlar ve cezbe makamına kavuşurlar. Bunun için, bunların yolu, yolların en kısası olmuştur. Başka yolların sonu, bu yolun başında yerleştirilmiştir. Fârisî mısra' tercümesi:

Gülbağçemi gör de, behârımı anla!

Bu yüksek yolun talebelerinden birkaçı, yolculuğa Âlem-i emirden başladıkları hâlde, çabuk te'sîri görünmüyor. Cezbenin başlamasında hâsıl olan lezzeti, tatlılığı çabuk duyamıyorlar. Çünkü, bunlardaki Âlem-i emr, Âlem-i halktan zayıf olmuştur. Âlem-i emrin bu zayıflığı, cezbenin tadını duymalarını geciktiriyor. Bunların Âlem-i emirleri, Âlem-i halklarından daha kuvvetli oluncıya kadar, bu duygusuzluk sürer gider. Âlem-i emirlerini kuvvetlendirmek için, bu yola uygun olan ilâc, idare ve tasarruf kuvveti tâm olan rehberin tâm tasarrufu ve ilgisidir. Başka yollara uygun olan ilâc ise, nefsin tezkiyesini ve ağır riyâzetleri ve güc mücâhedeleri, islâmiyete uygun olarak yapmaktır. [(Riyâzet), nefsin isteklerini yapmamaktır. (Mücâhede), nefsin istemediği, ona zor gelen şeyleri yapmaktır. Nefis islâmiyete uymağı istemez.]

Te'sîrin, lezzet duymanın gecikmesi, yaradılıştaki uygunluğun az olmasını göstermez. Yaradılışta tâm uygun oldukları hâlde, bu belâya tutulanlar çoktur. Vesselâm.


146 YÜZKIRKALTINCI MEKTÛB



Bu mektûb, Şerefeddîn-i Bedahşîye yazılmıştır. Çok zikir yapmağı nasihat etmektedir:



Oğlum Şerefeddîn Hüseynin mektûbu geldi. Allahü teâlâya hamd olsun ki, fakirleri hâtırlamakla şereflenmektesiniz. Aldığınız vazîfeyi çok yaparak zamanlarınızı kıymetlendiriniz! Fırsatı elden kaçırmayınız. Geçici olan şânlar, şerefler sizi aldatmasın. Dünya lezzetleri, hakîkî lezzetlerden mahrum etmesin. Fârisî beyt tercümesi:



Sana söyliyeceğim hep şudur:

Çocuksun, yol ise korkuludur.



Allahü teâlâ, bir kulunu gençlikte tevbe etmeye kavuşturursa ve bu tevbesini bozmaktan korursa, ne büyük nîmet olur. Diyebilirim ki, bütün dünya nîmetleri ve lezzetleri, bu nîmetim yanında, büyük deniz yanındaki bir damla su gibidir. Çünkü bu nîmet, insanı Allahü teâlânın rızasına, sevgisine kavuşturur. Bu ise, dünya ve âhıret nîmetlerinin hepsinin üstündedir. İmrân sûresinin onbeşinci ve Tevbe sûresinin yetmişüçüncü âyetinde meâlen, (Allahü teâlânın râzı olması nîmeti daha büyüktür) buyuruldu. Doğru yolda olanlara ve Muhammed Mustafâya uymakla şereflenenlere selâm olsun!

147 YÜZKIRKYEDİNCİ MEKTÛB



Bu mektûb, hâce Muhammed Eşref-i Kâbilîye yazılmıştır. Ayrılmak, kavuşmaktan önce midir, değil midir, bildirmektedir:



Hak teâlâ, Peygamberlerin efendisi hurmetine sizi yüksek derecelere kavuştursun! Tarîkat büyüklerinden birçoğu, (Ayrılmak, kavuşmaktan önce olur) dedi. Bu büyüklerden başkaları da, (Kavuşmak ayrılmaktan öncedir) dedi. Bir üçüncüsü ise, birşey diyemedi. Ebû Sa'îd-i Harrâz, (Ayrılmadıkca, kavuşamazsın ve kavuşmadıkca, ayrılamazsın. Hangisi daha öncedir, bilemiyorum) dedi. Bu satırları yazana göre, ayrılmak ve kavuşmak, birlikte olmaktadır. Birbirinden ayrılmaları câiz değildir. Ayrılmaksızın kavuşmak olmaz. Böyle olmakla berâber, bilinmiyen birşey varsa, kendisi önce olan hangisidir ve hangisi hangisine sebep olmaktadır? Şeyh-ul-islâm-ı Hirevî ikincisini seçmektedir ve (Onun önce olması daha iyidir) demiştir. Evet öyledir. Fakat, ayrılmak öncedir diyenler de, kavuşmanın önce olmasına karşı değildirler. Bunların kavuşmak demeleri, tâm zuhûrdur. Bu mutlak zuhûrun önce olmasına aykırı değildir. Mutlak zuhûr, ayrılmaktan önce olur. Tâm zuhûr da ayrılmaktan sonra olur. Bu anlaşılınca, sözlerin başkalığı, yalnız kelimelerde kalır. Birincisini söyliyenlerin görüşü daha keskindir. Az olan şeye kıymet vermemişlerdir. Bu açıklama, zaman bakımından önce olmayı da göstermektedir. Bunu iyi anlamalıdır. Herşeyin doğrusunu bildiren Allahü teâlâdır. Her ne olursa olsun, ayrılmaya ve kavuşmaya mazhar olmalıdır. Çünkü, bu iki mertebeye varılmadıkça, Vilâyet mertebesi hâsıl olmaz. Birinci mertebeye (Seyr-i ilallah) ile varılır. İkinci mertebeye (Seyr-i fillah) ile varılır. Bu iki seyr tamam olunca, vilâyet mertebesine ve kemâle kavuşulur. Herkesin kavuştuğu dereceler başkadır. Tekmîl ve dâvet derecesine kavuşmak için, başka iki seyr daha vardır.



Fârisî mısra' tercümesi:

Bağırdım iki kere, içerde kimse varsa!



Vesselâm.



İlâhî nedir bu aşk, yaktı cismü cânımı?

Bundaki zevk başkadır, duyulur izhâr olmaz.

Ne tarafa giderim, bırakıp sultânımı,

Seni sevdi bu gönül, ölse ele yâr olmaz!


148 YÜZKIRKSEKİZİNCİ MEKTÛB



Bu mektûb, molla Sâdık-ı Kâbilîye yazılmıştır. Kendini kavuşmuş sanan, bir şey elde edemez. Büyüklerin ruhlarından faydalanmaya aldanmamalıdır. Onlar, kendi üstâdının latîfeleridir:



İki mektûbunuz arka arkaya geldi. Birinci mektûb, kavuştuğunuzu, doyduğunuzu bildiriyordu. İkincisi, susuzluğunuzu, boşluğunuzu anlatıyordu. Allahü teâlâya hamd olsun! Çünkü her işin sonuna bakılır. Kendini doymuş sanan, birşeye kavuşmamıştır. Kendini boş, uzak sanan, kavuşmuş demektir. Size arka arkaya bildirmiştim ki, büyüklerin ruhlarının zâhir olmasına, onların yardım etmelerine, sakın aldanmamalıdır. O büyüklerin sûretleri, kendi üstâdınızın latîfeleridir. O şekllerde görünmektedir. Tek bir yere bağlanmak şarttır. Çeşidli yerlere bağlanan, birşey kazanmaz, zarar eder. Size çok söylemiştim ki, sona çabuk kavuşmak için, işe, vazîfeye sıkı sarılmalıdır. Lâzım olan şeyleri bırakarak, lüzûmsuz şeylerle uğraşmak, akla uygun değildir. Fakat siz, kendi görüşünüze uyuyorsunuz. Söz dinlemiyorsunuz. Siz bilirsiniz! Habercinin vazîfesi ancak bildirmektir.


149 YÜZKIRKDOKUZUNCU MEKTÛB



Bu mektûb, yine molla Sâdık-ı Kâbilîye yazılmıştır. Allahü teâlâ herşeyi sebeple yaratmakta ise de, belli bir sebebe bağlanmak lâzım olmadığı bildirilmektedir:



Kardeşim molla Muhammed Sâdık! Bütün varlığınızla sebeplere bağlandığınıza şaşılır. Sebepleri yaratan, herşeyi sebeplerle yaratmakta ise de, herşey için belli bir sebebe yapışmak doğru değildir. Mısra' tercümesi:

Bir kapı kapanırsa, üzülme ey gönül, başkası açılır!

Bu kısa görüşlülük, çok uygunsuz kimselerde bulunur. Sizin gibilerde bu hâli görmek pek çirkindir. Biraz kendinize geliniz! Bu kötülüğün derecesini anlayınız! Hem müttekî olmak, hem de Allahü teâlânın sevmediği şeylerin peşinde koşmak, çok çirkin bir iştir. Bu çirkinliğin, sizin gözünüze güzel görünmesine pek şaşılır. Çok lâzım olan şeyleri, ihtiyacı giderecek kadar elde etmek için çalışmalıdır. Bütün vakitleri oraya vermek ve bütün ömrü onun arkasında geçirmek, tâm bir ahmaklıktır. Fırsatın kıymetini biliniz! Bu fırsatı, sonu gelmez, lüzûmsuz şeyleri elde etmek için kaçıranlara binlerle yazıklar olsun! Mektûblaşmamız lâzımdır. Habercinin vazîfesi, yalnız haber vermektir. İnsanların dedi-kodularına aldırmayın! Buna üzülmeyiniz! Size sürmek istedikleri lekeler, sizde bulunmadığı için, üzülmeniz doğru değildir. Herkesin kötülediği bir kimsenin iyi olması, çok büyük saadettir. Fakat, bunun aksi olursa, çok tehlikelidir. Vesselâm.


150 YÜZELLİNCİ MEKTÛB



Bu mektûb, hâce Muhammed Kâsıma gönderilmiştir. Aranılmaya, gönlünü vermeye lâyık olan ancak Vâcib-ül-vücûd teâlâ olduğu bildirilmektedir:



Hâce Muhammed Kâsım kardeşimizin okşayıcı mektûbu geldi. Bizleri sevindirdi. Dünya işlerinin bozuk gitmesinden ve hâlinizi toparlayamadığınızdan hiç sıkılmayınız! Çünkü dünya işleri, üzülmeye değmez. Bu dünyada olan herşey geçecek, yok olacaktır. Allahü teâlânın râzı olduğu şeylerin arkasında koşmak lâzımdır. Güç olsa da, kolay olsa da, bunları yapmaya çalışmalıdır. Aranılacak, gönül verilecek (Vâcib-ül-vücûd)dan, yâni hep varlığı lâzım olandan başka hiçbir şey yoktur. Hele sizin gibi kıymetli ve akıllı insanların, geçici, yok olucu şeylere gönül vermesi, pek yazık olur. Bununla berâber, bir hizmet ve bir iş için işaret buyurulursa, onu seve seve yaparız. Vesselâm.

151 YÜZELLİBİRİNCİ MEKTÛB



Bu mektûb, mîr Mümin-i Belhîye yazılmıştır. Hocalarımızın yolunun büyüklüğü ve bu büyüklerin kullandıkları (Yâd-i dâşt) kelimesinin ne demek olduğu bildirilmektedir:



Fârisî mısra' tercümesi:

Her ne olursa olsun, sevgiliden konuşmak daha tatlı!



Yüksek hocalarımızın yolunda çok söylenilen (Yâd-i dâşt) demek, Zat-i teâlânın devamlı huzuru, berâberliği demektir. Şü'ûn ve îtibarât da arada olmaksızın zuhûrudur. Eğer huzur olup, sonra gayb olursa, yâni şü'ûn ve îtibarât perdeleri aradan kalkar, sonra yine araya girerse, bu büyükler böyle şimşek gibi çakıp hemen gayb olan (Tecellî-i zatî)ye kıymet vermezler. Yâd-i dâşt, gayb olmayan huzurdur. Yâni, şü'ûn ve îtibarât perdeleri araya girmeyen, hiç gayb olmayan, devamlı olan Tecellî-i zatîdir. Yâd-i dâşt, bu yolun sonunda ihsân edilir. Bu makamda, tâm olgun Fena hâsıl olur. Perdeler hiç araya girmez. Perdeler araya girerse, huzur kalmaz. Gaybet olur. Buna Yâd-i dâşt denmez. Görülüyor ki, bu büyüklerin şühûdü, tâmdır ve olgundur. Fenanın olgun olması ve bekânın tam olması da, şühûdün olgun ve tâm olmasına bağlıdır. Fârisî mısra' tercümesi:



Gülbağçemi gör de, behârımı anla!


152 YÜZELLİİKİNCİ MEKTÛB



Bu mektûb, nakîb seyyid şeyh Ferîde yazılmış olup, Resûlullaha itaat, Allahü teâlâya itaat demek olduğu bildirilmektedir:



Cenâb-ı Hak, Nisâ sûresi, yetmişikinci âyetinde, Muhammed aleyhisselâma itaat etmenin kendisine itaat etmek olduğunu bildiriyor. O hâlde, Onun Resûlüne itaat edilmedikçe Ona itaat edilmiş olmaz. Bunun pek kat'î ve kuvvetli olduğunu bildirmek için, âyet-i kerimede, (Elbette, muhakkak böyledir) buyurdu ve bazı doğru düşünemiyenlerin, bu iki itaati birbirinden ayrı görmelerine meydan bırakmadı. Allahü teâlâ, yine Nisâ sûresinin, (Kâfirler, Allahü teâlânın emirleri ile Peygamberlerin emirlerini birbirinden ayırmak istiyor. Yahudiler diyor ki, biz Mûsâ aleyhisselâma inanırız. Îsâ ile Muhammed aleyhimesselâma inanmayız. Hıristiyanlar ise, yalnız Îsâ aleyhisselâma inanıp, ona hâşâ, Allahü teâlânın oğlu diyor. Bu inanışları ve dinleri kıymetsizdir. Hepsi kâfirdir. Bunların hepsine Cehennem azâbını, çok acı azâbları hazırladık) meâlindeki yüzkırkdokuzuncu âyetinde, bu iki itaati ayrı görenlerden şikâyet buyurmaktadır.

Meşâyıh-i kiramdan birkaçı, aşk sarhoşluğu ve kendinden geçtikleri zamanda, bu iki itaatin birbirinden ayrı olduğunu gösteren sözler söylemişlerdir. Birini ötekinden daha çok sevdiğini bildirmişlerdir. İşittiğimize göre, sultan Mahmûd-i Gaznevî, bütün Asyâya hâkim olduğu zamanda, Harkan şehrine yakın gelmişti. Adamlarından birkaçını, Harkana, Şeyh Ebül-Hasen-i Harkânî hazretlerinin huzuruna göndermişti. Şeyh hazretlerini yanına çağırmıştı. Şeyh hazretleri gelmek istemezse, (Allahü teâlâya ve Onun Resûlüne ve siz müslümanlardan olan âmirlere itaat ediniz!) meâlindeki âyet-i kerimeyi kendisine okuyunuz, demişti. Sultanın adamları, şeyh hazretlerinin gelmek istemediğini görerek, bu âyet-i kerimeyi okudular. Şeyh hazretleri buna karşılık, (Allahü teâlânın itaatine o kadar çok dalmış bulunuyorum ki, Resûle itaat etmekten hayâ ediyorum. Âmire itaate vakit nerede?) buyurdu. Şeyh hazretlerinin bu sözü, Allahü teâlânın itaatini, Resûlünün itaatinden ayrı bildiğini göstermektedir. Bu söz, doğru yoldan ayrılmış olmanın alâmetidir. Hâlleri doğru olan büyükler, böyle sözler söylemezler. İslâmiyetin ve tarîkatin ve hakîkatin bütün basamaklarında, Resûlullaha itaatin, Allahü teâlâya itaat olduğunu bilirler. Resûlullaha itaat ile olmayan Allaha itaatin, dalâlet, sapıklık olduğuna inanırlar. Yine işitiyoruz ki, Mehene şehrinin şeyhi, şeyh Ebû Sa'îd-i Ebül Hayr ile oturuyordu. Horasandaki seyyidlerin büyüklerinden olan Seyyid Ecel de yanlarında idi. Şü'ûru yerinde olmıyan bir meczûb içeri girdi. Şeyh hazretleri, bu meczûbu, şeyh Ecelin üst yanına oturttu. Bu hâl, seyyide ağır geldi. Şeyh hazretleri, seyyide dönerek, (Size olan saygımız, Resûlullahı sevdiğimiz içindir. Bu meczûbu ise, Allahü teâlâyı sevdiğimiz için yüksek tutuyoruz) dedi. Allahü teâlânın sevgisi ile, Resûlullahın sevgisini ayırd eden, böyle sözleri de, doğru yolun büyükleri uygun görmezler. Allah sevgisinin, Resûlullaha olan sevgiden çok olmasının, tarîkat sarhoşluğundan ileri geldiğini bilirler. Böyle sözlerin söylenmesine izin vermezler. Şu kadar var ki, vilâyet derecelerinde yükselmiş olanlarda, Allahü teâlânın sevgisi daha çoktur. Peygamberlerin yüksekliğinden birşeyler edinenlerde ise, Resûlullahın sevgisi daha çok olmaktadır. Allahü teâlâ, hepimize, Resûlullaha itaat etmek nasip eylesin! Çünkü bu itaat, Allahü teâlâya itaat demektir.


153 YÜZELLİÜÇÜNCÜ MEKTÛB



Bu mektûb, meyân şeyh Müzzemmile yazılmıştır. Mâ-sivâya köle olmaktan büsbütün kurtulmak, mutlak fena ile olduğu bildirilmektedir:



Gönderdiğiniz mektûb geldi. Bütün nîmetleri gönderen Allahü teâlâya hamd ve şükür olsun ki, kendini arayanları sıkıntı ve üzüntü içinde tutmaktadır. Bu üzüntüyü vererek, kendinden başkası ile rahat etmekten kurtarmaktadır. Fakat, Ondan başka şeylere köle olmaktan büsbütün kurtulabilmek için, mutlak fenaya kavuşmak lâzımdır. Mâ-sivânın gönül aynasındaki görüntülerini büsbütün yok etmek lâzımdır. [(Mâ-sivâ), Allahü teâlâdan başka herşey demektir. Yâni bütün mahlûklar demektir.] Hiçbirşey bilmemek ve hiçbirşeyi sevmemek ve Hak teâlâdan başka dilek istek kalmamak lâzımdır. Böyle fena hâsıl olmazsa, birşeye kavuşulmaz. Kendini Hak teâlâdan başka birşeye bağlı sanmaz ise de, böyle zannetmesi, doğru olmaz. Zannetmekle, işin doğrusu değişmez. Fârisî mısra' tercümesi:

Bu nîmeti bakalım kime verirler?

Hâllere, makamlara bağlanmak da, mâ-sivâya gönül vermek demektir. Artık, başka şeylere bağlanmanın ne olacağını düşünmelidir? Fârisî beyt tercümesi:

Küfür olsa da, îman olsa da, her dilek,

Dosta kavuşmaya engel olurlar hep!

Ayrılığımız uzun sürdü. Fırsat, büyük nîmettir. Arkadaşlarınız, olgun kimseler ise, onlardan izin almakta niçin gecikiyorsunuz? Eğer olgun değillerse, izin almaya ne lüzûm var? Allahü teâlânın râzı olmasını düşünmek lâzımdır. O râzı olunca, başkaları ister râzı olsunlar, ister olmasınlar. Onlar râzı olmazlarsa, ne çıkar? Fârisî mısra' tercümesi:

Sevgili râzı olunca, herşey râzı olmuş demektir.

Maksat, dilek, yalnız Hak teâlâ olmalıdır. Onunla birlikte, her ne olursa olsun güzeldir. Onunla birlikte olmıyan herşey, olmaz olsun. Fârisî mısra' tercümesi:

Yanağım burda iken, sen güle bakıyorsun.

Vesselâm.

154 YÜZELLİDÖRDÜNCÜ MEKTÛB



Bu mektûb, yine meyân şeyh Müzzemmile yazılmıştır. Kendinden geçmek ve kendinde ilerlemek lâzım geldiği bildirilmektedir:



Hak teâlâ, kendisi ile bulundursun! Bir ân başkasına bırakmasın! Yâ Rabbî! Bizi kendimize bir ân bırakma! Bırakırsan, helâk oluruz. Daha az da bırakırsan, yok oluruz. İnsanın başına belâların gelmesine sebep, kendine düşkün olmasıdır. Kendi kendisinden kurtulursa, Allahü teâlâdan başka şeylere düşkün olmaktan kurtulur. Puta tapanlar, kendilerine tapmaktadırlar. Câsiye sûresinin yirmiikinci âyetinde meâlen, (Kendi nefsine tapanları gördün mü?) buyuruldu. Fârisî mısra' tercümesi:

Kendini bırakmak, pek hoş olur ve rahat!

Kendini bırak, bana gel! Kendinden geçmek, farz olduğu gibi, kendinde ilerlemek de lâzımdır. Çünkü O, bu yolculukla bulunabilir. Kendinden dışarda yapacağın yolculukla bulamazsın! Fârisî beyt tercümesi:

Her ne varsa sendedir, yok sanma!

Kör gibi, her yana el uzatma.

(Seyr-i Âfâkî), yâni insanın dışındaki yolculuk, insanı uzaklaştırır. (Seyr-i Enfüsî), yâni, insanın kendinde yaptığı yolculuk, aranılana kavuşturur. Şühûd arıyor isen, kendindedir. Marifet istiyorsan, kendindedir. (Hayret), yâni anlıyamayıp şaşırıp kalmak ise, yine kendindedir. İnsanın dışında ayak basacak yer yoktur. Söz nereye uzandı? İyi düşünemiyenler, bu sözümü hulûl veya birleşmek sanacak. Böylece doğru yoldan kayacak, dalâlete düşecek. Fârisî mısra' tercümesi:

Burda hulûl, birleşmek, küfür olur, iyi bil!

Bu makamlara varmadan, anlamadan önce, bunları düşünmek câiz değildir. Allahü teâlâ, bizi ve sizi râzı olduğu yolda bulundursun! Hâllerinizi yazınız! Çok faydalı olur. Çeşidli bağlantılarınız var ise de, bunlardan kurtulunuz. Bunlar, yâ varmış, yâ yokmuş, eşid tutunuz! Vesselâm, vel-ikrâm.


155 YÜZELLİBEŞİNCİ MEKTÛB



Bu mektûb, yine meyân şeyh Müzzemmile yazılmıştır. Kendi aslına dönmesini dilemektedir:



Hak teâlâ, kendi ile bulundursun! Fârisî beyt tercümesi:



Allahdan başka her neye tapılsa, hepsi hiçtir!

Yazıklar olsun ol kimseye ki, bir hiç iledir!



Cemâzil-evvel ayının birinci Cuma günü Dehli şehrini dolaşmakla şereflendik. Muhammed Sâdık da birliktedir. Allahü teâlâ dilerse, birkaç gün burada kalıp, vatanımıza çabuk döneceğiz. (Vatan sevgisi îmandandır) hadisi sahihdir. Zevallı nereye gidecek? Alnı, Allahü teâlânın irâdesine bağlıdır. Hûd sûresinin ellialtıncı âyetinde meâlen, (Yeryüzünde yürüyenlerin hepsinin alnından tutucudur) buyuruldu. Nereye kaçılabilir? Zâriyât sûresinin ellinci âyetinde meâlen, (Allahü teâlâya koşunuz!) buyuruldu. Ondan, yine Ona kaçınız demektir. Her ne olursa olsun, aslı temel olarak bilmeli, ondan çıkan dalları, ona bağlı bilmeli, asla sarılmalıdır. Fârisî beyt tercümesi:



Her ne ki güzeldir, Allah sevgisinden başka,

Hepsi câna zehirdir, şeker gibi de olsa!


156 YÜZELLİALTINCI MEKTÛB



Bu mektûb, yine meyân şeyh Müzzemmile yazılmıştır. Ehlullahın sohbetinde bulunmasını dilemektedir:



Kâdîzâde Câlendehr ile gönderdiğiniz mektûb Dehlide geldi. Elhamdülillah ki, fakirlere karşı olan sevginiz çoktur. (Buhârî)de ve (Müslim)de bildirilen, (Kişi, sevdiği ile berâberdir) hadis-i şerifine göre, onlarla birliktesiniz. Zaman bakımından, Receb ayı yaklaştı ise de, fakat çok uzak görünüyor. Fârisî beyt tercümesi:

Dost ayrılığı, az olsa da, az değildir!

Gözde kıl parçası da olsa, çok görünür.

Hak sahiplerinin haklarını yerine getirmek için yapmak istediğiniz şeyleri, hemen yapınız. Receb ayına kadar biz de burada kalacağız. Herşeyin doğrusunu ancak Allahü teâlâ bilir. Herşey Onun huzuruna çıkacaktır. Ömrünüzün birkaç gününü dervîşlerle birlikte geçirmek için uğraşınız! Kehf sûresinin yirmisekizinci âyetinde meâlen, (Rablerine sabah akşam duâ eden ve Ona kavuşmak istiyenlerle birlikte bulun ve sabr eyle! Onlardan başka bir yere bakma!) buyuruldu. Bu âyet-i kerimede, Hak teâlâ sevgili Peygamberine Allah adamları ile birlikte bulunmasını emir buyuruyor. Büyüklerden biri buyurdu ki, (İlâhî! Dostlarını öyle yaptın ki, onları tanıyan seni buldu. Seni bulmadıkça, onları tanımadı). Allahü teâlâ, bizi ve sizi, bu yüksek ve şerefli insanları sevmekle rızklandırsın!



Dinle! Namaz kılmıyanın hakkında Allah, ne demiş,

Çıksın yer ile gökümden, başka mâbut, bulsun demiş.

Getirdi Kur'anı Resûl, etmedi bazısı kabûl.

Bir vakit namazı kılmıyan, Cehennemde yansın demiş.


157 YÜZELLİYEDİNCİ MEKTÛB



Bu mektûb, hakîm Abdülvehhâba yazılmıştır. Allah adamlarının yanına giden kimsenin, kendini boş bulundurması lâzımdır. Böylece, dolu olarak döner. Herşeyden önce, îtikadı düzeltmek lâzım olduğu bildirilmektedir:



İki kere buraya kadar yoruldunuz. İkisinde de çabuk kalktınız. Sohbetin haklarından birkaçını yerine getirmeye vakit olmadı. Müslümanların bir araya gelmesi, yâ istifâde etmek veya fayda vermek içindir. Bu ikisinden biri bulunmıyan topluluğun hiç kıymeti yoktur. Din büyüklerinin yanına boş olarak gelmelidir ki, dolmuş olarak dönülebilsin. Onların acıması, ihsânda bulunması için, boş olduğunu bildirmek lâzımdır. Böylece feyz, ihsân yolu açılır. Dolu gelmek, daha doldurarak dönmek iyi olmaz. Çok dolmak, doyduktan sonra, daha almak hastalıktan başka birşey yapmaz. İhtiyâcsızlık, azgınlığa sebep olur. Hâce Nakşibend hazretleri buyurdu ki, (Önce hastanın yalvarması lâzımdır. Sonra, gönlü kırık olan, ona teveccüh eder). Görülüyor ki, teveccühe, ihsâna kavuşmak için, yalvarmak lâzımdır. Böyle olmakla berâber, ilim öğrenmekte olan bir tâlib gelip, size göndermek için mektûb isteyince, onun böyle gelmesini bir hak sayarak, bu hakkı ödemek lâzım olduğunu düşündüm. Geçmişteki haklarınızı ve şimdiki hakkı karşılamak için, vakit ve hâle göre, birkaç kelime yazarak gönderiyorum. Herşeyin doğrusunu Allahü teâlâ bildirir. Herkesi doğru yola kavuşturan ancak Odur.

Ey mes'ûd kardeşim! Bize ve size herşeyden önce lâzım olan, îtikadı Kitaba ve sünnete uygun olarak düzeltmektir. Doğru yolun âlimlerinin, “Allahü teâlâ onların çalışmalarına iyi karşılıklar versin!” Kur'an-ı kerimden ve hadis-i şeriflerden anladıklarına ve bildirdiklerine uygun olarak îtikat etmek lâzımdır. Çünkü, Kitaptan ve sünnetten bizim ve sizin anladıklarımızın hiç kıymeti yoktur. Ehl-i sünnet âlimlerinin anladıklarına uymak lâzımdır. Bizim anladıklarımız, Ehl-i sünnet âlimlerinin anladıklarına uymuyor ise, hiç kıymeti olmaz. Çünkü her bid'at sahibi, [türedi reformcular] ve doğru yoldan kayarak dalâlete düşenler, sapık bilgilerini ve bozuk işlerini, Kur'an-ı kerimden ve hadis-i şeriflerden anladıklarını ve bu iki kaynaktan çıkardıklarını söylemektedirler. Bu sözleri çok yanlış ve haksızdır.

İkinci olarak hepimize lâzım olan şey, ahkâm-ı şer'ıyyeyi öğrenmektir. Yâni helâli, haramı, farzı, vâcibi öğrenmektir.

Üçüncü olarak hepimize lâzım olan şey, bütün işlerimizi, öğrendiklerimize uygun yapmaktır.

Dördüncüsü, kalbin tasfiyesi ve nefsin tezkiyesidir ki, bu ikisi tasavvuf büyüklerine mahsûstur.

Îtikatı düzeltmeden önce ahkâm-ı şer'ıyyeyi öğrenmenin hiç faydası olmaz. Bu ikisi birlikte düzelmedikce de, ibâdetlerin faydası olmaz. Bu üçü birlikte yapılmadıkca, tezkiye ve tasfiye hiç yapılamaz. Bu dört temel vazîfe, yardımcıları ve tamamlayıcıları ile birlikte yapılmalıdır. Meselâ, farzlar, sünnetleri ile birlikte yapılmalıdır. Farzların yardımcısı ve tamamlayıcısı, sünnetlerdir. Bunlardan biri yapılmadıkca, geriye kalan herşey lüzûmsuzdur ve faydasızdır. Böyle lüzûmsuz şeylere, (Mâlâya'nî) denir. Hadis-i şerifte, (Bir kimsenin müslümanlığının güzelliği, mâlâya'nîden kaçması ve lüzûmlu şeyleri yapması ile anlaşılır) buyuruldu. Doğru yolda olanlara ve Muhammed Mustafânın izinde yürüyenlere selâm olsun!


158 YÜZELLİSEKİZİNCİ MEKTÛB



Bu mektûb, şeyh Hamîd-i Bingâlîye yazılmıştır. Sâliklerin yaradılışlarına göre, yükseldikleri mertebeleri bildirmektedir:



Sâliklerin yaradılışlarına göre, kemâl mertebeleri başka başka olur. Kemâl mertebelerinin dereceleri kemiyyet yâni sayı bakımından veya keyfiyyet yâni güzellik bakımından veya her iki bakımdan da, birbirinden ayrılırlar. Çok kimsenin kemâli, yâni yüksekliği, (Tecellî-i sıfâtî) iledir. Başkalarının kemâli (Tecellî-i zatî) iledir. Her iki tecellînin de çok çeşidleri vardır. Çeşidler birbirlerine benzemezler. Bu tecellîlere kavuşan kimseler arasında da çok başkalık vardır. Çok kimselerin kemâli kalbin selâmeti ve ruhun halâsı iledir. Başkalarının kemâli, bu ikisi ile birlikte, sırrın da şühûdü iledir. Bu üçüncü kemâl ise, bu üçü ile birlikte, hafînin hayreti iledir. Bir dördüncü kemâl daha vardır ki, bu dördü ile birlikte, ahfânın kavuşması iledir. Bunlar, Allahü teâlânın öyle bir ihsânıdır ki, dilediğine verir. Allahü teâlâ, büyük ihsân sahibidir. Bu mertebelerin herhangi birisinde kemâl hâsıl olduktan sonra, yâ geriye inilir, yâhut, o makamda kalınır. Geriye inenler, tekmîl ve irşâd makamına kavuşur. Allahü teâlânın kullarını dâvet için, onlara faydalı olmak için, Haktan halka dönerler. İkinciler kendilerini gayb ederler. İnsanlardan uzak yaşarlar. Geçmişte ve gelecekte selâmette olunuz!


159 YÜZELLİDOKUZUNCU MEKTÛB



Bu mektûb, Şerefeddîn Hüseyn-i Bedahşîye yazılmıştır. Merhûm babası için sabr dilemektedir:



Başa gelen belâlar, sıkıntılar, her ne kadar acı ve üzücü görünür ise de, bâtına yâni kalbe, ruha tatlı gelmektedir. Çünkü, beden ile ruh birbirinin zıddı, tersi gibidir. Birine acı gelen, ötekine tatlı olmaktadır. Yaratılışta duygusuz olan, bu ikisinin ters olduğunu ve hâllerini, özelliklerini ayıramaz. Böyle kimseleri hesaba katmıyoruz. Bu sözlerimizi onlar için bildirmiyoruz. A'râf sûresinin yüzyetmişsekizinci âyetinde meâlen, (Onlar, hayvanlar gibidir. Daha da aşağıdırlar) buyuruldu.

Fârisî beyt tercümesi:

Kendinden haberi olmayan kimse,

Nerede kaldı başka şeyleri bile?

Bir kimsenin ruhu alçalarak beden mertebesine yerleşse ve Âlem-i emri, âlem-i halkına bağlansa, bu ince bilgileri nasıl anlıyabilir? Ruhu kendi makamına çıkmadıkca ve Âlem-i emri, Âlem-i halkından ayrılmadıkca, bu marifetlerin güzelliğini nasıl görebilir? Bu nîmete kavuşmak için, ecel-i müsemmâ gelmeden önce olan ölüme kavuşmak lâzımdır. Tarîkat büyükleri bu ölüme (Fena) adını vermişlerdir. Fârisî beyt tercümesi:

Toprak ol toprak ki, gül bitsin sende,

Topraktan başka yok, kavuşan güle.

Ölüm gelmeden önce ölmeyen kimseyi dertli bilmelidir! Ona geçmiş olsun demelidir!

İyilikle tanınmış olan ve emr-i mâruf ve nehy-i münker ibâdetini elden bırakmıyan kıymetli babanızın ölüm haberi müslümanları çok üzdü. Hepimiz, Allah için yaratıldık ve hepimiz Onun huzuruna çıkacağız. Siz oğlumuz sabr ederek, bizden önce gidenlere, sadaka ile ve duâ ile ve istigfâr ederek yardım etmeli, imdâdlarına yetişmelisiniz! Çünkü, dirilerin yardımına ölülerin çok ihtiyacı vardır. Hadis-i şerifte buyuruldu ki, (Ölü, suda boğulmak üzere olan biri gibidir. Babasından, anasından, kardeşinden ve arkadaşından gelecek olan bir duâyı hep beklemektedir. Ona bir duâ gelince, dünyaya ve dünyada olanların hepsine kavuşmaktan daha çok sevinir. Allahü teâlâ, yeryüzünde olanların duâları yardımı ile, kabirde olanlara dağlar gibi rahmet gönderir. Dirilerin ölülere olan hediyesi, onlar için istigfâr etmektir). Nasihatların sonuncusu, hep zikir yapmak ve hep Allahü teâlâyı düşünmektir. Çünkü, elimizde bulunan zaman çok azdır. Bunu en lüzûmlu yerde kullanmak lâzımdır. Vesselâm.


160 YÜZALTMIŞINCI MEKTÛB



Bu mektûb, kölelerinin en aşağısı olan bu fakire, yâni [(Mektûbât)ın birinci cüz'ünü toplamakla şereflenen] Yâr Muhammed Cedîd-i Bedahşî Talkânîye yazılmıştır. Tasavvuf büyüklerinin üç türlü olduğu ve herbirinin hâlleri bildirilmektedir:



Tasavvuf büyükleri üç türlüdür:

Birincilere göre, âlem, yâni bütün varlıklar, Allahü teâlânın yaratması ile dışarda vardır. Âlemde bulunan herşeyin özelliklerini de Allahü teâlâ yaratmıştır. İnsanları cism olarak bilirler, madde olarak bilirler. Bu cismi de, Allahü teâlâ yaratmıştır derler. Yokluk denizine öyle dalmışlardır ki, ne âlemden haberleri vardır, ne de kendilerinden haberleri vardır. Başkasının elbisesini giymiş kimseye benzerler. Bu elbisenin kendilerinin olmayıp başkasının olduğunu bilirler. Böyle bilmeleri o kadar artar ki, elbiseyi, sahibinde bilirler, kendilerini çıplak sanırlar. Böyle bir kimseyi (Sekr), şü'ûrsuzluk hâlinden kurtarıp, (Sahv) şü'ûrlu hâle getirirlerse, yâni Fenadan sonra Bekâ ile şereflendirirlerse, elbiseyi kendi üzerinde görür. Fakat, başkasının olduğunu iyi bilir. Çünkü önceki Fena, şimdi bilgi ile birliktedir. Elbiseye tutulması, bağlılığı hiç kalmamıştır. Bunun gibi, kendi üstünlüklerini, iyiliklerini, elbise gibi başkasının bilirler. Fakat, bu elbiseyi vehmde, hayâlde bilirler. Dışarda elbise yoktur. Kendilerini çıplak sanırlar. Böyle görüşleri, öyle çoğalır ki, vehmdeki elbiseyi de atarlar. Kendilerini çıplak bulurlar. Sekrden kurtulup sahva gelince, vehmdeki elbiseyi de yanlarında bulurlar. Fakat, birinci şahsın Fenası tâmdır. Bundan hâsıl olan Bekâsı da daha olgundur. Bunu, inşâallahü teâlâ daha sonra açıklayacağız. Bu büyükler, Ehl-i sünnet vel-cemaat âlimlerinin Kitaptan ve sünnetten çıkardıkları ve sözbirliği ile bildirdikleri îman bilgilerinin hepsine, öylece inanırlar. Kelâm âlimleri ile bunların arasında hiçbir ayrılık yoktur. Kelâm âlimleri, bu bilgileri öğrenerek ve düşünerek bulmuşlar. Bunlar ise, keşf ile, zevk ile anlamışlardır. Bu büyükler, âlemin Allahü teâlâya hiçbir bakımdan benzerliği, bağlılığı yoktur derler. Nerede kaldı ki, Onun kendisidir veya parçasıdır demiş olsunlar. Allahü teâlâ, Mâliktir, yaratıcıdır, insanlar ise, Onun kullarıdır ve mahlûklarıdır derler. Kendilerini hâl kaplayınca, bu bağlılığı bile unuturlar. Tâm fena ile şereflenirler. Tecelliyât-i zâtiyyeye kavuşurlar. Sonsuz tecellîlere mazhar olurlar.

Tasavvuf büyüklerinin ikincisi, âleme Hak teâlânın zılli, görüntüsü derler. Fakat bunlar da, âlemin dışarda mevcut, var olduğuna inanırlar. Bu varlık, kendi varlıkları değildir. Bir görüntü gibi varlıktır derler. Bu varlıklar, Allahü teâlânın varlığı ile dışarda mevcuttur derler. İnsan ile gölgesi gibidir. Bir insanın gücü yetse, kendi sıfatlarını, özelliklerini, meselâ bilgisini, gücünü, irâdesini, hattâ acı ve tatlı duymasını, kendi gölgesine de verebilse, meselâ o gölge ateşe rastlarsa acı duysa, aklı olan ve âdetlere uyan bir kimse, o gölgenin sahibi acı duydu demez. Üçüncü kısm âlimlerinin böyle dediklerini aşağıda göreceğiz. Bunun gibi, insanların kötü işlerinin hiçbirine, Hak teâlânın işidir denilemez. Meselâ gölge, kendi isteği ile hareket etmiş olsa, gölgenin sahibi olan kimse, hareket ediyor denilemez. O kimsenin gücü ile ve irâdesi ile hareket ediyor denilebilir. Böylece, mahlûkların işlerini Allahü teâlâ yaratmaktadır. Kötü şeyleri yaratmak, kötü değildir. Belki kötü şeyleri yapmak ve kesb etmek kötüdür.

Tasavvuf büyüklerinin üçüncüsü, vahdet-i vücûde inanırlar. Hâricde yalnız birşey vardır derler. Bu bir varlık, Hak teâlânın zâtıdır, kendisidir derler. Âlem hâricde yoktur. İlmde vardır derler. Varlıktan hiçbir koku tatmamıştır derler. Bunlar da, âlemi Hak teâlânın zılli bilirler. Fakat, bu zıl olan, görüntü olan varlık his mertebesindedir. Doğrusu dışarda hiçbirşey yoktur derler. Hak teâlânın zâtında kendi sıfatları ve mahlûkların sıfatları vardır bilirler. Bu sıfatların yukardan aşağı azalma derecelerini, mertebelerini sayarlar. Her mertebede, o bir zâtı, o mertebeye uygun özelliklerde birlikte bilirler. Acıyı, tatlıyı duyan hep odur. Fakat vehmde, histe var olan bu zıl, gölge gibi perdeler arkasında duymaktadır derler. Bunların sözlerinin akla ve islâmiyete uymayan yerleri çoktur. Böyle yerlere cevap vermek için çok sıkıntı çekerler. Bunlar da, kavuşmuş ve kavuştukları derecelere göre yükselmiştir. Fakat bunların sözleri, müslümanların yoldan çıkmalarına sebep olmakta, ilhâd ve zındıklığa sürüklemektedir.

Birinciler en kâmil, çok tâm ve sakatsız ve Kitaba, sünnete uygundurlar. Sakatsızlıkları ve uygunlukları meydanda ise de, olgun ve tamam olmaları şöyledir ki, insanın varlığının birkaç mertebesi, çok latîf ve maddelikten çok uzak olup, başlangıca benzemekte, oraya tâm bağlılığı bulunmaktadır. İnsandaki, (Hafî) ve (Ahfâ) böyledir. Bunun için, birçokları, sırrın Fenasına kavuştukları hâlde, bu mertebeleri başlangıcdan ayıramamışlar. Böylece (Lâ ilâhe) derken, bunları yok bilememişler, bunları başlangıc ile karıştırmışlar, birleştirmişler. Kendilerini Hak teâlâ sanmışlar, dışarda [yâni ilimde ve vehmde değil, bunların dışında] yalnız Hak teâlâ vardır. Bizim hiç varlığımız yoktur demişler ise de, dışarda çeşidli eserler bulunduğundan, ilimde var olduklarını söylemişlerdir. Yine bundandır ki, (A'yân) yâni eşya, varlıkla yokluk arasında bir geçiddir demişlerdir. Mahlûkların varlıklarının mertebelerinden birkaçının başlangıcdan başka olmadığını görerek, varlıkları lâzımdır diyemedikleri için, varlıkla yokluk arasında geçid olduklarını söylemişlerdir. Böylece, mahlûklara vâciblikten birşey bulaştırmışlardır. Bu şeylerin, mahlûkların olduğunu, fakat ismde ve görünüşte olsa bile, Vâcibe benzediklerini anlamamışlardır. Bu şeyleri başka bilselerdi ve mahlûkları Vâcibden tâm ayırsalardı, kendilerini Hak teâlâ olarak hiç görmezlerdi. Âlemi, Hak teâlâdan ayırırlardı. Varlığın bir olduğunu sanmazlardı. Bir kimseden eser bâkî kalmadıkca, kendinden eser kalmadığını bilse bile, kendini Hak bilmez. Bu da, onun kısa görüşlü olmasındandır.

İkinci âlimler, her ne kadar bu mertebeleri de başlangıcdan ayrı gördüler ve (Lâ ilâhe) derken yok bildiler. Fakat, aslın zıl ile olan bağlılığından dolayı, bunların varlıklarının artıklarından birşey, mevcut kaldı. Çünkü, zıllin asla bağlılığı vardır. Zıl ile aslın başkalığı görüşlerinden gayb oldu.

Birinci âlimler, Peygamberlerin sonuncusuna çok bağlı oldukları için, mahlûkların bütün mertebelerini, Vâcibden ayırdılar. Bunların hepsini (Lâ ilâhe) derken yok ettiler. Mahlûkların Vâcib ile hiçbir bağlılığını görmediler. Ona hiçbir benzerlikleri yoktur dediler. Kendilerini, güçsüz, kuvvetsiz bir kul olmaktan başka bilmediler. Onu, kendi sahipleri ve yaratıcıları olarak bildiler. Kendilerini sahip sanmak veya Onun gölgesi sanmak, bunlara çok ağır gelmektedir. Arabî mısra' tercümesi:

Herşeyin sahibine gelen ne, toprağa düşen ne?

Bu büyükler, herşeyi Hak teâlânın mahlûkları bildikleri için severler. Herşey, gözlerine sevgili görünür. Mahlûkların kendileri gibi, işleri de, Allahü teâlânın mahlûku oldukları için, hepsine boyun eğer, beğenirler. Hiçbir işi beğenmemezlik etmezler. İslâmiyetin beğenmediği şeyleri, islâmiyete uydukları için beğenmezler. Tevhîd-i vücûdî sahipleri, herşeyi, Hak teâlâya mazhar oldukları için, hattâ Ondan başka olmadıkları için, sevdikleri ve boyun büktükleri gibi, bu büyükler, Hak teâlânın mahlûkları oldukları için sever ve teslim olurlar. Fârisî mısra' tercümesi:

Yolların nerden ayrıldıklarını iyi gör!

Sevgili az sevilse de, ondan başka olmıyan şeyin de, o kadar sevileceğini herkes bilir. Fakat, sevgilinin kullarını, yaptıklarını ve kölelerini sevebilmek için, sevgilinin çok sevilmiş olması lâzımdır. Bu büyüklerin vilâyet makamlarının en sonu olan (Abdiyyet), yâni kulluk makamından tâm payları vardır. Bu seçilmişlerin hâllerinin doğru olduğunu gösteren en kuvvetli delîl, işaret, keşflerinin hepsinin Kitaba ve sünnete ve islâmiyetin açıkça bildirdiği şeylere tâm uygun olmalarıdır. İslâmiyetten kıl ucu kadar ayrılmamışlardır. Ey Allahımız! Muhammed aleyhisselâm hurmetine, bizleri, bu büyükleri sevenlerden ve onlara uyanlardan eyle!

Bu satırları yazan dervîş, önce tevhîd-i vücûdîye inanıyordum. Çocukluğumdan beri tevhîd bilgileri içindeydim. Buna inancım tâmdı. O zaman tevhîd hâllerim de yoktu. Tasavvuf yoluna girince, önce tevhîd yolu açıldı. Çok zaman, bu yolun makamlarında dolaştım. Bu makamlara uygun çok bilgiler edindim. Tevhîd-i vücûdî sahiplerine gelen hâller ve çözülemiyen bilgilerin hepsi, keşflerle ve akıp gelen bilgilerle çözüldüler. Çok zaman sonra, bu dervîşi başka bir nisbet, bağlılık kapladı. Bu nisbet kuvvetlenince, tevhîd bilgileri durdu. Fakat, o bilgileri yine beğeniyordum, inkâr etmiyordum. Böyle uzunca bir zaman geçti. Sonunda, onları beğenmez, inanmaz oldum. Bu mertebenin çok aşağı olduğunu ve zıl makamlarına yükselmek lâzım geldiğini gösterdiler. Fakat, bu inkârım elimde değildi. Bu makamdan ayrılmak istemiyordum. Çünkü tasavvuf büyüklerinin çoğu, bu makamda bulunmaktadır. Zıl makamına yükselince, kendimi, bütün âlemi, zıl, gölge gibi buldum. Yukarıda bildirilen, ikinci âlimler gibi oldum. Önceki makamdan, buraya çıkardıklarını istemedim. Çünkü, vahdet-i vücûdü daha yüksek biliyordum. O makam, buna tâm uygundu. Büyük bir nîmet ve merhamet olarak, (Zıl makamı)ndan da yukarı götürdüler. Abdiyyet, kulluk makamına ulaştırdılar. Bu makamın daha olgun olduğu göründü. Yüksekliği anlaşıldı. Önceki makamlardan pişman oldum. Tevbe ettim. Bu dervîşi, bu yollardan geçirmeselerdi ve birbirlerinden üstünlüklerini göstermeselerdi, bu makama getirilmekle alçaldığımı zannedecektim. Çünkü önceleri, Tevhîd-i vücûdîden daha yüksek makam yok sanıyordum. Doğruyu açığa çıkaran, Allahü teâlâdır. Doğru yolu gösteren yalnız Odur.

Bu fakirin mektûblarında ve kitaplarında ve belki her sâlikin sözlerinde bulunan bilgilerin ve marifetlerin, başka başka olması, kavuşulan makamların başka başka olmalarındandır. Her makamın bilgileri, marifetleri başkadır. Her hâli bildiren söz başka olur. Görülüyor ki, bilgilerde başkalık, ayrılık yoktur. Ahkâm-ı şer'ıyyenin zamanla değiştirilmiş olması gibidir. Bu sözleri, te'assubla, inat ile karşılamayınız!

161 YÜZALTMIŞBİRİNCİ MEKTÛB



Bu mektûb, molla Sâlih Bedahşî Külâbîye yazılmıştır. Tasavvuf yolunda ilerlemek, hakîkî îmana kavuşmak için olduğu bildirilmektedir:



Sülûk konaklarını geçmek, hakîkî îmana kavuşmak içindir. Hakîkî îmana kavuşmak için, önce nefsin itmînân hâsıl etmesi lâzımdır. Nefis mutmeinne olmadıkca, kurtuluş olamaz. Nefsin mutmeinne olması da, kalbin onu kontrol ve idare etmesi ile olur. Kalbin nefsi idare edebilmesi için, başka şeylerle meşgûl olmaması ve Allahü teâlâdan başka hiçbir şeye bağlılığı kalmaması lâzımdır. Kalbin, hiçbirşeye bağlılığı kalmadığının alâmeti, işareti vardır. Bu da, mâ-sivâyı unutmasıdır. Öyle unutmalıdır ki, Allahü teâlâdan başka herhangi birşeyi kıl ucu kadar düşünürse, mâ-sivâdan kurtulmamış olur. [(Mâsivâ), bütün mahlûklar demektir.] Kalbi mâ-sivâdan selâmet bulmuş, kurtulmuş olana müjdeler olsun! Kalbin selâmet bulması ve böylece nefsin itmînâna kavuşması için çok çalışmalıdır. Bu, Allahü teâlânın öyle bir nîmetidir ki, bunu dilediğine verir. Allahü teâlâ, büyük ihsân sahibidir. Vesselâm.



Hâşâ zulmetmez hiç, kullarına Hüdâsı!

Herkesin çektiği, kendi işinin cezâsı!


162 YÜZALTMIŞİKİNCİ MEKTÛB



Bu mektûb, hâce Muhammed Sıddîk-ı Bedahşîye yazılmıştır. Mübârek Ramazan ayının üstünlüğünü ve Kur'an-ı kerimin bu ayda indirildiğini ve hurma ile iftâr etmenin müstehab olduğunu bildirmektedir:



Allahü teâlânın zâtının şü'ûnâtından biri, kelâm şânıdır. Bu kelâm şânında, zâtın bütün üstünlükleri ve sıfatların bütün şü'ûnları bulunur. Böyle olduğu, önceki mektûblarda bildirilmişti. Mübârek Ramazan ayında da, bütün iyilikler, bütün bereketler bulunur. Her iyilik, her bereket, Allahü teâlânın zâtından gelmektedir ve Onun şü'ûnlarından hâsıl olmaktadır. Her kusur, her kötülük de, mahlûkların zâtlarından ve sıfatlarından hâsıl olmaktadır. Nisâ sûresinin yetmişsekizinci âyetinde meâlen, (Sana gelen her güzel şey, Allahü teâlâdan gelmektedir. Sana gelen her kötülük de, kendindendir) buyuruldu. Bunun için, bu aydaki iyiliklerin, bereketlerin hepsi, Allahü teâlânın zâtındaki üstünlüklerden gelmektedir. Bu üstünlüklerin hepsi de, kelâm şânında bulunmaktadır. Kur'an-ı kerim, bu kelâm şânının hakîkatinin hepsinden hâsıl olmuştur. Bundan dolayı, bu mübârek ayın, Kur'an-ı kerim ile tâm bağlılığı vardır. Çünkü, Kur'an-ı kerimde bütün üstünlükler bulunmaktadır. Bu ayda da, o üstünlüklerden hâsıl olan bütün iyilikler bulunmaktadır. Bu bağlılıktan dolayı, Kur'an-ı kerim bu ayda nâzil oldu. Bekara sûresinin yüzseksenbeşinci âyetinde meâlen, (Kur'an-ı kerim, Ramazan ayında indirildi) buyuruldu. Kadr gecesi bu aydadır. Bu ayın özüdür. Kadr gecesi, çekirdeğin içi gibidir. Ramazan ayı da, kabuğu gibidir. Bunun için, bir kimse, bu ayı saygılı, iyi geçirerek bu ayın iyiliklerine, bereketlerine kavuşursa, bu senesi iyi geçerek, hayrlı ve bereketli olur. Allahü teâlâ, hepimizi bu mübârek ayın iyiliklerine, bereketlerine kavuştursun. Herbirimize bundan büyük pay versin!

Resûlullah buyurdu ki, (Oruclu olan kimse, hurma ile iftâr etsin! Çünkü hurma bereketlidir). O Server, hurma ile iftâr ederdi. Hurmanın bereketli olması şöyledir ki, onun ağacına (Nahle) denir. Bu ağacın yaradılışında, topluluk ve adalet vardır. İnsanın yaradılışı da böyledir. Bunun içindir ki, Peygamberimiz Nahle ağacına, Âdem oğullarının halasıdır dedi. (Halanız olan nahleye saygı gösteriniz! Çünkü bu ağaç, Âdem aleyhisselâmın çamurundan kalan artıktan yaratılmıştır) buyurdu. Görülüyor ki, Nahle, Âdem aleyhisselâmın çamurundan yaratılmıştır. Nahleye bereket buyurması, bunda herşeyin bulunduğu için olsa gerektir. Bunun için, nahlenin meyvesi olan hurma yinince, insanın parçası, dokusu olur. Böylece hurmada bulunan herşey, insana da aktarılmış olur. Hurmada bulunan sonsuz üstünlükler, bunu yiyende de bulunur. Hurmayı yiyen herkes böyle olur ise de, oruclu kimse, iftâr zamanında, şehvetlerden ve dünyanın geçici zevklerinden temiz olduğu için, hurmadan pekçok istifâde eder. Anlattığımız faydaları daha tâm ve daha olgun olur. O Server, (Müminin sahûrunun hurma ile olması ne güzeldir) buyurdu. Bu da belki, hurma insanın dokularına karışınca, insanın hakîkatini tamamladığı içindir. Oruclu iken, böyle şey olmadığı için, bunun karşılığı olarak sahûrda hurma yimenin güzel olduğunu bildirmiştir. Hurma yimek, çeşidli yemekleri yimek gibi faydalı olmaktadır. Hurmanın bu bereketi, kendisinde herşey bulunduğu için, iftâr zamanına kadar insanda kalır. Hurmanın bu faydası, ancak islâmiyete uygun olarak yinildiği, islâmiyetten kıl ucu kadar ayrılık bulunmadığı zamandır. Tâm faydasına kavuşmak için, bir ağacın bir meyvesi olarak değil, bildirdiğimiz topluluğunu, bereketini düşünerek yimek lâzımdır. Yalnız bir meyve olarak yinirse, yalnız madde, kalori faydası elde edilir. İşin iç yüzü bilinerek yinirse, bereketine kavuşulup, bâtını da besler. Bereketine kavuşmadan yimek kusur olur. Fârisî beyt tercümesi:

Çalış, lokmayı kıymetlendir önce!

Ondan sonra, hiç korkma yi, doyunca!

İftârı erken, sahûru geç yapmakta da, bu incelik vardır. Vesselâm.


163 YÜZALTMIŞÜÇÜNCÜ MEKTÛB



Bu mektûb, esseyyid ve nakîb şeyh Ferîde yazılmıştır. İslâm ile küfrün birbirinin zıddı, tersi olduğunu, İslâm düşmanlarını sevmemeyi bildirmektedir:



Bize çeşidli nîmetleri veren ve müslüman yapmakla şereflendiren ve Muhammed aleyhisselâmın ümmetinden eylemekle kıymetlendiren Allahü teâlâya hamd olsun! Dünya ve âhıret saadetlerine, rahatlıklarına kavuşmak ancak ve yalnız, dünya ve âhıretin efendisi, mahlûkların en üstünü, en kıymetlisi olan Muhammed aleyhisselâma uymakla, onun izinden gitmekle ele geçebilir. O yüce Peygambere ve Onun temiz Ehl-i beytine ve Eshâbının hepsine en iyi duâlar ve en üstün selâmlar olsun! Muhammed aleyhisselâma uymak demek, ahkâm-ı islâmiyyeye yâni islâmiyete uymak ve küfrü ve kâfirliği yok etmeye çalışmaktır. Çünkü islâm ile küfür birbirinin zıddıdır, tersidir. Birinin bulunduğu yerde, öteki bulunamaz, gider. Bu iki zıd şey bir arada bulunamaz. Birisine kıymet vermek, ötekini aşağılamak olur. Kur'an-ı kerimde, Tevbe sûresinin yetmişüçüncü âyetinde meâlen, (Ey yüce Peygamber! Kâfirlere ve münâfıklara karşı cihâd et! Onlara sert davran!) buyuruldu. Hulk-i azîm sahibi olan, çok merhametli olan Peygamberine, [İslâm dînine ve müslümanlara saldıran] kâfirlerle cihâd etmeği, onlara karşı sert davranmağı emrediyor. Bundan anlaşılıyor ki, islâma saldıranlara sert davranmak da, hulk-ı azîmdir. İslâma izzet vermek, kıymetini arttırmak için, küfrü ve kâfirleri yâni İslâm dînine ve müslümanlara saldıranları kötülemek, onları aşağı tutmak lâzımdır. Böyle kâfirlere kıymet vermek, onları yüksek tutmak, İslâmiyeti ve müslümanları kötülemek, aşağılamak olur. Kâfirlere kıymet vermek demek, onları üstün tutmak, karşılarında eğilmek olmakla berâber, onlarla birlikte bulunmak, konuşmak, görüşmek de, onlara kıymet vermek olur. İslâm düşmanlarından, İslâmiyete saldıranlardan, köpekten kaçar gibi kaçmak, onların pis ve alçak olduklarını bilmek lâzımdır. İslâm dînine saldıran, bir mevkı', makam sahibi ise ve bir müslümanın bu kimseye bir işi düşerse ve bu işi muhakkak onun yapması Îcap ederse, abdesthâneye gider gibi, işi bitirinciye kadar yanına gidilir. Fakat, yine o alçağa kıymet verecek birşey söylenmez ve böyle bir hareket yapılmaz. Olgun bir müslüman, onun yüzünü görmemek için, o işinden bile vazgeçer. Onun zehirli, zararlı sözlerini işitmekten, Cehennemlik yüzünü görmekten kurtulur. Allahü teâlâ, Kur'an-ı kerimde böyle kâfirlerin kendisine ve sevgili Peygamberine düşman olduklarını bildiriyor. Allahü teâlânın ve Onun Resûlünün düşmanları ile [Müslümanlara gerici diyenler ile] düşüp kalkmak, o alçaklarla arkadaşlık etmek büyük cinâyet, çok çirkin bir suç olur. Bu kimselerle görüşmek, arkadaşlık etmek, çeşidli zararlara sebep olur. Bu zararların en küçüğü, insan onların arasında Allahın emirlerini yapamaz. Küfre sebep olan şeylerden kaçınamaz. Bu vazîfeleri yapmaya sıkılır. Arkadaşlarından utanır, çok küçük görünen bu zarar, dikkat edilirse, pek büyüktür. Allahü teâlânın dînine saldıranlar ile arkadaşlık etmek, onlarla görüşmek, insanı Allahü teâlâya ve Onun Peygamberine düşman olmaya kadar sürükler. Bir kimse, kendini müslüman sanır. Kelime-i tevhîd okur. İnanıyorum der. Müslüman olduğunu söyler. Hâlbuki kâfirlerle, münâfıklarla görüşerek, konuşarak onun müslümanlığı, îmanı saf ve temiz kalmaz. Hattâ, büsbütün gider de, farkında bile olmaz. Allahü teâlâ, hepimizi, nefslerimizin kötülüğünden ve amellerimizin bozuk olmasından korusun!

Fârisî beyt tercümesi:

Zavallı câhil, sanır ki, din adamıdır;

din ile ilgisi, yalnız böyle sanmasıdır.

Hindistândaki islâm düşmanlarının azgınlarını görüyoruz. Müslümanlarla alay ediyorlar. Müslümanları kötülüyorlar. Ellerine fırsat geçerse, güçleri yeterse, müslümanlara her işkenceyi yaparlar. Hattâ hepsini öldürürler. Yâhut onları dinden, îmandan ayırırlar. İslâm terbiyesini, ahlâkını, hayâsını, şerefini yok ederler. O hâlde, müslümanların bu azgın kâfirlere uymamaları, bunlardan sakınmaları, bunlara aldanmamaları, bunun için Allahü teâlâdan hayâ etmeleri lâzımdır. (Hayâ îmandandır) buyuruldu. Müslüman olanın böyle çirkin işlerden sıkılması lâzımdır. İslâm düşmanlarını, Allahın emirleri ile alay edenleri, helâle, harama aldırış etmiyenleri zararlı bilmelidir. Bunları aşağı tutmalıdır. Bunlara yardımı dokunan her hareketten sakınmalıdır. İslâmiyet, gayri müslim vatandaşlardan cizye denilen verginin alınmasını emretmektedir. Şimdi Hindistânda kâfirlerden cizye alınmıyor. İslâmiyetin bu emri unutulmuş oldu. Bunun da sebebi, Hindistândaki müslümanların islâm dînini ve müslümanları yok etmeye çalışan kâfirlerle sevişmeleri olmuştur. Kâfirlerden cizye alınmasını emretmekten maksat, onları sıkıştırmak, aşağı tutmaktır. O kadar aşağı düşerler ki, cizye vermemek için, kıymetli elbise giyemezler. Süslü eşya kullanamazlar. Çok para vermemek için, korkarlar ve titrerler. Müslümanlara ne oldu ki, cizye almağı unuttular. Allahü teâlâ, kâfirlerin zelîl ve hakîr olmaları için, cizye vermelerini emretti. Böylece, onların aşağı, müslümanların da üstün, izzetli ve şerefli olmalarını sağladı. Fârisî mısra' tercümesi:

Kâfirlerin azalması, İslâma kuvvet verir.

Bir kimsenin müslüman olmasına alâmet, İslâm düşmanlarını tanıması, onlara aldanmaması, sözlerini dinlememesidir. Allahü teâlâ Kur'an-ı kerimde, Tevbe sûresi yirmisekizinci [28] âyetinde kâfirlere (Neces) yâni pis dedi. Doksanbeşinci [95] âyetinde de (Rics) buyurdu. Rics de pis demektir. Bunun için, müslümanların kendileri ile alay eden kâfirleri pis ve zararlı bilmeleri lâzımdır. Böyle bilince, onlarla arkadaşlık yapmazlar, sevişmezler, onlardan sakınırlar. Onlarla birlikte bulunmaktan nefret ederler. Böyle kâfirlerle meşveret etmek, işleri onlara danışıp onların sözü ile hareket etmek, bu din düşmanlarına kıymet vermek olur. Hem de, onları çok yükseltmek olur. Onlardan yardım, şifâ beklemek ve hele onlar vâsıtası ile duâ ve ibâdet etmek boşuna uğraşmaktır. Mümin sûresinin ellinci âyetinde ve Ra'd sûresinin ondördüncü âyetinde meâlen, (Kâfirlerin duâları ancak dalâlettedir) buyuruldu. Yâni, İslâm düşmanlarının duâları kabûl olmaz, hiç fayda vermez. Kâfirler, papazlar vâsıtası ile yapılan duâları Allahü teâlâ hiçbir zaman kabûl etmez. Böyle duâların müslümanlara faydası olmaz. Yalnız bu sûretle o dinsizlere bir kıymet verilmiş olur. Onlar, duâ ederken, putlarını, Allahın düşmanlarını araya korlar. Onlardan duâ beklemenin kötülüğünün çirkinliğinin nereye kadar uzandığını, müslümanlığın temelinden yıkılıp, kokusunun bile kalmayacağını buradan anlamalıdır. Büyüklerden biri buyuruyor ki: (Sizden biriniz divâne olmadıkca, tâm müslüman olamazsınız). Burada (Divâne olmak), islâmiyeti yaymak için çalışmak, çabalamak ve bu arada kendi faydasını ve zararını hâtırına bile getirmemek demektir. Müslümanlığa dokunmasın da, her ne olursa olsun, olmayan da olmasın! Yeter ki, müslümanlığa bir zarar olmasın! Müslümanlık demek, Allahü teâlânın ve Onun Peygamberinin râzı olduğu, beğendiği şeyler demektir. Allahü teâlânın râzı olduğu şeyden daha kıymetli ne olabilir? Allahü teâlânın Rabbimiz olmasına ve İslâmiyetin dînimiz olmasına ve Muhammed aleyhisselâmın Peygamberimiz olmasına râzı olduk, sevindik. Fârisî mısra' tercümesi:

Beni bu yoldan ayırma yâ Rabbî!

Peygamberlerin efendisi olan Muhammed hurmetine beni müslüman olarak yaşat ve müslüman olarak öldür yâ Rabbî!

Vakit dar olduğu için, bilmesi çok lâzım ve zarûrî olan şeyleri ancak kısaca yazdım, gönderiyorum. Bundan sonra, eğer cenâb-ı Hak nasip ederse, bundan daha geniş ve uzun yazar, gönderirim.

İslâm ile küfür birbirinin zıddı oldukları, bir arada bulunamayacakları gibi, âhıret de, dünyanın zıddıdır. Dünya ile âhıret, bir arada bulunamaz. Âhıreti kazanmak için, dünyayı terk etmek lâzımdır. Yâni, dünyaya düşkün olmamak lâzımdır. [Dünyanın ne demek olduğu, yetmişüçüncü [73] mektûbda bildirilmiştir. Dünya, Allahü teâlânın beğenmediği, yasak ettiği şeyler demektir.] Dünyayı terk etmek iki türlüdür: Birincisi, mubâh olan şeylerin hepsini de terk edip, yalnız yaşamak için ve dînini korumak için zarûrî lâzım olan mubâhları kullanmaktır. Dünyayı böyle terk etmek çok kıymetli ve çok faydalı ise de, çok güçtür.

Dünyayı terk etmenin ikincisi, haram olan ve şüpheli olan şeylerden sakınmak ve yalnız mubâhları kullanmaktır. Dünyayı böyle terk etmek de, hele bu zamanda, çok kıymetlidir. Fârisî beyt tercümesi:

Gök, Arşa nazaran pek aşağıdır,

Toprağa göre ise, çok yüksektir.

Hiç olmazsa, bu ikinci şekle göre dünyayı terk etmelidir. Allahü teâlânın haram dediği, yasak ettiği şeylerden sakınmalıdır. Meselâ, erkekler altın ve gümüş eşya kullanmamalı ve hâlis ipek kumaştan elbise ve çamaşır giymemelidir. Altın ve gümüş eşya süs için muhâfaza olunursa câizdir. Bunları kullanmak haramdır. Meselâ, bunlarla birşey içmek, bunlar içinden birşey yimek, koku ve sürme kutuları [kalem, saat] yapmak gibi kullanmak haramdır.

[Altından ve gümüşten yapılmış yüzük, bileyzik, küpe ve gerdanlık gibi süs eşyasını kadınların kullanmaları câizdir. Fakat, bunları sokakta ve yabancı erkekler yanında örtmeleri lâzımdır. Domuz eti yimek, alkollü içkileri içmek, kumar oynamak, fâiz vermek ve almak, her türlü çalgıyı çalmak veya dinlemek, açıkça ve kesin olarak haramdır. Kadınların, kızların başları, kolları, bacakları açık sokağa çıkmaları ve buralarını yabancı erkeklere göstermeleri haramdır. Erkeklerin, dizleri ve göbekten dize kadar yerlerinden herhangi bir kısmı açık sokağa çıkmaları, buralarını herhangi bir kadına veya erkeğe göstermeleri haramdır. Kadınların ve erkeklerin sokağa çıkarken, buralarını örtmeleri farzdır. Allahü teâlâ, müslümanlara böyle emrediyor. Buraları açık sokağa çıkanlar, haram işlemiş olur. Günaha girer. Âhirette Cehennemde azâb göreceklerdir. Eğer açık gezerken: (Ne olurmuş. Sen kalbe bak, kalbim temiz yâ!) gibi şeyler söylerse, Allahü teâlânın emirlerine, yasaklarına önem vermemiş, bunları beğenmemiş olur. Ahkâm-ı islâmiyyeye, yâni Allahü teâlânın emirlerine ve yasaklarına kıymet vermeyen, beğenmeyen kimselerin îmanı gider. Müslüman olduğunu söylerse de, müslüman değildir, yalancıdır. Bu günahtan ve sözden tevbe edinceye kadar namazları, orucları, zekâtları, hiçbir ibâdeti ve hiç bir iyiliği kabûl olmaz ve âhırette sonsuz olarak Cehennemde azâb görür. Îmanı olan hanımların ve erkeklerin, bir günah işledikten sonra hemen pişman olması, vazgeçmesi, tevbe etmesi lâzımdır. Günahı bırakmaz ise, sıkılmadan utanmadan hep yaparsa, Allahü teâlâdan korkmıyor demektir. Böyle olunca, îmanı gider. Mürted olur].

Allahü teâlânın mubâh ettiği, izin verdiği şeylerin çeşidi ve sayısı pek çoktur. Haram ettiği, yasak ettiği şeyler ise, pekazdır. Mubâhlardaki fayda ve lezzet haramlardakinden katkat ziyâdedir. Mubâh işliyenleri Allahü teâlâ sever. Haram işliyenleri sevmez. Aklı olan, doğru düşünebilen bir kimse, çabuk geçen bir lezzet için, Allahü teâlâyı gücendirmeyi elbette istemez. Hem de, zararlı olan bir lezzeti haram edince, bu lezzette olan zararsız birçok başka şeyleri mubâh eylemiştir. Allahü teâlâ, bizi ve sizleri, bu yüce islâm dîninin sahibinin gösterdiği doğru yoldan ayırmasın!

Helâli, haramı, ibâdetlerin nasıl yapılacağını, nelere inanılacağını, her türedi, yalancı kimseye sormamalıdır. Kendi aklı ile, görüşü ile, düşüncesi ile konuşan kimse, din adamı değil, din, îman hırsızıdır. Müslümanların îmanlarını çalar. Bunlar, islâmiyete açıkça saldıran kâfirlerden daha zararlı ve daha kötüdür. Bunların sözlerine, kitaplarına, mecmû'alarına aldanmamalıdır. Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarını okuyan, bilen ve bildiren doğru müslümanları, Allah adamlarını aramalı, bulmalı; dîni, îmanı, helâli ve haramı bunlara sormalı, bunların sözlerinden ve yazılarından öğrenmelidir. Kurtuluş yolu budur. İslâmiyetin dışında olan herşey kıymetsizdir, zararlıdır. İslâmiyetten ayrılan, dalâlete, felakete düşer. Allahü teâlâ hâlimizi, şânımızı ve sonumuzu hayrlı ve selâmetli eylesin! Âmîn.

164 YÜZALTMIŞTÖRDÜNCÜ MEKTÛB



Bu mektûb, hâfız Behâeddîn-i Serhendîye yazılmıştır. Allahü teâlânın feyz ve nîmetleri, her ân, herkese gelmektedir. Bunları almak ve alamamak arasındaki ayrılık insanlarda olduğu bildirilmektedir:



Allahü teâlâ hepimizi, islâmiyet yolunda bulundursun! Allahü teâlânın feyzleri, nîmetleri, ihsânları, yâni iyilikleri, her ân, insanların iyisine, kötüsüne herkese gelmektedir. Herkese mal, evlat, rızık, hidâyet, irşâd ve selâmet ve daha her iyiliği fark gözetmeksizin göndermektedir.

[Kullarının küfürlerini, günahlarını yüzlerine vurmuyor. Kendisine karşı gelenlerin, inkâr edenlerin, günah işliyenlerin rızklarını kesmiyor. Dünya için çalışanlara karşılıklarını, fark gözetmeksizin veriyor].

Fark, bunları kabûlde, alabilmekte ve bazılarını da alamamak sûretiyle, insanlardadır.

[Allahü teâlâ, kullarına zulmetmez, haksızlık etmez. Onlar, kendilerini azâba, acılara sürükleyen bozuk düşünceleri, çirkin işleri ile, kendilerine zulüm ve işkence ediyorlar. Beyt:

Hâşâ, zulmetmez kuluna, Hüdâsı,

herkesin çektiği, kendi cezâsı!]

Nitekim güneş, hem çamaşır yıkayan adama, hem de çamaşırlara, aynı şekilde, parlamakta iken, adamın yüzünü yakıp karartır, çamaşırlarını ise beyazlatır.

[Bunun gibi, elmaya ve bibere aynı şekilde parladığı hâlde, elmayı kızartınca tatlılaştırır; biberi kızartınca acılaştırır. Tatlılık ve acılık hep güneşin parlaması ile ise de, aralarındaki fark, güneşten değil, kendilerindendir. Allahü teâlâ, bütün insanlara çok acıdığı için ve bir ananın yavrusuna olan merhametinden daha çok acıdığı için, dünyanın her tarafındaki, her insanın, her âilenin, her cem'ıyyetin ve milletin, her zamanda ve her işlerinde nasıl hareket etmeleri lâzım geleceğini, dünyada ve âhırette rahat etmeleri ve saadet-i ebediyyeye kavuşmaları için, işlerini ne yolda yürütmeleri ve nelerden kaçınmaları lâzım geldiğini, Kur'an-ı kerimde bildirdi. Ehl-i sünnet âlimleri bunların hepsini, keskin görüşleri ile bulup milyonlarca kitap yazarak, bütün dünyaya bildirdi. Demek ki, Allahü teâlâ, insanları işlerinde başı boş bırakmamış, islâmiyetin girmediği bir yer kalmamıştır. Demek ki, islâmiyeti dünya işlerinden ayırmak mümkün değildir. İslâmiyeti dünya işlerinden ayırmaya kalkışmak, islâmiyeti ve müslümanları yeryüzünden kaldırmaya çalışmak demek olmaz mı?].

İnsanların, Allahü teâlâdan gelen nîmetlere nâil olmamaları, Ondan yüz çevirdikleri içindir. Yüz çeviren, elbette birşey alamaz. Ağzı kapalı bir kap, Nisân yağmuruna elbette kavuşamaz. Evet, yüz çeviren birçok kimsenin, nîmetler içinde yaşadığı görülüp, mahrum kalmadıkları zan olunuyor ise de, bunlarda nîmet olarak görülenler, hakîkatte azâb ve felaket tohumlarıdır. Mekr-i ilâhî ile, istidrâc olarak, yâni Allahü teâlânın aldatarak, nîmet şeklinde gösterdiği musîbetlerdir. O kimseleri harap etmek için ve daha ziyâde azıp, sapıtmaları içindir. Nitekim, Mü'minûn sûresinin ellialtıncı âyetinde meâlen, (Kâfirler, mal ve çok evlat gibi dünyalıkları verdiğimiz için, kendilerine iyilik mi ediyoruz, yardım mı ediyoruz sanıyor. Peygamberime inanmadıkları ve dîn-i islâmı beğenmedikleri için, onlara mükâfat mı ediyoruz, diyorlar? Hayır, öyle değildir. Aldanıyorlar. Bunların nîmet olmayıp, musîbet olduğunu anlamıyorlar) buyurulmuştur. O hâlde, Hak teâlâdan yüz çevirenlere verilen dünyalıklar, hep haraplıktır, felakettir. [Şeker hastasına verilen tatlılar, helvalar gibidir. Onu bir ân evvel helâke sürükler.] Allahü teâlâ, bizleri, böyle olmaktan korusun! Vesselâm.

165 YÜZALTMIŞBEŞİNCİ MEKTÛB



Bu mektûb, nakîb seyyid, şeyh Ferîde yazılmıştır. İslâmiyetin sahibi Muhammed aleyhisselâma uyanları övmekte ve Onun islâmiyetine uymak istemiyenleri sevmemek, onları düşman bilmek lâzım olduğu bildirilmektedir:



Allahü teâlâ sizi, Kureyş kabîlesinden ve Hâşimî soyundan olan, ümmî ve şerefli Peygamber Muhammed aleyhisselâmın soyundan yapmakla şereflendirdiği gibi, mânevi mirasına kavuşmakla da şereflendirsin! Bu duâya âmîn diyen kullarını da, kıyâmette acıyarak karşılasın! Âmîn!

Resûlullahın soyundan olan, o büyük Peygamberin Âlem-i halktaki mallarına vâris olur. Mânevi miras ise, Âlem-i emirdeki şeylere kavuşmaktır. Onlar da, îman, marifet, rüşt gibi nîmetlerdir. Âlem-i halktan olup görünen nîmetlere Şükretmek, mânevi mirasa kavuşmakla olur. Mânevi mirasa kavuşmak ise, o yüce Peygambere tâm uymakla olabilir. Bunun için, Ona tâbi olmaya çalışınız! Onun emirlerine sarılınız ve yasaklarından kaçınınız!

Muhammed aleyhisselâma tâm ve kusursuz tâbi olabilmek için, Onu tâm ve kusursuz sevmek lâzımdır. Tâm ve olgun sevginin alâmeti de, Onun düşmanlarını düşman bilmektir. İslâmiyeti beğenmeyenleri sevmemektir. Muhabbete (Müdâhene), yâni gevşeklik sığmaz. Âşıklar, sevgililerinin dîvânesi olup, onlara aykırı birşey yapamaz. Aykırı gidenlerle uyuşamaz. İki zıd şeyin muhabbeti bir kalbde, bir arada yerleşemez. Cem'-i zıddeyn muhâldir. İki zıddan birini sevmek, diğerine düşmanlığı Îcap eder. İşi elden kaçırmadan, iyi düşünmelidir. Elden gitmiş olanları da kurtarılabilir. Yarın iş elden çıkınca, pişmanlıktan başka ele birşey geçmez. Fârisî beyt tercümesi:

Ortalık aydınlanınca olur belli,

herkesin geceyi, kimle geçirdiği!

Bu dünya malları, mülkleri geçicidir ve aldatıcıdır. Bugün senin ise, yarın başkasınındır. Âhırette ele girecekler ise sonsuzdur ve dünyada iken kazanılır. Bu birkaç günlük hayat, eğer dünya ve âhıretin en kıymetli insanı olan, Muhammed aleyhisselâma tâbi olarak geçirilirse, saadet-i ebediyye, sonsuz necât, kurtuluş umulur. Yoksa, Ona tâbi olmadıkca, herşey hiçtir. Ona uymadıkca, her yapılan hayr, iyilik burada kalır, âhırette ele birşey geçmez. Fârisî beyt tercümesi:

Muhammed, yüzü suyudur cihânın,

kapısının toprağı olmıyan toprak altında kalsın!

Resûlullaha uymak şerefine kavuşmak için, dünyada olan herşeyden yüz çevirmek lâzım olmaz. Böyle yapmak çok zor olur. Eğer, farz olan zekât verilir ise, dünya mallarının hepsi terk edilmiş demek olur. Böylece insan dünyanın zararından kurtulmuş olur. Çünkü, bir malın zekâtı verilince, o mal zarardan kurtulur. Demek ki, dünya malını zarardan korumak için ilâc, o malın zekâtını vermektir. Malın hepsini Allah yolunda vermek, elbette daha iyi ve faydalı ise de, zekâtını ayırıp, yerine vermek de, bu işi görmektedir. Fârisî beyt tercümesi:

Gökler, Arşa göre elbet alçaktır,

fakat yer yüzünden pekçok yüksektir.

Demek ki, aklı olan, her işini islâmiyete uygun yapmak için çok çalışmalıdır. Âlimler, sâlihler gibi, islâmiyet adamlarının kıymetlerini bilmeli, onlara saygı göstermeli, edebli davranmalıdır. İslâmiyetin yayılması için, elinden geleni yapmalıdır. Nefslerinin istekleri ardı sıra koşanları, bid'at sahiplerini adam yerine koymamalı, onları kıymetsiz, aşağı tutmalıdır. Bid'at sahibine kıymet veren, islâmiyeti yıkmaya yardım etmiş olur. Allahü teâlânın düşmanı ve Onun Resûlünün düşmanı olan kâfirleri, kendine düşman bilmelidir. İslâm düşmanlarını aşağı tutmalı, kıymetsiz, rezil olmaları için uğraşmalıdır. O alçaklara hiçbir zaman ve hiçbir yerde saygı göstermemelidir. Onlarla görüşmemeli, hiç buluşmamalıdır. O düşmanlara hep sert davranmalı, elden geldiği kadar, yüzlerini görmemeli, işe karıştırmamalıdır. Onlara bir iş düşerse, onlarsız olamıyacak ise, abdesthâneye gider gibi, istemiyerek ve üzülerek iş bitinceye kadar, yardımları istenebilir. O yüce ceddinizin sevgisine kavuşturan, kurtuluş yolu işte budur. Eğer bu yoldan ilerlenmezse, o yüksek huzura kavuşmak pek güç olur. Bize yazıklar olsun! Arabî beyt tercümesi:

Sevgiliye kavuşmak ele geçer mi acaba?

yüksek dağlar ve korkunç tehlikeler var arada!

Daha çok yazarak sizi usandırmak istemiyorum. Fârisî beyt tercümesi:

Az söyledim sana, incitmekten sakındım,

sözüm çok ise de, anlatmaktan sıkıldım.


166 YÜZALTMIŞALTINCI MEKTÛB



Bu mektûb, molla Muhammed Emîne yazılmıştır. Dünyanın birkaç günlük hayatına aldanmamağı ve bu kısa zamanda, çok zikrederek, kalb hastalığını gidermeye çalışmak lâzım olduğu bildirilmektedir:



Yavrum! Annenin yavrusuna karşı yaptığı gibi, daha ne zamana kadar kendine böyle titreyeceksin? Daha ne güne kadar, nefsin için üzülecek, sıkıntılara düşeceksin? Yakında, elbet öleceksin! O hâlde! Kendini ve herkesi ölmüş bil! Duymaz, kımıldamaz bir taş gibi düşün! Zümer sûresi, otuzuncu âyetinde meâlen, (Sen elbette öleceksin! Onlar da elbette ölecekler!) buyuruldu. Bu kısa zamanda, yapılması gerekli en mühim şey, çok zikir yaparak, kalbi hastalıktan kurtarmağı düşünmektir. Çabuk biten bu zamanda, Allahü teâlâyı hâtırlayarak, mânevi hastalığa ilâc yapmak en büyük vazîfe olmalıdır. Allahdan başkasına düşkün olan bir gönülden hiç hayr umulur mu? Dünyaya eğilmiş olan ruhdan, nefs-i emmâre daha iyidir. Orada, hep kalbin selâmetini isterler. Ruhun, kurtulmuş olmasını ararlar. Biz, kısa görüşlüler ise, hiç durmadan ruhumuzu ve kalbimizi bu dünyaya bağlayacak sebepleri elde etmeyi düşünmekteyiz. Yazıklar olsun! Yazıklar olsun! Ne yapalım? İmrân sûresi, yüzonyedinci âyetinde meâlen, (Allahü teâlâ onlara zulmetmedi. Onlar, kendilerine zulmediyorlar) buyuruldu. Zayıf olduğunuz için üzülmeyiniz! İnşâallahü teâlâ sıhhat ve âfiyet bulursunuz. Bu fakir, sizden Ümitsiz değilim. Fakirin çamaşırından istemişsiniz. Gömlek gönderildi. Bunu giyiniz ve faydasını bekleyiniz ki, çok bereketlidir. Fârisî beyt tercümesi:

Masal sanana, masal gibi olur,

kıymet bilene, çok faydalı olur.

Doğru yolda olanlara ve Muhammed aleyhisselâma uyanlara, selâm olsun!


167 YÜZALTMIŞYEDİNCİ MEKTÛB



Bu mektûb, Herdîram-ı Hinde yazılmıştır. Allahü teâlâya ibâdet etmeyi ve kendi yaptığı tanrılara tapınmaktan sakınmağı dilemektedir:



İki mektûbunuz geldi. İkisinde de, bu fakirleri sevdiğiniz, bunlara sığındığınız yazılı idi. Bir kimseye bu devleti ihsân ederlerse ne büyük nîmet olur. Fârisî beyt tercümesi:

Bildirmesi lâzım olanı söyledim sana!

İster kıymetini bil, istersen darıl bana.

İyi dinle ve iyi anla ki, bizim ve sizin ve hattâ herşeyin, yerlerin, göklerin, yüksekliklerin, alçaklıkların yaratanı, varlıkta durduranı birdir. Nasıl olduğu anlaşılamaz. Benzeri ve ortağı yoktur. Şekli ve görünüşü olmaz. Baba, çocuk değildir. Onun gibi, Ona benzer birşey düşünülemez. Onun birşey ile birleşmesi, bir şeyde bulunmasını düşünmek çok çirkin olur. Bir yerde bulunması, bir yerde görünmesi olamaz. Onda zaman yoktur. Zamanı O yaratmıştır. Bir yerde değildir. Heryeri O yaratmıştır. Hep var idi. Varlığının başlangıcı yoktur. Hep vardır. Varlığının sonu olmaz. Her iyilik ve yükseklik Onda vardır. Hiçbir kusur ve aşağılık Onda olamaz. İşte bunun için, mâbut olmaya, tapınmaya hakkı olan yalnız Odur. Tapınmaya lâyık olan ancak Odur. Hindûların Râm ve Kerşen denilen putları, Onun yarattığı şeylerden zevallı iki dânesidir. Her ikisinin de anası ve babası var idi. Râm, Ceretin oğlu ve Leknenin kardeşi idi. Sîtanın kocası idi. Râm, kendi çoluk çocuğunu koruyamamıştı. Başkalarını nasıl koruyabilir? İyi düşünmek lâzımdır. Câhillere uymamalıdır. Yerleri gökleri yaratana, Râm ve Kerşen gibi ismler takanlara milyonlarca yazıklar olsun! Bunların hâli, büyük bir pâdişâha, aşağı bir çöpçünün ismini takanlara benzemektedir. Râm ile Rahmanı aynı şey sanmak, ne akılsızlıktır? Yaratan, yarattığı ile bir olur mu? Anlaşılamayan birşey, bilinen şeylere benzetilemez. Onlarla birleşemez. Râm ve Kerşen yaratılmadan önce, âlemlerin yaratanına Râm ve Kerşen denilmiyordu. Bunlar yaratıldıktan sonra, ne oldu ki, o eşsiz olan ulu Allaha, Râm ve Kerşen denildi? Râm ve Kerşenin ismleri, yerlerin, göklerin sahibinin adı sanıldı! Olamaz, olamaz, hiç olamaz! Gelip geçmiş olan, yüzyirmidörtbine yakın Peygamberlerin hepsi insanları, yalnız bir yaratana ibâdet etmeye çağırdılar. Ondan başkasına tapınmağı yasak ettiler. Bütün Peygamberler, kendilerinin âciz birer mahlûk olduklarını söylediler. Allahü teâlânın büyüklüğünden, kuvvetinden korkarlar ve titrerlerdi. Hindûların tapındıkları kimseler ise, herkesin, kendilerine tapınmasını istediler. Kendilerini mâbut olarak tanıttılar. Bir yaratanın varlığına inanıyorlardı. Fakat, Onu kendilerine hulûl etmiş, kendileri ile birleşmiş sanıyorlardı. Bunun için, herkesin kendilerine tapınmasını istiyorlardı. Kendilerine tanrı diyorlardı. Her kötülüğü yapıyorlardı. Tanrı, her istediğini yapar ve yarattığı şeyleri istediği gibi kullanır diyorlardı. Bunlar gibi, daha nice bozuk ve saçma sözleri vardı. Kendileri sapıtmış, başkalarını da saptırmışlardı. Peygamberler böyle değildiler. Başkalarına yasak ettikleri kötülüklerden kendileri de ençok sakınırlardı. Kendilerinin de, herkes gibi insan olduklarını söylerlerdi. Fârisî mısra' tercümesi:

Yollardaki ayrılığı gör! Nerden nereye?


168 YÜZALTMIŞSEKİZİNCİ MEKTÛB



Bu mektûb, hâce Emkenegî hazretlerinin oğlu hâce Muhammed Kâsıma yazılmıştır. Ebû Bekr-i Sıddîkın yolunun yüksekliği bildirilmekte, bu yolu bozanlardan acı acı şikâyet edilmektedir:



Bütün varlıkların yaratanı olan Allahü teâlâya hamd olsun! Peygamberlerin en üstününe bizden salât ve selâm olsun! O yüce Peygamberin temiz Âline ve Eshâbının hepsine iyi duâlar olsun! Meşâyıh-ı kiramın yüksek soyundan olan ve Evliyânın bizlere kıymetli yâdigârı bulunan, siz mübârek evlada bu yandan çok duâlar eder ve sonsuz saygılarımızı sunarız. Sizlere kavuşmak arzumuzu arz ederiz. Arabî beyt tercümesi:

Sevgiliye kavuşmak, ele geçer mi acaba?

Yüksek dağlar ve korkunç tehlikeler var arada.

Yüksek bilginize sunarız ki, bu kıymetli yolun üstünlüğü ve bu yolun büyüklerinin yüksekliği, sünnete yapıştıkları ve bid'atlerden kaçındıkları içindir. Bunun içindir ki, bu yüksek yolun büyükleri, yüksek sesle zikretmekten bile sakınmışlardır. Kalb ile sessiz zikretmeyi emir buyurmuşlardır. Şarkı, kasîde, ilâhî gibi şeyler okumağı, raks, dans etmek gibi oyunları ve Resûlullah efendimiz ve dört halîfesi zamanlarında olmıyan vecd ve tevâcüd, yâni kendinden geçmek, şü'ûrsuz hareket ve sözleri yasak etmişlerdir. O büyükler zamanlarında bulunmıyan halvet yâni yalnız başına kalmak ve erba'în yâni kırk gün bir yere kapanıp çile çıkarmak yerine, insanlar arasında, kalbini Allah ile bulundurmak saadetine kavuşmuşlardır. Sünnete yapışarak, çok kıymetli şeyler elde etmişlerdir. Bid'atten sakınarak, yüksek derecelere kavuşmuşlardır. Bunun için, başka yoldan ilerleyenlerin, en son ele geçirdikleri şeyler, bu büyüklere, daha başlangıcda verilmiş, bunların yolu, bütün yollardan üstün olmuştur. O büyüklerin sözleri, kalb hastalıklarına ilâcdır. Onların, acıyarak bakışları mânevi hastalıklara şifâdır. Talebelerini bir bakışla, dünya ve âhırete düşkün olmaktan kurtarırlar. Çok kıymetli, yüksek himmetleri, yardımları; sevenleri, kötülüklerden, mânevi çukurlardan çıkararak, ilâhî nîmetlere kavuşturur. Fârisî iki beyt tercümesi:

Nakşibend büyükleri öyle, kılavuzdur,

ki, yolcularını gizlice kavuşturur.

Kuvvetli miknâtıs gibi, sevdiklerinden,

halvet ve çile fikrini çeker, attırır.

Fakat şimdi, bu yol ele geçmez olmuştur. Örtülmüş, görünmez olmuştur. Bu yolda olduklarını söyleyenler, o büyüklerin izlerinden ayrılmış, o büyük nîmetleri elden kaçırmışlardır. Her yere baş vurmakta, kıymetli cevherlere arka çevirip, birkaç saksı parçası ile oyalanmaktadırlar. Çocuklar gibi, taş toprakla oyalanmaktadırlar. Sıkıntılarından, şaşkınlıklarından, o büyüklerin yollarını unutmuşlardır. Kimisi, bağırarak zikretmekte, kimisi şarkılarla, kasîde okumakla ve oynamak, zıplamakla vakit geçirmektedir. Halk arasında, Allahü teâlâyı hâtırlayamadıklarından, kırk gün bir yere kapanıp halvet yapıyorlar. Daha çok şuna şaşılır ki, bu bid'atleri yaparken, o mübârek yolu kuvvetlendirdiklerini, olgunlaştırdıklarını sanıyorlar. Bu yıkıcılıklarına, tâmîr ve onarım diyorlar. Allahü teâlâ, bunlara akıl ve insâf versin! Bu yolun büyüklerinin, yüksekliklerinin kokusunu bunlara duyursun! Nûn sûresindeki ve Sâd sûresindeki âyet-i kerimeler hurmeti için, sevgili Peygamberi ve onun temiz Âli hâtırı için bunları gaflet uykusundan uyandırsın! Böyle aslsız ve uydurma şeyler, buralarda yayılmıştır. Öyle olmuş ki, büyüklerin yolu büsbütün örtülmüştür. Önüne gelen, reform yapmış, yenilikler ortaya çıkarmış, eski, ana yol unutulmuştur. Bu acıklı hâli görerek, içim sızlıyor. Bu çöküntüyü, yüksek kapınızdaki hizmetcilerinize duyurmak istedim. Böylece, yüreğimdeki sıkıntıyı gidermeyi düşündüm. Bilemiyorum ki, o yüksek evladın hizmetinde, nasıl kimseler bulunmaktadır? Mübârek meclisinizde ne çeşit adamlar yer almaktadır? Fârisî beyt tercümesi:

Ciğeri yakan düşünceden gözüme uyku girmedi:

Acaba o sevgilim, geceyi kimin ile geçirdi?

Allahü teâlâ, mübârek zâtınızı bu belâların hepsinden korusun! Bu bozuk ve yıkıcı akıntının, o şerefli kapınızdan içeri sızmasını önlesin!

Muhterem efendim! Bu yüksek yola reformlar, sapıklıklar, öyle sokuldu ki, bize karşı olanlar, eğer, bu yol bid'at yoludur, baştan başa sapıklıktır deseler yeri vardır. Gece, teheccüd namazını büyük cemaat ile kılıyorlar. Bu bid'atin, sünnet olan terâvîh gibi, câmilerde yapılmasına çalışıyorlar. Bunu büyük bir ibâdet sanıyorlar. Herkesi böyle yapmaya çağırıyorlar. Bilmiyorlar ki, nâfile namazları cemaat ile kılmanın mekruh olduğunu fıkh âlimleri bildirmiştir. Allahü teâlâ, o âlimlerin çalışmalarına bol bol iyilikler versin! Âlimlerden birkaçına göre, nâfile namazların cemaat ile kılınması mekruh olmak için, herkese duyurmak, herkesi çağırmak şarttır. Câmiin bir köşesinde cemaat ile kılmak mekruh olmaz demişlerdir. Cemaat üç kişiden çok olursa mekruh olacağını söz birliği ile bildirmişlerdir. Bundan başka, teheccüd namazını onüç rekât kılıyorlar. Oniki rekâtını ayakta kılıyorlar. İki rekât da oturarak kılıyorlar. Bu iki rekât, bir rekât yerine geçer diyorlar. Oturarak kılınan namazın sevabı, ayakta kılınan namaz sevabının yarısı olur sanıyorlar. Böyle bilmeleri ve böyle yapmaları da, sünnete uygun değildir. Peygamberimiz onüç rekât kıldı ise de, bunun üç rekâtı vitr namazı idi. Vitr namazı üç rekât olduğu için teheccüd namazı tek rekât oldu. Yoksa bunların zannettikleri gibi değildir. Fârisî beyt tercümesi:

Sakındım lâfı uzatmaktan, iki gözüm!

kalbini kırmıyayım, yoksa, çoktur sözüm.

Ne kadar şaşılır ki, Ehl-i sünnet âlimlerinin en çok bulunduğu Mâverâünnehrde, böyle bid'atler değer kazandı ve bu cins bid'atler meydana çıktı. Hâlbuki, biz fakirler islâmiyet bilgilerini, o büyüklerin hareketlerinden almaktayız. Allahü teâlâ doğruyu bildiricidir. Allahü teâlâ bizi ve sizi Peygamber efendimizin islâmiyeti caddesinden ayırmasın ve bu duâya âmîn diyene Allahü teâlâ merhamet eylesin!

169 YÜZALTMIŞDOKUZUNCU MEKTÛB



Bu mektûb, şeyh Abdüssamed-i Sultânpûrîye gönderilmiştir. Mürşid-i kâmil ne zaman ve niçin lâzım olduğu bildirilmektedir:



Âlemlerin rabbi olan Allahü teâlâya hamd olsun! Peygamberlerin en üstününe ve Onun temiz Âl ve Eshâbına bizden selâmlar ve duâlar olsun!

Lutf ve ihsân ederek gönderdiğiniz kıymetli mektûb geldi. Bizi çok sevindirdi. Birşey soruyorsunuz. Yavrum! Herşeyden önce istenilecek şey ve en çok aranılacak şey, Allahü teâlâya kavuşturan yolu bulmaktır. Fakat insan, önce dünya işlerine dalmış, birçok ihtiyaçlarına sarılmış olduğundan pek kirli, çok aşağıdır. Allahü teâlâ ise, her bakımdan yüksek ve kusursuzdur. Ondan feyz gelmesi ve gelen feyzlerin, marifetlerin alınması için verici ile alıcı arasında bir bağlantı, bir yakınlık yoktur. Bunun için, bu yolu bilen ve gören bir kılavuz elbette lâzımdır. Bu kılavuzun, hem alıcı ile, hem verici ile bağlantısı olması şarttır. Ancak böyle olursa, aracılık yapabilir. Alıcı, vericiye yaklaştıkça, kılavuz kendini aradan çekmeye başlar. Tâlib yâni alıcı, matlûba tâm bağlanınca, rehber aradan büsbütün kalkar. Tâlibi, matlûba, aracı olmadan kavuşturur. Bunun içindir ki, başlangıçta ve yolda iken, aranılan şey, rehberin aynasından başka hiçbir yerde görülemez. Sona erenlere, rehberin aynası olmadan, matlûb kendini gösterir. Vasl-ı uryânî hâsıl olur. Bu zaman, pîr araya girerse, başını keserim denilmesi, sersemce, aptalca bir sözdür. Doğru yolda olanlar, böyle konuşmazlar. Edebsizlik etmezler. Her istediklerini pîrin bereketinde ararlar ve bulurlar. Vesselâm.



Vücûd, lutf-i ilâhî, hayat, rahmet-i Kerim,

Ağız, atıyye-i Rahmân, kelâm fadl-ı Kadîm!

Beden, binâ-yı Hudâ, ruh, nefha-i tekrîm,

Kuvvet, ihsân-ı kudret, duygular, Vaazı Hakîm,

Bu dünyada bilseydim, ben neyim, hem neyim var?


170 YÜZYETMİŞİNCİ MEKTÛB



Bu mektûb, şeyh Nûra yazılmıştır. Allahü teâlânın emirlerini yapmak ve yasaklarından sakınmak lâzım olduğu gibi, insanların haklarını gözetmek ve onlarla iyi geçinmek de lâzım olduğu bildirilmektedir:



Allahü teâlâya hamd olsun. Onun seçtiği, sevdiği kullarına selâmlar olsun! Ey akıllı kardeşim! Allahü teâlânın emirlerini yapmak ve yasaklarından kaçmak lâzım olduğu gibi, insanların haklarını ödemek ve onlarla iyi geçinmek de lâzımdır. (Allahü teâlânın emirlerini büyük bilmek ve Onun yarattıklarına acımak lâzımdır) hadis-i şerifi, bu iki hakkı yerine getirmek lâzım olduğunu göstermektedir. Bu iki haktan yalnız birini gözetmek kusur olur. Bir bütünün, bir parçası, onun hepsi demek değildir. Bundan anlaşılıyor ki, insanlardan gelen sıkıntılara dayanmak lâzımdır. Onlarla iyi geçinmek vâcibdir. Kızmak iyi olmaz. Sert davranmak yakışmaz. Fârisî beyt tercümesi:

Seviyorum diyenin, güzel olsa da pek,

nâzlılığı bırakıp, nâz çekmesi gerek!

Sohbette çok bulunmuştunuz. Vaaz ve nasihatları çok dinlemiştiniz. Onun için, sözü uzatmıyorum. Birkaç kelime ile kısa kesiyorum. Allahü teâlâ, bizi ve sizi, islâmiyetin doğru yolunda bulundursun! Âmîn.

171 YÜZYETMİŞBİRİNCİ MEKTÛB



Bu mektûb, molla Tâhir-i Bedahşîye yazılmıştır. Tasavvuf yolunda olanın, Allah için, aşağılık göstermesi, kulluk vazîfelerini yapması ve islâmiyete uyması ve sünnet-i seniyyeye yapışması ve günahlarını görüp korkması lâzım olduğu bildirilmektedir:



Âlemlerin rabbi olan Allahü teâlâya hamd olsun. Peygamberlerin efendisine salât ve selâm olsun. Onun temiz Âline ve Eshâbının hepsine iyi duâlar olsun!.

Biz fakirlerin, Allahü teâlâya karşı aşağı, küçüklük düşüncesi içinde olmamız, herşeyi Ondan beklememiz, kalbi kırık, hep yalvarıcı ve Ona sığınıcı olmamız, kulluk vazîfelerini yapmamız, islâmiyetin dışına taşmamamız ve sünnet-i seniyyeye sıkı sarılmamız lâzımdır. Hayrlı işler yaparken niyetlerimizi düzeltmeliyiz. Kalblerimizi, dünyaya düşkün olmaktan kurtarmalıyız. Her uzvumuz islâmiyete teslim olmalıdır. Ayblarımızı görüp, günahlarımızın çokluğunu düşünüp, Allahü teâlânın intikâm almasından korkmalıyız. İyiliklerimizi az görmeli, günahlarımız az olsa da, çok bilmeliyiz. Şöhret sahibi olmaktan, insanlar arasında iyi tanınmaktan çok korkmalı, titremeliyiz. Peygamberimiz, (Din veya dünya işlerinde iyi tanınarak parmakla gösterilmek, bir kimseye zarar olarak yetişir. Bu zarardan ancak Allahü teâlânın koruduğu kurtulabilir) buyurdu. İnsân, niyeti ve işleri, ne kadar hâlis ve iyi olsa da, kendini kusurlu ve kabahatli bilmelidir. Tasavvuf yolunda, ele geçen nîmetlere, hâllere, zevklere güvenmemeli, ne kadar doğru ve islâmiyete uygun olsalar da, bunlara özenmemelidir. Dîne yaptığı hizmetlere, islâmiyeti kuvvetlendirmesine ve insanların doğru yola gelmelerine sebep olmasına güvenmemeli ve bunlarla övünmemelidir. Bu güzel işleri, kâfirler ve fâcirler de yapabilir. Resûlullah, (Çok olur ki, Allahü teâlâ bu dînini fâcir kimse ile kuvvetlendirir) buyurdu. Dînini öğrenmek, Allahü teâlânın rızasına kavuşmak için gelenleri, arslan ve kaplan gibi zararlı bilmeli, bunun kendi haraplığına sebep olmaması için çok korkmalıdır. Talebe gelince, kendinde sevinç duyarsa, bunu küfür ve şirk bilmelidir. Hemen tevbe, istigfâr ederek bu sevinci gidermelidir. Onun yerine korku ve üzüntü yerleşinceye kadar uğraşmalıdır. Hele, talebenin malında gözü olmaktan, ondan fayda beklemekten çok sakınmalıdır. Böyle olursa, talebe istifâde edemez ve pîrin harap olmasına sebep olur. Çünkü bu yolda, yalnız hâlis din isterler. Zümer sûresinin üçüncü âyetinde meâlen, (Biliniz ki, Allahü teâlâ için olan din, yalnız Onun için olan hâlis dindir) buyuruldu. Allahü teâlânın katında şirke hiçbir sûretle yol yoktur. Kalbe gelen her sıkıntı ve karartı, tevbe, istigfâr ve pişmanlık ile ve Allahü teâlâya sığınarak, kolayca giderilebilir. Fakat, bu alçak dünya için gelen karartı, leke, kalbi büsbütün karartır, harap eder. Bunu temizlemek çok güç olur. Resûlullahın, (Dünyaya düşkün olmak, günahların başıdır) hadis-i şerifi çok doğrudur. Allahü teâlâ, bizi ve sizi, dünyaya düşkün olmaktan kurtarsın! Dünyaya düşkün olanları sevmekten ve onlarla arkadaşlık etmekten, düşüp kalkmaktan korusun! Çünkü o, öldürücü zehirdir ve iyi olmaz bir hastalıktır ve büyük belâdır ve bulaşıcı hastalıktır. Akıllı kardeşim şeyh Hamîd yanınıza gelmektedir. Ondan işiteceğiniz yeni, tâze haberlerin kıymetini biliniz. Gerisini, buluşunca bildiririm.
mektubat
Yorum Gönder
Sitede Ara
Menu
Tema
Yazıyı Paylaş